31 Mayıs 2016 Salı

Evliyayı üzmenin cezası

Evliyayı üzmenin cezası
 

Anadoluda yetişip Bursa’da vefat eden Açıkbaş Mahmut Efendi’yi "rahmetullahi aleyh", bir genç üzmüştü bir gün.

Mübarek kalbini incitmişti.
Ancak bu yaptığı, hayır getirmedi ona.
Aynı gün yakalandı bir hastalığa.

Öyle ki, ağrıdan kıvranıyor, ilaç da tesir etmiyordu.
Ne yapsa faydasızdı.
Sonunda anladı hatasını.

Bir “Allah adamı”nı üzdüğü için bu derde yakalandığını idrak etti nihayet.
Pişman oldu yaptığına.
Fırladı yataktan, düştü yola.

Bu büyük Velinin huzuruna varıp özür dileyecekti kendisinden.
Ancak o buna karar verdiği anda ağrısı hafifledi biraz.
Her adım attıkça daha da hafifleyip iyileştiğini hissetti açık açık.

Mübarek zatın kapısına gelince tamamen geçti ağrısı.
Tam kapıyı çalacaktı ki, kapı kendiliğinden açıldı.

Ve büyük zat, gülümseyerek karşıladı kendisini:
- Buyur evladım, hoş geldin.

Başı önünde ve mahcuptu delikanlı:
- Hoş bulduk efendim.
İçeri geçip oturdular.

Büyük Velî;
- Geçmiş olsun oğlum. İnşallah bir daha böyle bir hastalığa yakalanmazsın, buyurdu.
- İnşallah efendim.

Sevgiyle baktı gence:
- Pişman mısın peki?
- Hem de nasıl.

- Çok iyi. Pişmanlık tövbedir oğlum. Tövbe de büyük nimettir. Bir daha kimsenin kalbini kırma. “Kalb kırmak”, Kâbe’yi yıkmaktan daha büyük günahtır.

Genç adam eğilip öptü büyük zatın elini.
En sevdiği talebesi oldu sonunda.

Tövbeyi geciktirme!
Bir gün de gencin biri gelip;
- Efendim, ben çok günahkâr biriyim. Ne tavsiye edersiniz? Diye sordu bu zata.

Cevaben;
- Günah işleyince, hemen tövbe et, buyurdu. Tövbeyi geciktirme sakın!

Delikanlı sordu:
- Tövbe edince Allahü teâlâ affeder mi efendim?

- Elbette. Günahına tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. Bir işi yapacağın zaman kalbine bak. Eğer kalbin sıkılıyor ve çarpıntı oluyorsa, yapma o işi!

Genç merak etti:
- Hikmeti ne efendim?

- Çünkü günahtır o iş. Müminin kalbi, günah olan işlerde sıkılır ve hızlı çarpar.

 
 

30 Mayıs 2016 Pazartesi

SÖZÜNDE DURMAK

SÖZÜNDE DURMAK


Herhangi bir konuda verilen sözün yerine getirilmesi güzel bir huydur. Sözünde durmak, insanın şerefini artıran iyi alışkanlıkların en başında gelmektedir. Sözünde durmamak, çok çirkin bir harekettir. Müslümanlara yakışmayan en kötü bir davranıştır. Verilen sözde durulmaması, Allahü teâlânın ve kullarının hakkını çiğnemek olur.

İnsanlar arasındaki davranışlarda, alış-veriş ve sözleşmelerde sözünde durmak, Allahü teâlânın emridir. Kur’ân-ı kerîmde (Verdiğiniz sözleri yerine getiriniz! Çünkü verdiğiniz sözlerden sorumlusunuz!) buyuruldu. Nitekim Sevgili Peygamberimiz de (Söz vermek borç gibidir.) buyurdu.

Peygamberlerden İsmail aleyhisselâm, birisine bir yerde buluşmak için söz vermişti. Söz verdiği yere gidip üç gün bekledi. O şahıs hiç gelmedi. Buna rağmen yerinden ayrılmamıştı. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Meryem süresindeki bir âyette O’nu överek: (O va’dinde, sözünde sâdıktı)
buyurdu.

Sözünde durmak büyük bir fazilettir. İnsanın şerefini, üstünlüğünü arttırır. Verilen sözden dönmek ise büyük bir günah ve münafıklık alametidir. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki, (Münafıklık alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.)

Müslüman verdiği sözleri, yaptığı anlaşmaları yerine getirmelidir. Yapamayacağı şeyleri söz vermemelidir. Bunun için Peygamber efendimizin şu tavsiyesini hiç unutmamalıyız.:
(Din kardeşinle münakaşa yapma. Ona söz verip de, sözünden dönme!)

Abdullah bin Mübarek hazretleri anlatır:

Bir ateşperest ile çalışıyorduk. Namaz vakti gelince dedim ki:
– Namaz kılarken, bana ilişmiyeceğine dair söz verir misin?
– Veririm.
Bunun üzerine namaz vaktinde rahatça bir namaz kıldım. Sonra ateşperest olan o şahsın ibâdet zamanı gelmişti.
– Şimdi sıra bende, ben ibâdet ederken, bana ilişmiyeceğine söz ver bakalım.
– Olur sana ilişmem… Rahatça ibâdetini yapabilirsin.

Fakat ateşperest güneşe tapmak üzere secdeye varınca, hemen üzerine atıldım. Sözümde durmadım. Şöyle bir ses duydum. (Söz verdiğin zaman ahdini yerine getir) bunun üzerine adama ilişmeden geri çekildim. Sonra adam ibâdetini bitirdiğinde bana sordu:
– Evvela hücum ettin. Sonra niye vazgeçtin?…

– Allah’dan başkasına secde ettiğin zaman, dayanamadım, üzerine atıldım. Seni öldürmek istiyordum. Fakat tam o anda:
– (Söz verdiğin zaman, ahdini yerine getir) diyen bir ses, beni o teşebbüsümden alıkoydu.
Bundan sonra mecusî:
– Şimdi inandım ki, asıl ve gerçek ilâh, senin Rabbindir. Kendi düşmanı için dostunu bile azarlıyor. İşte huzurunda müslüman oluyorum diyerek kelime-i şehâdet getirdi.


KAYNAK: http://www.furkanvakfi.net/sozunde-durmak.html

--

Efkan Vural - 29 Mayıs 1453 İstanbul'un Fethi

Efkan Vural - 29 Mayıs 1453 İstanbul'un Fethi
 
 
Bundan 563 yıl önce  Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u 29 Mayıs 1453 de fethetmiştir.
İstanbul’un tarihi zenginlikleri ve coğrafi güzellikleri elbette tartışılmaz. İstanbul dünyanın en güzel şehirlerindendir. İstanbul’un fethi Türk- İslam tarihi açısından çok önemlidir.
Peygamberimiz bu güzel ve önemli şehir için şöyle söylediği rivayet edilir: “İstanbul elbette alınacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır. Onun askeri ne güzel askerdir. “
Peygamberimizin bu işareti üzerine İstanbul’un alınması için nice seferler düzenlenmiş. Bu seferlerin birinde Peygamberimizi Medine’de evinde misafir eden Hz. Eyyub el-Ensari’ İstanbul surları önünde şehit düşmüştü.
İslam orduları İstanbul’u alabilmek için mücadelelerini sürdürmüşlerdir. İstanbul’u alma şerefi büyük Türk komutanı Fatih Sultan Mehmet Han’a ve ordusuna nasip olmuştur. Fatih ve askerleri Kutlu Nebi'nin övgüsüne mazhar olmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetmesinin en büyük nedeni bu çok önemli merkezi İslamlaştırmaktı.
Fatih İstanbul’a girerken halk tarafından çiçeklerle karşılandı. Fatih Sultan Mehmet halka her konuda hoşgörülü davrandı. Herkes hür ve serbest hareket edebiliyordu.
Fatih Sultan Mehmet ilk iş olarak, fethin sembolü olarak Ayasofya’yı camiye dönüştürmüştü.
İstanbul bizim için çok önemli bir yer. İstanbul ve tüm vatan toprakları milletimiz için kutsaldır. Bütün vatan topraklarında atalarımızın kanları vardır. Bize düşen sadece korumaktır. Vatanı korumak için de bütünlüğümüzü korumalıyız.
İstanbul’un fethiyle ilgili çok şey söylenebilir. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz.
1- İstanbul Türkler ve Müslümanlar için önemli bir simge şehir olmuştur.
2- İstanbul’un fethiyle Türk ve İslam birliği güçlenmiştir.
3- İstanbul’un fethinde bilim, akıl ve iman bir bütün olarak algılanmıştır.
4- İstanbul’un fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu sona ermiştir.
5- Orta çağ kapanıp, yeni çağ açılmıştır.
6- Çağ açıp çağ kapayan Fatih Sultan Mehmet Han, Peygamberimizin müjdesine mazhar olmuş ve gönüllere taht kurmuştur.
7-İstanbul’un fethiyle milletimizin birlik ve beraberliğinin önemi bir kez daha anlaşılmıştır.
29 Mayıs Fetih günü nedeniyle, gençlerimize Fatih Sultan Mehmet’i ve onun gibilerini iyi anlatmalıyız. Gençlerimize tarih bilinci kazandırmalıyız. Geçmişteki başarılarımızdan kuvvet alarak ileriye doğru yürümeliyiz.
 
Şanlı tarihimizden örnekler alarak, milletimizin birlik ve beraberliğine katkı sağlayarak, düşmanlarımıza fırsat vermemeliyiz.
 
Efkan VURAL
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

 
 

Doğruyu bulmak için

Doğruyu bulmak için
 

Hindistan alim ve Velilerinden Hamidüddin Naguri hazretleri "rahmetullahi aleyh" bir sohbetinde;
- Kardeşlerim, çok kitap okumakla doğruyu bulmak mümkün değildir, buyurdu.

Oradakiler anlayamadılar.
- Doğru, başka nasıl bulunur ki efendim?
- Doğru kitabı çok okumakla. Yani rastgele yüz kitap okuyacağınıza, bir doğru kitabı yüz defa okuyun.

Sordular:
- Peki, doğru kitap hangisidir ki efendim?

- “Ehl-i sünnet alimleri”nin Allah için yazdığı kitaplardır. O kitapları okuyan, hem dinini doğru öğrenir, hem de kalbi temizlenir.

İlla edeb…
Bir gün de sevdikleriyle sohbet ederken;
- Kardeşlerim, bizim yolumuzun başı da, ortası da, sonu da “Edeb”tir, buyurdu. Çünkü edebe riayet etmeyen kimse, Allah’ın dostu olamaz. İlla edeb, illa edeb.

Sordular:
- Peki edeb nedir efendim?
- “Edeb”, haddini bilmektir.

Ey insanlar, uyanın!
Bir gün de, şunu anlattı sevdiklerine:
Evliyadan birini vefatından sonra sevdikleri rüyada görüp;
- Dünyaya geri dönmek ister misiniz? diye sormuşlar.

O zat cevabında;
- Dünyanın tamamını bana verseler, yine istemem. Ama tek şey için geri dönerim, buyurmuş.

Sormuşlar:
- O nedir efendim ki?

- Geri döndüğümde, ayağıma demirden bir ayakkabı giyer, elime bastonumu alır ve bütün dünyayı kapı kapı dolaşırım, buyurmuş.

- Niçin efendim? demişler.

Buyurmuş ki:
- Kapıya çıkanlara; “Ey insanlar uyanın!... Ben ahiretten geliyorum. Vallahi Cennet var, billahi Cehennem var” der ve onlara ölüm acısının şiddetini, kabrin sıkmasını, mahşerin dehşetini, Mizan’ın korkusunu, Sırat’tan geçmenin zorluğunu anlatırım.

1001 Güzel Menkîbe
 
 

29 Mayıs 2016 Pazar

İSLAMDA HOŞGÖRÜ

İSLAMDA HOŞGÖRÜ
 
Hoşgörü, farklı inanç, düşünce ve davranışlara sahip insanları anlayışla karşılamak, bu kişilerle  beraber  yaşama olgunluğunu göstermektir. Hoş görü yapılan yanlışlara, haksızlıklara ve zulümlere karşı sessiz durmak onu görmezlikten gelmek değildir.
 
İslam dininin temel kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim'de bağışlamaya ve hoşgörülü olmaya teşvik eden pek çok ayet vardır O ayetlerden bir kaçı: "O takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever." Âl-i İmran, 134.
 
"Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgörür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir" Teğâbun, 14.
 
Hoşgörü ve affetmek yapılan yanlışlıklara karşı sessiz kalarak seyirci olmak değil. Aksine yanlışı yapan kişiyi kazanma yolunda yapılan bir mücadelenin basamaklarıdır. Gerek Peygamber Efendimizin hayatında gerekse sonraki devirlerde bunula ilgili çok güzel örnekler ve olaylar vardır. Resulullah (sav) İslam dinini yayarken göstermiş olduğu azim sabır ve hoşgörü onun insanları kazanmasında çok etkili olmuştur. O Mekke döneminde çok az sayıda Müslümanla beraber müşriklerin her türlü işkencelerine maruz kalmış, fakat gün gelip tekrar güçlü bir şekilde Mekke’ye geri döndüğünde intikam almamıştır. Bu şekilde insanları bağışlaması ve onları affetmesi  ile onların yaptığı yanlışlıkları anlamalarına ve Müslüman olmalarına vesile olmuştur.
 
Peygamber efendimiz (sav)’in Medine’ye hicret etmesinden memnun olmayan Yahudiler ‘e karşı hoşgörülü olmuş onları, Müslümanlar'ın, Yahudiler tarafından kesilen hayvanları yemelerine ve iffetli kadınlarıyla evlenmelerine izin vermiştir. Yahudiler'i İslâm dinine ısındırmak için önünden geçen Yahudi cenazesine saygı gösterip, ayağa kalkmış ve bunu arkadaşlarına da önermiştir. O’nun bu hoşgörüsü sayesinde Esîd b. Sa'ye, Abdullah b. Selâm, Esed b. Ubeyd, Sa'lebe b. Sa'ye, Meymûn b. Yâmin gibi Yahudiler Müslüman olmuştur.
 
Yine o bir hadisi şerifte şöyle buyurmuştur: “Sana zulmedeni affet, sana             küsene               git, sana kötülük yapana                sen iyilik yap, doğruyu söylemek aleyhinde de olsa hakkı söyle.”, “Her nerede olursan ol Allah’tan  kork             ve yapmış olduğun  kötülüğün arkasından  iyilik yap, bu iyilik o kötülüğü  yok eder, insanlara güzel ahlakla muamelede bulun.”                (Tirmizi, Birr, s. 55.)        
 
Allah’ın bir ismi” Settar” ’dır. “Settar” Allah’ın çirkin ve hoş olmayan şeyleri setretmesi ve örtmesi demektir. Allah  Settar ismi hoş ve güzel olmayan pek çok şeyleri perdeler ve örter. Bizlere de emreder.
 
İnsanlar bir hata yaptığında onu hemen yüzüne vurmak, onu incitmek veya yaptığı hatayı dile getirmek İslam ahlakı ile bağdaşmaz. Bilakis o kişinin hatasını görmezden gelmek o hatayı örtmek gerekir. Böyle bir davranış ahirette hata ve kusurlarımızın örtülmesine sebep olabilir. Peygamber efendimiz (sav) bir hadisinde :"Kim bu dünyada bir kulun ayıbını örterse Allah da onun ayıbını kıyamette örter."               
 
İslam dini,   farklı   din, inanç, görüş   ve   davranışların   anlayışla   karşılanmasını,   insanların   hatalarının affedilmesini tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de insanları hoşgörülü olmaya ve bağışlamaya teşvik eder. Nur Suresi 22. Ayette Allahu Teala : “...Affetsinler ve hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”  Buyrulmuştur.
 
İslâm’da din ve inanma hususunda zorlama yoktur. Başkasına ait inancı zor kullanarak değil ikna ve rıza iledir. Şayet insanlar inanma konusunda zorlansa idi inanç hürriyetinin bir anlamı kalmaz ve insanın imtihan edilme sırrı ortadan kalkar, sevap ve günah kavramlarından bahsedilmezdi. Oysaki bunlar insanın var olma nedenidir. Dinde zorlama olmadığıyla ilgili olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. " Bakara, 256.
 
Yine başka bir ayette: "Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorluyor musun?" Yûnus, 99
 
KAYNAK:

Aslıhan Erkişi - Kara sevda

Aslıhan Erkişi - Kara sevda

 
Aslıhan Erkişi

a.erkisi@meydangazetesi.com.tr
27 Mayıs 2016, 08:00

Geçenlerde...
 
-Hayırdır dalgınsın, rahatsız mısın, dedim arkadaşıma.
Biraz sıkılgan, biraz mahcup bir edayla: “Sayılır” dedi.

-Neyin var? Doktora gittin mi?
-Kalbime koy başını doktor, nabzımı bırak,  diye bir şarkı var bilir misin, doktor kalp ağrısı, gönül yarasına çare bulur mu bilmem…

-Sevda desene
Eğdi başını, sesi titredi..
-Hem de en karasından!
-Niye helak ediyorsun kendini, çık karşısına üsturuplu ve izzetli şekilde söyle.

-Söyleyemem.. O kadar çok…
Hislerin yoğunluğuna dayanamayan gözlerinden, iri iri gözyaşları süzülmeye başladı..
-Biliyorum, çok acı veriyor ama ben onu sevmeyi çok sevdim, biter diye korkuyorum.

Söyleyemem derdimi

Hanım hanımcık bu kızcağızın durumu aslında az yaşanan bir şey değil belki sizin, belki bir yakınınızın başına gelmiştir muhakkak. Şarkılar da o yaşanmışlıkların, platonik aşkların yansımasından başka bir şey değil…

Söyleyemem derdimi kimseye,
Derman olmasın diye,
İnleyen şu kalbimin sesini,
Ağyar (yabancı) duymasın diye…

Seviyor sevmiyor

Aşk biraz destanlardaki gibi. Ferhat Şirin için dağlar deler, Mecnun Leyla için çöllere düşer. Ama zamane, destanlardan biraz farklı. Ellerde insanı akıldan eden telefonlar, ama iletişimler arızalı.

Ferhat Şirin’e âşık.. Söyleyemiyor.

Leyla Mecnu’nu seviyor. Leyla şikayette: “O beni hiç sevmiyor, kalbimi ona verdim, artık geri vermiyor”.. Gelsin melankolik şarkılar.

İmkansız aşk

Birde gururlular var. Yangınlarda ama “bugün hava biraz serin galiba” halleri:

“Ben imkansız aşklar için yaratılmışım!”

Çaktırmama, başı dik olma pozları. Ama evde tek başınayken dilinde şu şarkı:

“Gülünce gözlerinin içi gülüyor,
Kendimi senden alamıyorum,
Bilmem bakışların neler söylüyor,
Kendimi arayıp bulamıyorum”…

Sevmek güzeldir
Sevmek, kara sevda her zaman acı verici olmayabilir. Daha doğrusu o uğurda çekilen sıkıntılar bile insana huzur ve mutluluk verebilir.

Sonu gülistana çıkan yolların kara sevdası Niyazi-i Mısri diyor ya:

“Derman arardım derdime,
Derdim bana derman imiş,
Delil sorardım aslıma,
Aslım bana bürhan imiş”….

İçine dön, insanı tanı, kendini tanı.. Seni en güzel şekilde besteleyeni tanı. Aslını bil. Keremini de ona göre seç.” Yanılmazsın” diyor sanki..

Bıçak gibi

Sevda keskin bir bıçak gibi. Tutan elin sabrı ve dirayetine göre kullanılan. Bazen tutan ele kendi elini kestiren, insanı kendinden geçiren bir iksir sevda..

Gönül ister ki, sevenler kavuşsun. Hayırlısıysa Allah sonuna erdirsin. Tek taraflı sevene de Allah sabır versin. Âşık eğer o noktadaysa, geriye çare olarak  söyleyip sonucu görmekten ya da sabretmekten başka bir şey kalmıyor. Bu durumdaki insanlara en rahatlatıcı tavsiye dua olabilir herhalde.

-Senin için ne, kim hayırlıysa o olsun, bilemezsin, belki çok seviyorsun ama, ya uygun, hayırlı değilse? Biliyorum. “Bir de çekene sor” diyorsunuz ama. Hayırlı olanı dilemek insana terapi olur diye inanıyorum.

Ben arkadaşıma da onu dedim.

Sevgili arkadaşım, aynı durumdaki okuyucum, dilerim “Çok şükür, bin şükür seni bana verene” dediğiniz, hayırlı kimselerle karşılaşın ve bir ömür mutlu olun…

Sevgilerimle…

 
 
 
 
 

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Dinimizde yardımlaşma ve dayanışmanın önemi

Dinimizde yardımlaşma ve dayanışmanın önemi
 
Dinimizde Yardımlaşma Yardımlaşma, kişinin sahip olduğu imkânlları bir başkalarının yararına sunması ve insanlara sıkıntılarını gidermede destek olmasıdır.
 
Bağış, cömertlik, dayanışma, hayırseverlik, fedakârlık, iyilik gibi öbür bazı olumlu kavramlarla ilişkilidir.Çıkarcılık, cimrilik, vurdum duymazlık, menfaatçilik gibi kavramlarsa zıt bir anlam taşır.
 
 
İslam, toplum halinde hayatın doğal bir netice olarak yardımlaşmayı hayatın merkezine yerleştirmiş, maddi ve manevi açıdan dini ve ahlaki bir görev saymıştır.Çünkü hem başkalarıyla hemde yardıma ihtiyaç duyulmaması imkânsızdır.
 
 
Yardımlaşma hususunda temel ölçü şu ayette ifade edilmiştir: "İyilik ve tâkva (Allah'a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Fakat günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın." (5/Maide suresi, 2. ayet)
 
 Yardımın özünde fedakârlık ve başkalarını düşünme vardır.Çünkü yardımlaşma denildiğinde maldan sevgiye kadar her şeyin başkaları ile paylaşması söz konusudur. Üstelik iyi ve kötü bütün zamanlarda ve her yerde...
Nitekim Kur'an-ı Kerimde " bir saldırıya uğradıklarında yardımlaşanlar" (42/ Şûra, 39. ayet) için mükâfat vadedilmektedir.
 
 
Yardımlaşmayla beraberlik ve dayanışma duyguları gelişir,kardeşlik anlayışı yaygınlaşır, insanlar arasında türlü nedenlerle oluşabilecek kin,nefret, kıskançlık ve düşmanlık gibi olumsuz duygu ve düşünceler önlenmiş olur.
 
 Sevgi ile iş bölümü yapılarak toplumsal yardımlaşmasağlanmış olur. Yardımlaşmanın kapsamlı olduğu toplumlarda dostluk duyguları güçlü olur; zenginlik ve ferah artar, fakirlik azalır, dinimizin hoş görmediği dilencilik ortadan kalkar; hırsızlık ve gasp gibi haramların işlenmesi en alt düzeye iner.

Kaynak Linki : 
http://www.manevihayat.com/forum/konu/dinimizde-yardimlasma-ve-dayanismanin-onemi.9980/

27 Mayıs 2016 Cuma

Allah'ın 99 İsmi Ve Türkçe Anlamları(Esma-Ül Hüsna )

Allah'ın 99 İsmi Ve Türkçe Anlamları(Esma-Ül Hüsna )
 
ESMAÜ'L HÜSNA - 99 HAZiNE

"En güzel isimler (Esmaü'l Hüsna) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin." [ ArafSuresi,180 ]
"Allah'ın 99 ismi vardır, Kim bunları sayarsa [Ahsaha] cennete gider" [ Buhari, Müslim ]
1- Allah(C.C.): "Eşi benzeri olmayan, bütün noksan sıfatlardan münezzeh tek ilah, Her biri sonsuz bir hazine olan bütün isimlerini kuşatan özel ismi. İsimlerin sultanı."
2- Er-Rahmân: "Dünyada bütün mahlükata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden."
3- Er-Rahîm: "Ahirette, müminlere sonsuz ikram, lütuf ve ihsanda bulunan."
4- El-Melik: "Mülkün, kainatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan."
5- El-Kuddûs: "Her noksanlıktan uzak ve her türlü takdıse layık olan."
6- Es-Selâm: "Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran."
7- El-Mü'min: "Güven veren, emin kılan, koruyan."
8- El-Müheymin: "Her şeyi görüp gözeten."
9- El-Azîz: "İzzet sahibi, her şeye galip olan."
10- El-Cebbâr: "Azamet ve kudret sahibi. Dilediğini yapan ve yaptıran."  
11- El-Mütekebbir: "Büyüklükte eşi, benzeri olmayan."
12- El-Hâlık: "Yaratan, yoktan var eden."
13- El-Bâri: "Her şeyi kusursuz ve uyumlu yaratan."
14- El-Musavvir: ''Varlıklara şekil veren."
15- El-Gaffâr: "Günahları örten ve çok mağfiret eden."
16- El-Kahhâr: "Her şeye, her istediğini yapacak surette, galip ve hakim olan."
17- El-Vehhâb: "Karşılıksız hibeler veren, çok fazla ihsan eden."  
18- Er-Rezzâk: "Bütün mahlükatın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan."
19- El-Fettâh: "Her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran, darlıktan kurtaran. "
20- El-Alîm: "Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi en ince detaylarına kadar bilen."
21- El-Kâbıd: "Dilediğine darlık veren, sıkan, daraltan."
22- El-Bâsıt: "Dilediğine bolluk veren, açan, genişleten."
23- El-Hâfıd: "Dereceleri alçaltan"
24- Er-Râfi: "Şeref verip yükselten."
25- El-Mu'ız: "Dilediğini aziz eden, izzet veren."
26- El-Müzil: "Dilediğini zillete düşüren."
27- Es-Semi: "Her şeyi en iyi işiten."
28- El-Basîr: "Gizli açık, her şeyi en iyi gören."
29- El-Hakem: "Mutlak hakim, hakkı batıldan ayıran. Hikmetle hükmeden."
30- El-Adl: "Mutlak adil, çok adaletli."
31- El-Latîf: "Lütuf ve ihsan sahibi olan. Bütün incelikleri bilen."
32- El-Habîr: "Olmuş olacak her şeyden haberdar."
33- El-Halîm: "Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan."
34- El-Azîm: "Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce."
35- El-Gafûr: "Affı, mağfireti bol."
36- Eş-Şekûr: "Az amele, çok sevap veren."
37- El-Aliyy: "Yüceler yücesi, çok yüce."
38- El-Kebîr: "Büyüklükte benzeri yok, pek büyük."
39- El-Hafîz: "Her şeyi koruyucu olan."
40- El-Mukît: "Her yaratılmışın rızkını, gıdasını veren, tayin eden."
41- El-Hasîb: "Kulların hesabını en iyi gören."
42- El-Celîl: "Celal ve azamet sahibi olan."
43- El-Kerîm: "Keremi, lütuf ve ihsanı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden." 
44- Er-Rakîb: "Her varlığı, her işi her an görüp, gözeten, kontrolü altında tutan."
45- El-Mucîb: "Duaları, istekleri kabul eden".
46- El-Vâsi: "Rahmet, kudret ve ilmi ile her şeyi ihata eden'"
47- El-Hakîm: "Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan."
48- El-Vedûd: "Kullarını en fazla seven, sevilmeye en layık olan."    
49- El-Mecîd: "Her türlü övgüye layık bulunan."
50- El-Bâis: "Ölüleri dirilten."
51- Eş-Şehîd: "Her zaman her yerde hazır ve nazır olan."
52- El-Hakk: "Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran."  
53- El-Vekîl: "Kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştıran."  
54- El-Kaviyy: "Kudreti en üstün ve hiç azalmaz."
55- El-Metîn: "Kuvvet ve kudret kaynağı, pek güçlü."
56- El-Veliyy: "İnananların dostu, onları sevip yardım eden."
57- El-Hamîd: "Her türlü hamd ve senaya layık olan."
58- El-Muhsî: "Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen."
59- El-Mübdi: "Maddesiz, örneksiz yaratan."
60- El-Muîd: ''Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan."
61- El-Muhyî: "İhya eden, dirilten, can veren."
62- El-Mümît: "Her canlıya ölümü tattıran."
63- El-Hayy: "Ezeli ve ebedi hayat sahibi."
64- El-Kayyûm: 'Varlıkları diri tutan, zatı ile kaim olan."
65- El-Vâcid: "Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, istediğini, istediği vakit bulan."
66- El-Macîd: "Kadri ve şanı büyük, keremi, ihsanı bol olan."
67- El-Vâhid: "Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan."
68- Es-Samed: "Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu."
69- El-Kâdir: "Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan."
70- El-Muktedir: "Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi."
71- El-Mukaddim: "Dilediğini, öne alan, yükselten."
72- El-Muahhir: "Dilediğini sona alan, erteleyen, alçaltan."
73- El-Evvel: "Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan."
74- El-Âhir: "Ebedi olan, varlığının sonu olmayan."
75- El-Zâhir: "Varlığı açık, aşikar olan, kesin delillerle bilinen. "
76- El-Bâtın: "Akılların idrak edemeyeceği, yüceliği gizli olan. "
77- El-Vâlî: "Bütün kainatı idare eden."
78- El-Müteâlî: "Son derece yüce olan."
79- El-Berr: "İyilik ve ihsanı bol, iyilik ve ihsan kaynağı."
80- Et-Tevvâb: "Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan."
81- El-Müntekim: "Zalimlerin cezasını veren, intikam alan."
82- El-Afüvv: "Affı çok olan, günahları affetmeyi seven."
83- Er-Raûf: "Çok merhametli, pek şefkatli."
84- Mâlik-ül Mülk: "Mülkün, her varlığın sahibi."
85- Zül-Celâli vel ikrâm: "Celal, azamet ve pek büyük ikram sahibi."
86- El-Muksit: "Her işi birbirine uygun yapan."
87- El-Câmi: "Mahşerde her mahlükatı bir araya toplayan."
88- El-Ganiyy: "Her türlü zenginlik sahibi, ihtiyacı olmayan."
89- El-Mugnî: "Müstağni kılan. ihtiyaç gideren, zengin eden."
90- El-Mâni: "Dilemediği şeye mani olan, engelleyen."
91- Ed-Dârr: "Elem, zarar verenleri yaratan."
92- En-Nâfi: "Fayda veren şeyleri yaratan."
93- En-Nûr: "Alemleri nurlandıran, dilediğine nur veren."
94- El-Hâdî: "Hidayet veren."
95- El-Bedî: "Eşi ve benzeri olmayan güzellik sahibi, eşsiz yaratan."
96- El-Bâkî: ''Varlığının sonu olmayan, ebedi olan."
97- El-Vâris: "Her şeyin asıl sahibi olan."
98- Er-Reşîd: "İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren.  "
99- Es-Sabûr: "Ceza vermede acele etmeyen."
Kaynak : Esmaü'l Hüsna / İsmail Kılınç
 
ALINTI:
http://www.dersimiz.com/ders_notlari/Allahin-99-Ismi-Ve-Turkce-AnlamlariEsma-U

--

26 Mayıs 2016 Perşembe

Ayşe Özkalay - Öyle bir yaşamalı ki insan…

Ayşe Özkalay - Öyle bir yaşamalı ki insan…

             
 

Bir haftadır zihnim hep Ayşe Şasa’nın “Öyle bir hayat yaşamalı ki insan, kıyamet günü Yaratıcısı’na anlatacak anlamlı ve onurlu bir hikâyesi olmalı…” ifadesiyle meşgul. Acaba diye sorup duruyorum kendime, “Haydi! Ahiret koridorundan geçme ve Allah’la kucaklaşma vakti!” deseler, hayatının bu zamana kadar yaşadığın kısmından anlatacakların ne kadar anlamlı ve onurlu olabilecek?

Sorular soruları getirirken, hissiyatlarımız her günün acı, sıkıntı ve sabır taşını çatlatacak imtihanlarıyla alt üst olurken fark ettim ki, Üç Aylar da hızla geçiyor üzerimizden. “Allah’ın ayı” Receb’i arkamızda bırakmışlığın burukluğu, “Peygamber Efendimiz’in (sav) ayı” Şaban’ın, “ümmet ayı” Ramazan’a koşar adımlarla yaklaşıyor olması, giden günün gelmeyeceği, gelenin beklemeyeceği düşüncesiyle zihin ve gönüllerdeki dağınıklığı bir an evvel toplayıp ‘an’ın Yaratıcısı’na yakınlaşmaya vesile kimselerle, meşguliyetlerle ve ibadetlerle yaşamaya daha bir özen göstermeye teşvik etti irademi. Çünkü o arzu edilen anlamlı hayatları inşa etmek, ancak uğruna yaşamaya değecek olan “Allah’ın rızası”nı kazanmakla mümkün olabilecek ve Rabb’le yakınlık sadece bu dünyada kurulabilecekti.

Allah dostlarının ifadesiyle “Receb tevbe; Şaban muhabbet; Ramazan da Hakk’a kurbiyet ve vuslat ayı”. Receb, günahı, zulmü, eziyeti, haksızlığı terk etme; Şaban, salih amel işleyip vefa gösterme, doğru bildiğin yolda sebat etme; Ramazan ise sadakate erme, belki Hz. Ebubekir’le birlikte haşrolmaya namzet olma ayı.

Başımıza konmuş talih kuşu misali bu günlerde gelin Zülkarneyn Aleyhisselama kulak verelim. Rivayete göre vefatından evvel şu vasiyette bulunmuştu:

“Beni yıkayın, kefenleyin. Sonra bir tabuta koyun. Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın. Hizmetkârlarım arkamdan gelsin. Hazinelerimi de katırlara yükleyin. Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne rağmen eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazinelerimin de bu dünyada kaldığını, benimle beraber gelemediğini görsün. Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın…”

Zülkarneyn Aleyhisselam’ın bu vasiyetini, “Dünya, baştan başa benim idârem altında idi. Sayısız hazinelere sahip oldum. Fakat dünya nîmetleri kalıcı değil. İşte; gördüğünüz gibi mezara eli boş gidiyorum! Siz, ahirette faydası olacak işlere bakın, kalp gündeminizi fani şeylerin meşgul etmesine müsaade etmeyin…” olarak yorumlayabiliriz.

Belki de demek istemişti ki; dünya işleri çocukların kumdan kale yapmalarına benzer. Onlar kumları üst üste yığar ve birbirlerine göstererek gururlanırlarken bir dalga gelir ve hepsini bir anda alır gider. Aynen bunun gibi, insan bu ‘üç günlük’ âlemde dünyaya ait ne yaparsa yapsın, bir iflas, bir ayrılış veya bir ecel dalgası her şeyi yok ediveriyor.

Bir yandan dünya böylesine vefasız, diğer yandan ebedlere açılacak yegâne kapıyken, öyle bir yaşamalı ki insan, bırakın vuslat anında “Hoşgeldin ey kulum!” diye karşılanma hayalini, daha dünyadayken bizzat hatırı sorulan olsun.

Cenab-ı Hakk’ın, “Sorun kuluma Ben ondan razıyım o da Benden razı mı” şeklindeki hatırını sorma lütfuna, adeta sadakat yoklamasında “Buradayım!” dercesine “Ben razıyım! Ben razıyım! Ben razıyım!” diyerek Mevlevîlere miras bıraktığı o aşkla kendinden geçip dönen o güzel sahabe Hz. Ebubekir, her dakikası manevi hazine kıymetinde olan bugünlerimize ışık olsun. Ve bizleri bir kez daha nasıl yaşadığımızı düşünmeye teşvik etsin.

“Sene bir ağaca benzetilse Receb, o ağacın yapraklanma; Şaban, çiçeklenip meyvelenme; Ramazan ise olgunlaşan mahsulün devşirilip toplanma zamanıdır.” dediği gibi Zünnû el-Mısrî’nin, bir dahaki yıla kavuşacağımızın garantisi olmayan bu günlere dört elle sarılalım Allah’a gurbetimiz bayramda kurbet olmuş olsun.

Haydi, bu üç nokta da sizin kalbinizdekiyle dolsun: Öyle bir yaşamalı ki insan…

 
https://www.yenihayatgazetesi.com/oyle-bir-yasamali-ki-insan-ayse-ozkalay-14564
 
 
 

25 Mayıs 2016 Çarşamba

ALLAH'IN SIFATLARI

ALLAH'IN SIFATLARI

 Allah'ın Sıfatları: Allahü teâlânın sıfatları 14 tanedir. 6 tanesi Zati Sıfatları (Sıfât-ı zâtiyye), 8 tanesine de Subûti Sıfatları (Sıfât-ı sübûtiyye) denir.

 Her Müslümanın,
Allah'ın bütün kemâl sıfatlarına sahip, noksan sıfatların hepsinden de uzak olduğuna inanması farzdır.

Zati Sıfatları  (Sıfat-ı Zatiyyesi):

 1- Vücud: Bu sıfat Allah Teâlâ'nın var olduğunu ifade eder, Allah Teâlâ vardır. Varlığı ezelîdir. Vâcib-ül vücûddür, yanî varlığı lazımdır.
2- Kıdem: Allah Teâlâ'nın varlığının başlangıcı olmamasıdır. Allah Teâlâ'nın varlığının evveli yoktur.
3- Beka: Allah Teâlâ'nın varlığının sonu olmaması, daima var bulunmasıdır. Allah Teâlâ'nın varlığının sonu yoktur. Hiç yok olmaz.
4- Vahdaniyyet: Allah Teâlâ'nın bir olması demektir. Allah Teâlâ'nın zatında, sıfatlarında ve işlerinde ortağı, benzeri yokdur.
5- Muhalefet-ün lil-havadis: Allah Teâlâ'nın sonradan vücud bulan varlıklara benzememesi demektir. Allah Teâlâ, zatında ve sıfatlarında hiçbir mahlûkun zât ve sıfatlarına benzemez.
6- Kıyam bi-nefsihi: Allah Teâlâ'nın, başka bir varlığa ve hiçbir mekâna muhtaç olmadan zâtı ile kaim olması demektir. Allah Teâlâ zâtı ile kaimdir. Mekana muhtaç değildir. Madde ve mekan yok iken O var idi. Zîra her ihtiyactan münezzehdir.


 Subûti Sıfatları (Sıfat-ı Sübutiyyesi):

 1- Hayat: Allah Teâlâ'nın hayat sâhibi olması demektir. Allah Teâlâ diridir. Hayatı, mahlûkların hayatına benzemeyip, zatına layık ve mahsûs olan hayat, ezelî ve ebedidir.
2- İlim: Allah Teâlâ'nın her şeyi bilmesi, ilminin her şeyi kuşatması demektir. Allah Teâlâ herşeyi bilir. Bilmesi mahlûkâtın bilmesi gibi değildir.
3- Sem’: Allah Teâlâ'nın her şeyi işitmesidir. Allah Teâlâ işitir. Vâsıtasız, cihetsiz işitir. İşitmesi, kulların işitmesine benzemez.
4- Basar: Allah Teâlâ'nın her şeyi görmesidir. Allah Teâlâ görür. Aletsiz ve şartsız görür. Görmesi göz ile değildir.
5- İrâdet: Allah Teâlâ'nın dilemesi vardır. Dilediğini yaratır. Her şey Onun dilemesi ile var olur.
6- Kudret: Allah Teâlâ, herşeye gücü yeticidir. Hiçbir şey O'na güç gelmez.
7- Kelâm: Allah Teâlâ'nın harfe ve sese muhtaç olmadan konuşması demektir. Allah Teâlâ söyleyicidir. Söylemesi alet, harfler, sesler ve dil ile değildir.
8- Tekvîn: Allah Teâlâ yaratıcıdır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Her şeyi O yaratır.


KAYNAK: http://www.namazsitesi.com/allahin-sifatlari.html

--
.


Aslıhan Erkişi - Aziz çöpü dışarı çıkarır mısın?

Aslıhan Erkişi - Aziz çöpü dışarı çıkarır mısın?

 
Aslıhan Erkişi

a.erkisi@meydangazetesi.com.tr
25 Mayıs 2016, 02:59


Nobel aldıktan sonra gökten inmişim gibi eve gittim…

“Aziz çöpü dışarı çıkarır mısın” dedi hanım.

“Ama ben Nobel aldım” dedim.

“Olsun sen yine de çöpü dışarı çıkar” dedi.

Aldığı Nobel kimya ödülünü Anıtkabir’e bağışlayan Prof. Aziz Sancar’ın Nobel almasına gösterilen fazla ilgi üzerine bir televizyon ekranında yaptığı espri niteliğinde ki açıklamasından bu sözler. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Teknik Üniversitesine de konuk olmuştu değerli hoca. Mütevaziniyle yüksek gönüllüğüyle dikkatleri üzerine toplamış, herkesin sevgisini kazanmıştı bir anda.

Dolu başaklar gibi

Evet.. Sancar hoca Nobel almış bir bilim insanı. Ama sonuçta en kıymetli şeyin de sahibi. Ailesi…

Nobel alsa da. Kariyer olarak bulutlar üstünde de olsa o bir eş ve baba… Meslek ne olursa olsun, insani ilişkiler her yerde, herkeste aynı. Micheal Jackson, Messi, Obama da olsanız bu aynı. Obama da büyük ihtimal bebeklerinin altını değiştirme, biberonla süt içirme, bebek arabasıyla gezdirme gibi bir çok babanın yaptıklarını o da yapmıştır. Statünüz  baba olmayı, anne olmayı, kısaca “insan olmayı” değiştirmiyor.

Mesele “nasıl insan olduğunuz” Aile içinde nasılsanız, dışarda da aynı sevecenlik ve muhabbeti aksettirmeniz. İçi farklı, dışı farklı olan insanların ruh sağlığı da gözlem altına alınmalı öyle değil mi?

Sancar hoca içi-dışı bir olmanın güzel bir örneği. Dolu başaklar gibi, öyle kasıntılı, eleştiren, eyyyy diye başlayan konuşmalar değil, daha insani konuşmayı yeğliyor.

Yalan dünyanın arsaları

Öyle dediysem, ”herkesin yalan söylediği, herkes böyle, öyleyse sende söyle, napalım canım” dediğimi düşünmeyin. Gerçekte geçici yalan dünya burası. Geçen gün nette gezinirken bir arsa ilanına denk geldim. Arsa kocaman, etrafında ağaçlar ve değeri milyonlarla ifade ediliyor.

Param olsa alırdım, ne güzel diye geçirdim aklımdan. Sonra, kalbim bana:

“Dünyada bu kadar aç, muhtaç, eğitime ihtiyacı olan, suyu, ilacı bile bulamayan insanlar varken, paran olsa bırakıp gideceğin bu arsayı mı alırdın? Yoksa ardından hayırla anacak birçok insan bırakmayı mı seçerdin?” deyiverdi. ‘Burası arsalar bırakılacak değil, gönüllerin, kafaların inşa edileceği yer olmalı’ dedi kalbim yine...

Sancar hoca da öyle dedi.. “Bırakın çocuklar siyaseti, ilime, bilime, kısacası insanı yükselten değerlere sarılın” dedi mealen. Doğru da dedi. Kendini bilen hayatın “Gerçeğini” bilir. Gerçeği bilen ve tanıyanların etkin olduğu bir dünyada da “insanlık” olur. Ötekileştirme, iteleme, hakaret, taciz vs yapanlar ayağını denk alır.

Tevazu

Tevazu ve nezaket büyüklüğün işaretidir. O varsa biliriz ki o gerçekten büyüktür. Kızı geldiğinde bile ayağa kalkan bir Gönülden öğrenmedik mi biz nezaket ve tevazuyu? Onu örnek aldığı için büyük olan büyükleri tanımadık mı asırlarca?

Onun örnekliğiyle “evladım ışığı uyutur musun, yada uyandırır mısın” diyen Selahaddin İçliler BÜYÜKTÜR.

“Kusura bakmayın hocam” denildiğinde, “kendi kusurlarımı hallede bilsem, belki seninkilere fırsatım olur” diye gözümüzde BÜYÜYEN Yesari Asım Arsoy’ları tanıdık..

Hadi şimdi birde bu gözle bakın BÜYÜK? lere..

BÜYÜK Hoca Prof Dr Aziz Sancar’ a hürmetle…


24 Mayıs 2016 Salı

Allah’a İman

Allah’a İman
 
 
Al­lah’a iman, Al­lah’ın var­lı­ğı­na, bir­li­ği­ne ve üs­tün sı­fat­la­ra sa­hip, ek­sik sı­fat­lar­dan uzak bu­lun­du­ğu­na can­lı ve can­sız her şe­yin Alah ta­ra­fın­dan ya­ra­tıl­dı­ğı­na inan­mak de­mek­tir.
 
İma­nın şart­la­rın­dan bi­rin­ci­si ve en önem­li­si Al­lah’a iman­dır; çün­kü ima­nın di­ğer şart­la­rı­na ina­na­bil­mek, Al­lah’ın var­lı­ğı­na ve bir­li­ği­ne iman et­me­ye bağ­lı­dır.
 
Kur’an-ı Ke­rim’in üze­rin­de dur­du­ğu en önem­li ko­nu Al­lah’ın var­lı­ğı ve bir­li­ği­dir. Al­lah’a iman, di­nin te­me­li­dir. Al­la­h Te­âlâ bir­çok ayet-i ke­ri­me­de ken­di­si­ni akıl yo­luy­la bul­ma­mı­za ya­ra­ya­cak şey­le­re dik­ka­ti­mi­zi çek­mek­te­dir: “De ki, gök­ler­de ve yer­de ne­ler var, ba­kın” (Yu­nus 10/101). “Gök­le­rin ve ye­rin ya­ra­tı­lı­şın­da, ge­ce ile gün­dü­zün bir­bi­ri ar­dın­ca ge­lip gi­di­şin­de akl-i se­lim sa­hip­le­ri için ger­çek­ten ibret­ler var­dır.”(A­li İm­ran 3/190).
 
Et­ra­fı­mı­za bak­tı­ğı­mız za­man, var­lık ale­min­de sü­rek­li bir dü­ze­nin ve üs­tün bir ya­ra­tı­lı­şın bu­lun­du­ğu­nu gö­rü­rüz. Kâ­inat­ta­ki bü­yük dü­zen, üs­tün, öl­çü­lü ve in­ce ya­ra­tı­lış, yü­ce Al­lah’ın var­lı­ğı­nın en açık de­lil­le­ri­dir. On­dan baş­ka hiç kim­se, bu ka­dar bü­yük iş­le­ri dü­zen­li bir şe­kil­de ya­pa­maz ve mil­yon­lar­ca se­ne bu dü­ze­ni de­vam et­ti­re­mez.
 
Bü­tün pey­gam­ber­ler ve Pey­gam­be­ri­miz (s.a.v.), özel­lik­le Al­lah’ın var­lı­ğı ve bir­li­ği inan­cı üze­rin­de du­rmuş­lar, in­san­la­rı akıl al­maz şey­le­re tap­mak­tan kur­tar­ma­ya ça­lış­mış­lar­dır.
 
İş­te biz, Kur’an-ı Ke­rim’in açık­la­ma­la­rın­dan, Pey­gam­be­ri­mi­zin söz­le­rin­den ve kâ­ina­tın üs­tün ya­ra­tı­lı­şın­dan Ce­nab-ı Hak’kın var­lı­ğı­nı ka­bul eder, ona iman ede­riz.
 
Biz Al­lah’ı an­cak sı­fat­la­rıy­la bi­le­bi­li­riz. Yok­sa onun za­tı­nı kav­ra­ma­mız müm­kün de­ğil­dir. Za­ten Al­lah da bu­nun­la bi­zi yü­küm­lü kıl­ma­mış­tır.
 
 
Kaynak:


--

HAZRETİ-İ ÖMERİN İSLAMA GELİŞ SEBEBİ

HAZRETİ-İ ÖMERİN İSLAMA GELİŞ SEBEBİ

Hazret-i Ömerin islâma geliş sebebi:

Rivâyet edilir ki, bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu.

Buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.)

Ertesi gün, Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar. İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi.

Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler.

Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu’aym “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine rastladı.
Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb verip, şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi.

Nu’aym “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Nu’aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise, evvelâ seni katl edeyim.

Nu’aym hazretleri dedi: Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve enişten de girmişlerdir.

Ömer, bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma’lûm onların müslimân oldukları, dedi.
Nu’aym dedi: Eğer inanmaz isen, kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.

Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi.

Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı “radıyallahü anh” onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta’lîm ediyordu. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağlamışlardı.

Ta’lîm ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı.

Sabr etmeğe mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı “radıyallahü anh” gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir “radıyallahü teâlâ anh”.

Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi, hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular. Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te’sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim.

Her biri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki; okuduğunuz ne idi.

Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da’vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim.

Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi.

Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okuduğunuzu, dinleyelim, dedi. Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki, okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine inzâl eylemişdir [indirmişdir].

İşitmek murâdın ise [dinlemek istersen], evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta’zîm ve tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı.

Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok yumuşadı. (Ben o Allahım ki, benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur’ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur’ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti gitmeğe başladı.
Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dışarı çıkıp, dedi ki, yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun.

Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Ömerin geldiğini görünce, hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler.

Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Peygamberin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.

Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki, yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu? Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp, sonra, yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı arz eyle, dedi. (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi.

Cümle Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha ve muânaka [birbiri ile kucaklaşma, boynuna sarılma] eylediler. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu; su getirdiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur’ân ta’lîm buyurdular.

Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta’lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağara gibi gizli bir yerde dururlar. Dedi ki, yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz. Se’âdet ile buyurdular ki, müşriklerin mü’minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.

Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni’ olur.

Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kalkıp, Sahâbe-i güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki, meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımızda kırmak ister.

Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl la’în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı. Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş.
Ben size demedim mi ki, sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz.

Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm)

Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.

Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi “aleyhisselâm”.

Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.

Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!

Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la’în, yüksek sesle dedi ki, görün Muhammedi ki, başladı ululardan azdırmağa. [Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı.]

Bu işler bize azdır. Dedim, gelin onlar çoğalmadan, öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu. Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü’mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ’be-i şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıldılar.

Gerçi kâfirler çok idi. Mü’minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ’beyi ta’vâf etdiler. İbni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” müslimân olması, mü’minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ’be-i mu’azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi.

Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ömer “radıyallahü anh” îmâna geldikde, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri, mubârek elini Ömerin “radıyallahü anh” göğsüne koyup, üç kerre buyurdular ki, (Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.)

www.dinimizislam.com


23 Mayıs 2016 Pazartesi

İHSAN

İHSAN
 
İyilik, güzellik, uygun ve güzel olanı en güzel ve kusursuz bir şekilde yapmak. İhsan; Allah'ın huzurunda olduğunu onu gönül nuruyla görüyormuş gibi tasavvur ederek kulluk vazifelerini yerine getirmek. Bu anlamda ayet-i kerimede "öyle değil! Kim muhsin olduğu halde kendini Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbinin katındadır" (el-Bakara, 2/112).
 
 İnanç ve gönül planında ihsan ve teslimiyet Allah'ın kullarından istediği kurtuluş beraatıdır. Anne-baba hakkındaki tavsiyelerde de onlara "ihsan" ile davranılması istenmiştir (bk. el-Bakara, 2/73; en-Nisa, 4/36; el-En'âm, 6/151; el-İsrâ, 17/32).

Münafıklar Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelmişler ve yaptıkları kötülükleri gizlemek ve güzel göstermek için "...Biz ihsan ve uzlaştırmadan başka bir pey yapmak istemezdik" (en-Nisa, 4/61) diyerek Allah adına yemin etmişlerdir. Bu ifade tarzından ihsan kavramının Araplar arasında bilinen ve kullanılan bir kavram olduğu anlaşılıyor.
 
Ancak İslâm bu kavrama farklı bir anlam yükleyerek mutlak iyilik, güzellik ve iyi davranış olgusunu ilâhî iradenin kabulüne ve rızasına uygun olarak yapıları iyilik tarzında değiştirmiştir.
 
 Nitekim bu manayı Kur'an'ın ifadelerinde ve Hz. Peygamberin hadislerinde müşahede etmek mümkündür. Cibril (a.s) sahabilerden Dıhye (r.a)'in şeklinde Hz. Peygamber (s.a.s) in huzuruna gelmiş ve ona "ihsan nedir?' sorusunu sormuştur. Peygamber (s.a.s) ihsanı şöyle tanımlamıştır: "Allah'a onu görüyormuşsun, sen onu (gözle) görmesen de o seni görüyormuşçasına kulluk etmendir" (Buhârî, Tefsiru sûre (31); İman, 37; Müslim, İman, 57; Ebu Davud, Sünne, 16; Tirmizi, İman, 4; İbn Mace, Mukaddime, 9).
 
Seyyid Şerif ihsan teriminin tarifini yaparken bu hadisi zikrederek şöyle demektedir: "Basiret nuruyla Rabbü'l-Âlemîn'in huzurunda olduğunu tasavvur ederek kulluğu yerine getirmektir. Hadisteki "sanki onu görüyormuşsun" ifadesi Allah'ın bizatihi görülmesinin maksat olmadığını, Allah'ın sıfatlarını idrak ederek kulluk etmenin istenildiğini anlatmaktadır" (Seyyid Şerif e/-Cürcani, et-Ta'rifât, s. l2).

İhsan yalnız ibadetle ilgili meselelerde mü'minin yükümlü olduğu bir sorumluluk değil, bütün söz ve işlerindeki değişmez tavrıdır. Hz. Peygamber "Allah her şeyde ihsan ile davranılmasını kullarının üzerine gerekli kılmıştır.
 
Yapıları iyiliklerin hasbî ve Allah rızası için olmasının gerekliliğine de işaret eden Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:"İnsanlar bize iyi davranırsa onlara iyilik yaparız şayet kötü davranırlarsa onlara kötülük yaparız diyen şahsiyetsizlerden olmayın. Kendinizi, insan/ar iyi davranırsa onlara iyilikle mukabele etmeye, şayet kötülük yaparlarsa onlara aynıyla karşılık vermeye alıştırın" (Tirmizî, Birr, 63).


İnsanlara güzellikle davranan, Allah'a kulluk yaparken kulluğun gereği olan; kulluk yapıları zatı iyi tanımanın gereklerini yerine getiren muhsinlerin Allah'ın rahmetine çok yakın olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s) bildirmiştir (Dârimî, Mukaddime, 56).
 
 
 
 
KAYNAK:
 



Ramazan’a hazır mıyız

Ramazan’a hazır mıyız

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
20 Mayıs 2016, 04:06

“Allah’ım! Recep ve Şaban’ı hakkımızda mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”
 
Gelişini heyecanla beklediğimiz Ramazan ayı yaklaşıyor. Yukarıda zikrettiğimiz hadiste de görüldüğü gibi Efendimiz (sav), üç ayların girmesiyle birlikte Cenab-ı Allah’a yakarışta bulunur,

Recep ve Şaban aylarını hakkıyla eda edebilmeyi ve hayırlısıyla Ramazan ayına ulaşmayı dilerdi. Efendimiz, bu iki ayı adeta Ramazan’a ulaştıran bir rampa olarak değerlendirmemizi istiyor. Evet, Recep ve Şaban’ın sanki tek görevi vardır bizi o kutsal aya ulaştırabilmek. Bundan sonrası sanki garanti altında gibi çünkü Efendimiz hayırlısıyla Ramazan’a ulaşmayı diliyor ve daha ilerisine gitmiyor. Sanki Ramazan’ın öyle manevi bir iklimi var ki ona ulaşanın günahları, güneşin buzları eritmesi misali, birer birer eriyip gidiyor. Yeter ki insan diretmesin. Elinden geldiği kadarıyla orucunu tutsun. Elini, dilini, gözünü, kulağını ve sair azalarını günahlardan koruyabilsin.

Efendimiz (sav) bir hadislerinde şöyle buyuruyor: “Kim ki inanarak ve sevabını da Allah’tan umarak Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş bütün günahları affolur.” Bir insan için bundan daha büyük bir müjde ve mükâfat olabilir mi? Keşke imkânlarımız elverse de Ramazan’a en iyi şekilde hazırlanabilsek, bütün azalarımızı oruca hazır hale getirebilseydik. Ancak zararın neresinden dönülürse kârdır hesabınca biz de bugüne kadar olan zararımıza değil bundan sonra elde edeceğimiz kârımıza yoğunlaşmalıyız.

Bir Arap atasözü şöyle der: “Bütün bütün elde edilemeyen şey, bütün bütün terk edilmez.” Her birimizin gücü, kudreti, iradesi mutlaka farklı farklıdır. Dolayısıyla bu aydan istifademiz de farklı farklı olacaktır. Hedefimizde Cenab-ı Hakk’ın rızası olduktan sonra ihlâsla yapılan az bir amelin bile O’nun katında son derece değerli olacağını hatırımızdan çıkarmayalım.

Spor-toto, milli piyango kumara girer mi?

Spor-Toto ve Millî Piyango kumara girer. Bunlardan alınan meblâğlar da kumardan elde edilen meblâğlar gibidirler. Kumarda da kimse yeni bir şey imal etmez, sadece ortaya konmuş belli parayı iştirakçilerden birine, birkaçına verirler. Geriye kalanlara pişmanlık ve üzüntüden başka bir şey düşmez.

Spor helâl, kumar ise haramdır. Spordan elde edilen paranın helâl olup olmamasında ölçü şudur:

 Taraflar ortaya hiçbir şey koymazlar ancak üçüncü bir şahıs ödül olarak kazanan tarafa verir. Bunda kumar yoktur. Çünkü taraflar bir şey koymamakta, dağıtılan meblâğı kendileri temin etmemekteler.

 Taraflardan biri ortaya bir şey kor, (sen kazanırsan senin olsun, ben kazanırsam senden bir isteğim yoktur) der. Bu da câizdir. Çünkü bunda da kumara teşvik yoktur.

 Taraflar ortaya para yahut mal koyar, (kim kazanırsa o alacak) derlerse bu tam bir kumar olur, meşruluk arz etmez.

Toto ve Millî Piyango’da taraflar ortaya para koymakta, koydukları parayı kazananlara kaptırmakta, kendilerine ise pişmanlık ve üzüntü kalmaktadır.
 
 
 
 

22 Mayıs 2016 Pazar

İbadetlerin Bireysel Faydaları

İbadetlerin Bireysel Faydaları

1-      İbadet, kul ile Yaratıcı arasında manevi yakınlaşma sağlar. Belirli vakitlerde Allah’a yönelmek, insanın yaratan ile ilişkisini güçlendirir. Örneğin, namaz kılan insan, günde beş defa Allah’ın huzuruna durmakla ona manevi olarak yaklaşmış olur.
2-      İnsanın iç huzurunu güçlendirir:İbadetler, insanın iç huzurunu güçlendirir. İbadet eden kimse, görevini yerine getirmenin bilinci ile mutlu ve huzurlu olur. İç huzurunu sağlayan kişi, gelecekle ilgili yersiz korku ve endişelerden uzak olur.
3-      İbadetler insanda güven duygusunu geliştirir. Gücünün sınırlı olduğunun farkına varan insan, daha güçlü bir varlığa sığınma ihtiyacı hisseder. Bireylerin yalnızlık ve kimsesizlik gibi duygulardan kurtulmasına imkân tanıyan ibadetler, insandaki güven duygusunu geliştirir.
4-      İbadetler insanda sorumluluk bilincini geliştirir: İbadetler insanda sorumluluk bilincini geliştirir. Yaratıcısına karşı görev ve sorumluluklarını bilen insan, tüm davranışlarında bilinçli bir şekilde hareket etmeye çalışır. Hem kendisine hem insanlara hem de Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmek için gayret gösterir.
B-      İbadetlerin Toplumsal Faydaları
1-      Güzel ahlakın gelişmesini sağlar: İbadetler; güzel ahlakın gelişmesine katkıda bulunur. İbadetlerin düzenli bir şekilde yapılması, kişinin güzel ahlak sahibi olmasına ve çevresine karşı sorumlu bir birey olmasına katkı sağlar.
2-      Kötülüklerden alıkoyar: özelikle namaz başta olmak üzere ibadetler kişiyi kötü duygu ve düşüncelerden uzaklaştırır.
3-      Sosyal yardımlaşmayı teşvik eder: Özellikle zekat ve haz ve toplu halde yapılan ibadetler Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlamanın yanında zenginlerle fakirler arasında ilişkileri güçlendirir. Makam zenginlik ve mevki gibi ayrıştırıcı unsurları değil kardeşlik gibi birleştirici yönleri güçlendirir.
4-      Sabrı ve diğerkâmlığı öğretir: Özeelikle oruç ibadeti başta olmak üzere ibadetler bizlere sabırlı olmayı öğretir. yazın uzun ve sıcak günlerinde oruç tutan bir müslüman akşama kadar açlık ve susuzluğa sabreder. Özellikle bu sıkıntılar karşısında ahiretteki alacağı mükafatı düşündükçe sabrı daha da artar. Yine açlık ve susuzluk sayesinde sürekli olarak açlık çeken insalrın durumunu daha iyi anlar ve onlara yardım eder.
KAYNAK: