31 Ekim 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Ya Rab, aciziz!

Hekimoğlu İsmail - Ya Rab, aciziz!


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Ya Rab, aciziz!


İnsan, hayatı boyunca pek çok şeye muhtaçtır; beslenecek, barınacak, çoluk çocuk sahibi olacak... Bunlar bazen insana dünyadaki küçüklüğünü unutturur, insan büyüdüm sanır. Hâlbuki insan acizdir; çabuk üzülür, çabuk sarsılır.

Kolaylık ve zorluk da insan için geçerlidir. İnsana bir işi yapmak kolay gelirken, bir başka işi yapmak zor gelir.

Tefekkür edince anlıyoruz ki Allah kâinatı idare ediyor, insan kendini idare edemiyor. İşte bunun için de Allah, insana akıl vermiştir. İnsan bu akılla acizliğini idrak eder.

Bazıları diyor ki; “Niye aciz olacakmışım! Ben gayet iyiyim!” Fakat kendini çok kuvvetli zanneden insan, küçük bir kazada ömür boyu sakat kalabilir; küçük bir hayvan, küçük bir cam parçası, bir hapşırma yahut bir üzüntü, insanın sakatlanmasına hatta ölmesine neden olabilir.

İnsan eğer Allah'a sığınmazsa, Allah onun acizliğini ona daha şiddetli hadiselerle de bildirir. Bazen, birkaç saniye içinde gerçekleşen bir deprem, bazen beklenmedik bir yangın, küçük bir elektrik çarpması hayatımızı altüst eder.

Firavun'un ülkesi, serveti, ordusu, hazinesi vardı. Hz. Musa'nın ise hiçbir şeyi yoktu. Fakat Musa (as) Firavun'u mağlup etti. Çünkü Musa (as) bir peygamberdi. Allah'a dayanmıştı. Allah da O'nu güçlendirmişti. O'nu hiç kimse durduramazdı. Musa (as) denizi geçti, ancak Firavun aynı denizde boğuldu. Krallığı, varlığı, askerleri onu kurtaramadı.

Aynı şekilde Kâbe'yi yıkmak niyetiyle yola çıkan Ebrehe, ordusuna güveniyordu. O zamanın şartlarında fillerin varlığı ordusunu daha güçlü kılıyordu. Ama Ebrehe Kâbe'ye yaklaştığı vakit, ne yaptı ne ettiyse de en büyük filini yürütemedi. Bu sırada, bulut gibi ordunun üzerine yaklaşan ebabil kuşları ve bunların attığı küçücük taşlar, Ebrehe'nin o güçlü ordusunu paramparça etti.

İslâm tarihinde misalleri çoktur; Allah'a karşı aczini bilen insan yüksek bir ahlaka sahip olur, rahat eder, huzur bulur; manen tekâmül eder, velayet makamına kadar ulaşabilir; nice mübarek kimseler, aciz olduklarını bilip Allah'a dayanmışlardır. Allah'a dayandıkları oranda da güçlenmişlerdir. “Ben yaparım, ben başarırım, ben üstesinden gelirim…” deselerdi, bir süre yürüseler bile, tıpkı Firavun ve Ebrehe gibi bir gün yolda kalırlardı.

Diğer yandan gençlik, ana, baba, yakınlar gidiyor. Gideni durduramayan, bunlardan elem çeken insan aciz değil mi? Ne zaman bu konu aklıma gelse hemen 20. Mektup'u açar okurum;

“Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azap çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr'dir, hem Rahîm'dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.”

Kâinatta olup biten her şey Allah'ın iradesindedir; Allah, tüm varlıklar arasından insanı seçmiş ve kendine muhatap etmiş. “Ey İnsan! Sen hayatına lazım olan şeyleri tedarik edemezsin. Ne gücün yeter buna ne de servetin. Gücü sonsuz olan Benden iste ne isteyeceksen.” buyurmuş.

Öyleyse acziyetini itiraf edip “Allah'ım sen yaratansın, ben yaratığım; Sen her şeyin sahibisin ben hiçbir şeyin sahibi değilim.” deyip, Allah'a sığınmak kul olmanın gereğidir.

Ya Rab, aciziz! Bazen, Senden gelene razı olmamanın tenakuzuna ve azabına düşüyoruz, şefkatli tokatlardan ağlıyoruz. Bizleri affet! Bizleri rızana muvafık noktada bulundur; bizleri İslâm'a hizmetkâr eyle; Resul-ü Ekrem (sas)'in Ümmeti olmamızı müyesser kıl...

Amin, amin, amin!
 
 
 
 

30 Ekim 2015 Cuma

Hak ve Adalet Dini

Hak ve Adalet Dini

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey îman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, anne babanız ve akrabanızın aleyhine bile olsa Allah için şahitlik eden kişiler olun! (Haklarında şahitlik yaptığınız kişilerin) zengin veya fakir olmasına bakmayın, zira Allah onlara (sizden) daha yakındır. Nefsin arzularına tâbî olmayın ki haktan dönmeyesiniz ve adâlet üzere hareket edebilesiniz! (Şahitliği) eğip büker yahut ondan tamamen yüz çevirirseniz, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.” (Nisâ, 135)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Her kim insanlarla muâmelede bulunur haksızlık etmez, onlarla konuşur yalan söylemez, onlara vaatte bulunur sözünden dönmezse işte o, insanlığı kemâle ermiş, âdaleti ortaya çıkmış ve kendisiyle kardeş olunması vâcip olmuş kişidir.” (Deylemî, Hadis No: 5546)


29 Ekim 2015 Perşembe

Ahiret Kazancı

Ahiret Kazancı

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (Şûrâ, 20)

Rasûlullah (sav) buyurdular:

“Kimin niyeti âhiret olursa Allah onun işini derleyip toplar kalbine kanâat verir. Dünya onun ardından kerhen de olsa gelir. Kimin niyeti sadece dünya olursa Allah onun işini bozup alnına da fakirlik damgası vurur. Dünyadan da Allah’ın takdir ve taksiminden başka bir şey elde edemez.” (İbn Mâce, Zühd 4105; Dârimî, Mukaddime 229.)



28 Ekim 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Yönetime talip olanlarda sorumluluk duygusu

Ahmed Şahin - Yönetime talip olanlarda sorumluluk duygusu


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Yönetime talip olanlarda sorumluluk duygusu


Geçmişte millete ait bir göreve talip olanlar hem sevinir hem de üzülürlermiş.

Sevinmelerinin sebebi belli, talip oldukları makamın sağlayacağı imkânlar, itibarlar, şan, şöhret gibi getirileri var. Buna rağmen neden bir de üzülürlermiş? O makam ve mevkiin vebal ve sorumluluğunu da hesaba katarlarmış da ondan üzülür, endişe duyarlarmış, görevimizi tam yapamaz da milletin hakkını yüklenirsek halimiz nice olur diye hayıflanırlarmış. Hatta talip oldukları makam ve mevkiin vebal ve sorumluluklarına ait örnekleri de okur, dinler, sorumluluklarının ağırlığını idrak ederek endişe içinde talip olurlarmış o makamlara. İsterseniz bu sorumlulukları anlatan örneklerden bazılarını birlikte okuyalım bugün. Bakalım devlete ait makamlara talip olanlar, sorumluluklarının ağırlığını ne ölçüde biliyor, ne miktarda farkına varıyorlar bir düşünelim biz de.

Bir gece Medineli bir ihtiyar kalkıp Halife Hz. Ömer Efendimiz'in huzuruna girer. Halife, buyur efendi meselen nedir anlat, der. Yaşlı zat, devletle ilgili bir meselem yoktur, evde yalnız kalınca gelip sizinle biraz özel sohbet etmek istedim, der. Öyle ise birazcık bekle, diyen halife, hemen yanan mumu söndürüp yanındaki yedek mumu yakar. Ondan sonra, buyur şimdi seninle özel konuşabilirim, der. Yaşlı adam halifenin bir mumu söndürüp ötekini yakma telaşına akıl erdiremez de sorma gereği duyar:

- Yanan mumu neden hemen söndürüp ötekini yaktınız da ondan sonra benimle konuşmaya karar verdiniz, der? Halifenin cevabı sorumluluk duygusunun nerelere kadar yükseldiğini göstermektedir:

- Yanan mum devletin mumuydu, der. Devletin mumunu devletin işini görürken yakıyorum, yanındaki de şahsıma ait yedek mumdur. Onu da şahsıma ait konuşmalarda kullanıyorum. Devletin mumunda tüm milletin hakkı vardır. Onu şahsi işlerimde kullanırsam tüm milletin hakkını yüklenmiş, mahşerde topyekûn milletle helalleşmek zorunda kalmış olurum. Bu ise kolayca göze alınacak bir hesaplaşma değildir, açıklaması yaparak böylece günümüzde yönetime talip olanlara unutamayacakları tarihi bir devlet-millet malını kullanma vebalinin ağırlığına dikkat çekmiş olur. Bu konuda had safhada endişe duyan halife, bir gün de sahabenin zenginlerinden olan Abdurrahman bin Avf'tan ödünç para ister. Şaşıran Abdurrahman der ki:

- Müminlerin emiri, ödünç parayı benden mi istiyor? Hâlbuki hazine elinin altındadır. Oradan istediğin kadarını alabilir, sonra istediğin zaman da ödeyebilirsin! Halife'nin cevabı, sorumluluk duygusunun unutulmaz bir örneğini teşkil eder:

- Ey Abdurrahman! der, ödünç parayı senden istiyorum da elimin altındaki hazineden almıyorum. Çünkü der, hazinede bütün milletin hissesi vardır. Oradan aldığımı ödemede bir kusurum olursa bütün bir milletle helalleşmek zorunda kalırım mahşerde. Bu da beni korkutur. Ama senden aldığımı ödemeden ölürsem mahşerde bir millete mukabil bir Abdurrahman'la helalleşmek zorunda kalırım. Bu ise ötekine nispetle göze alınabilecek bir helalleşmedir. Onun için ödünç parayı hazineden almıyorum da senden istiyorum!

Bir tarihi örnek daha verelim, devlet malından istifade etmekten korkma ve kaçınma konusunda. Medine'de zeytinyağı sıkıntısı çekilmektedir. Bu yüzden Halife, dışarıdan getirttiği zeytinyağını şehrin meydanında halka bizzat nezaret ederek dağıtır. Bu sırada boşaltılan küplerden birinin içine elini sokup bulaşan zeytinyağıyla saçlarını yağlayan bir çocuğu gören halife, hemen elinden tuttuğu çocuğu orada birine teslim ederek der ki:

- Derhal bu çocuğun saçlarını kestirin! Çünkü bu saçlarda devlet malı bulaşığı vardır. Şimdiden devlet malının bulaşığına alışan çocuk, yarın bunun tamamına göz koyacak bir anlayışa yönelebilir. Zapt edilmez bir sorumsuzluğa girebilir. Biz de ona kötü örneklik etmiş oluruz.

Seçim öncesi devrelerde devlet kademelerinde çeşitli görevlere talip olanlar için bizim duamız hep aynı olmaktadır. Diyoruz ki:

- Rabb'imiz! Millete ait makamların dünyevi-uhrevi sorumluluklarını vicdanlarının taa derinliklerinde duyarak yönetime talip olan adaletli insanları muvaffak eylesin! Mahşerde millete karşı mahcup olacak sorumsuzlukta olanlara da önce sorumluluk duygusu nasip eylesin, sonra başarılar lütfeylesin. Bilmem siz ne dersiniz bizim bu dua ve temennimize?
 
 
 
 

27 Ekim 2015 Salı

Ahmed Şahin - Sahabe soruyor: Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?

Ahmed Şahin - Sahabe soruyor: Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Sahabe soruyor: Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?


Birlik beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu tartışmalı devrede, sahabenin Sıffin Savaşı'ndan sonra sorduğu bu tarihi ‘Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?' sorusunu biz de kendi nefisimize sorsak mı acaba diye düşündüm.

İsterseniz bu tarihi olayın özetini Kütüb-ü Sitte'den bir daha okuyalım. Bakalım kucaklaşma zamanımız gelmiş mi, yoksa gelip geçmiş de biz farkında değil miyiz bir daha düşünelim.

Hz. Ali (ra) Efendimiz'le Hz. Muaviye arasında cereyan eden 657'deki Sıffin Savaşı'ndan sonraki acılı günlerden biriydi. Mescid-i Saadet'e gelen Hz. Hüseyin, selam verip bir köşeye çekilerek oturmuştu. Selamı alan Amr bin As'ın oğlu Abdullah ise yanındakilere eğilerek:

-Şu zatı görüyorsunuz ya, dedi, melekler şu an yeryüzündeki insanların en hayırlısının bu olduğuna kanidirler. Ne yazık ki böyle en hayırlı insan benimle küs duruyor, konuşmuyor. Sahralar dolusu koyunum olsa benimle konuşması için müjde olarak verirdim doğrusu!

Bu değerlendirmeyi dikkatle dinleyen sahabe Ebu Said el Hudri:

-Madem Hüseyin'in şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğuna inanıyorsun, öyle ise ben sizi barıştırmak için görev alırım, diyerek araya girme sözü verdi. Ertesi gün Abdullah'la birlikte Hz. Hüseyin'in yanına gittiler. Kendisi huzura önce girdi, Abdullah'ı da ısrardan sonra kabul ettirdi. Büyük bir saygı ile içeri girip kapıya yakın yere diz çökerek oturan Abdullah'a Hz. Hüseyin'den ilk soru şöyle geldi:

-Benim şu anki yeryüzü halkının en hayırlısı olduğumu söylemişsin, bu doğru mu?

-Elbette doğru. Onda hiç şüphem yoktur.

-Madem öyledir, Sıffin'de neden Muaviye tarafında yer alıp babama karşı savaştın? Halbuki babam benden de hayırlıydı?

Böyle bir sorunun geleceğini bekleyen Abdullah, iki dizi üzerine gelerek:

-Resulullah'ın(sav) aziz evladı, lütfen beni birazcık dinle, sonra vereceğin karara gönülden razıyım, onu da bil, dedikten sonra Sıffin Savaşı'nda nasıl karşılarında yer aldığını anlatan şu önemli açıklamayı yaptı. “Babam Amr bin As, vaktiyle benim elimden tutarak senin şanı yüce deden Resulullah'ın huzuruna götürüp şikâyet ederek: Ya Rasulallah dedi, bu oğlum Abdullah ibadette aşırı gidiyor, bütün gece namaz kılıyor, bütün gün de oruçlu bulunuyor. Bu kadar ileri gitme diyorum, itaat etmiyor, beni de dinlemiyor, deyince, senin şanı yüce deden bana: Abdullah, dedi, ben de gece namaz kılarım, ama uyurum da, ben de gündüz oruç tutarım ama yerim de. Sen de öyle yap, bu kadar aşırı gitme! Bundan sonra da hiç unutamadığım şu tembihte de bulunmuştu: Abdullah, sakın babana itaatsizlik edip de sözünden dışarı çıkma!” İşte beni Sıffin'de size karşı getiren, aziz dedenin bu tembihidir. Ben babamla birçok savaşlarda birlikte oldum. Şam'ın, Filistin'in, Mısır'ın fethinde yanından ayrılmadım. Çok da faydalı oldum. Ama Sıffin'e gelince orada durdum, yanında yer almaktan kaçındım. Buradaki cephe, bundan öncekiler gibi yabancılardan oluşmuyordu çünkü! Bunun üzerine babam bana ısrar etti, babaya itaat etmem gerektiğini Resulullah'ın söylediğini hatırlattı. Ben de o tembihe karşı gelmiş olmamak için babamın yanında yer aldım, dolayısıyla size karşı düşmüş oldum. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, asla ok atmadım, asla kırıcı bir söz söylemedim. Sadece babama itaatsizlik etmiş olmamak için yanında bulundum, hepsi o kadar! Abdullah, sözlerine şunu da ekler: “Buna rağmen keşke ben katıldığım önceki savaşlardan birinde ölseydim de Sıffin'de sizin karşınızda yer almış duruma düşmeseydim. Gece gündüz bunun pişmanlığını duymakta, her fırsatta tövbe istiğfarımı yapmaktayım!”

Bu sözlerden sonra Hz. Hüseyin'in yüzünde tebessüm işaretleri görülür.

- Allah, herkesin niyetini bizden iyi bilir, der.

Bu sırada araya giren barışçı Ebu Said el Hudri'nin teklifi duyulur:

-Kucaklaşma zamanı gelmedi mi?

Abdullah, oturduğu yerden saygıyla kalkarak Hz. Hüseyin'e doğru yürür, muhabbetle kollar açılır, kalpler sevgi ile dolarak kucaklaşırlar, küs duran Müslümanlara savaş sonrasında böyle barış örneği vermiş olurlar.

Bilmem bu tarihî kucaklaşma tüm müminlere de bir şeyler söylemiş oluyor mu? Artık bizim de kucaklaşma günlerine geldiğimizi hatırlatmış sayılıyor mu? Hadis-i şerifler de bunu mu ifade ediyor: “Birlikte rahmet, ayrılıkta ise azap vardır!” “Allah'ın yardımı, birlikte olanlar üzerinedir!” “Kamil mümin, anlaşan ve anlaştıran kimsedir!”

Fatebiru ya ülil ebsar! Düşünün ey basiret sahipleri! Yok mu bizde de anlaşan, anlaştıran kamil müminler, sahabe gibi aramıza girip de ‘Kucaklaşma zamanı gelmedi mi daha?' diye sorabilen barıştırıcı Ebu Said el Hudri'ler?
 
 
 
 

25 Ekim 2015 Pazar

Gariplere müjdeler olsun

Gariplere müjdeler olsun


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslâha çalışmayan, böylece haddi aşan kimselerin emrine uymayın!” (Şuara, 151-152)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Ortalık kargaşa içindeyken ibadet etmek, bana (kavuşmak üzere) hicret etmek gibidir.” (Müslim, Fiten, 130. Tirmizî, Fiten, 31/2201; İbn-i Mâce, Fiten, 14)



 

24 Ekim 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Âdetullah'a ittiba ibadettir…

Hekimoğlu İsmail - Âdetullah'a ittiba ibadettir…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Âdetullah'a ittiba ibadettir…


Tefekkür edersek kâinatta her şey mükemmeldir; her şey, bir şeyi anlatıyor. O bir şey insandır. Çünkü insan, kitab-ı kâinatla ve Kur'ân-ı Kerim'le irtibatlıdır. O irtibat kopunca kâinatta tek asi varlık olarak “insan” kalır!

“İnsan” diyorum, çünkü ecnebi ülkelerde işini güzel ve doğru yapan çok insan gördüm. Onlar, âdetullahı görmüş ve anlamış. Çünkü insanın insana üstünlüğü yoktur insanları üstün kılan prensiplerdir. Bunu keşfeden gayrimüslimler İslam prensipleriyle maddeten üstün oluyorlar. Eğer Müslümanlarda yanlışlıklar varsa, âdetullah anlaşılmamış demektir.

Âdetullah! Yani Allah'ın yaptığı işler… Bir başka deyişle esma-ül hüsna'nın tecellisi...

Mesela insanların hemen hepsi televizyon seyreder, radyo dinler. Hâlbuki ekseri seyrettiği şeylerde kendisini ilgilendiren bir şey yok. Falan dizide şöyle olmuş… Falan şunu demiş, bunu yapmış… Dikkat etsek görürüz ki, insan kendisiyle alâkası olmayan şeylerle meşgul oluyor. Meşgul olmakla da kalmıyor, merak edip takip ediyor, tesiri altında kalıyor.

Hâlbuki acıkmak duygusunu içimize yerleştiren Allah, merak etmek duygusunu da yerleştirmiş ki, “Nereden geldim, nereye gideceğim, cennet nedir, cehennem nedir, Peygamber kimdir, ‘Allah kadirdir' ne demektir, acaba Enfal Sûresi neden bahseder, öldükten sonra dirilmek nasıl olur?”; insanın vazifesi, İslamiyet'i öğrenmek, anlamak ve yaşamaktır. İşte merak da insana bunun için verilmiştir; kendisine lazım olanı arayıp bulsun diye.

Mesela seneler önce torunum “Dede, ölmek nedir, dirilmek nedir, sen söylüyorsun ama ben bir şey anlamıyorum.” deyince, bir kuru fasulyeyi aldım, “Bak güzel torunum bu kuru fasulye beyaz kefenini giymiş ölmüş, şimdi bu ölüyü seninle beraber toprağa gömelim, sonra bir iki gün bekleyelim bu fasulyenin dirildiğini görelim.” dedim. Saksıya fasulyeyi gömdük. Fasulye güneş ışığına çıktığı zaman torunum sevinçle bana gelip haber verdi. “İşte bak, dirildi.” dedim ve torunum bu meseleyi anladı.

Allah'ın yarattığı her şey mükemmel; organlarımız mükemmel olduğu gibi, domates mükemmel, kuş mükemmel, yıldızlar ve kökler mükemmel… Kâinat mükemmel. Peki Allah kâinatı nasıl idare ediyor? Küçük, büyük her şeye nasıl nizam vermiş?

İşte insan, bu sırrı yakaladı mı şahsi hayatından, aile, şirket ve devlet nizamına kadar her yerde üstün duruma gelir.

Nasıl ki dünya ekseni etrafında dönüyor, bir saniye dursa üzerindekileri silkeler atar; bunun için vazifesini tam yapıyor, devamlı dönüyor. Aynen öyle de insanın kendisine düşen vazifeyi en güzel ve doğru şekilde yapmak için gayret etmesi aynı zamanda âdetullaha ittibadır. Allah Rezzak'tır; insanın cömert olması âdetullaha ittibadır. Allah Şafi'dir, şifa verir; doktor olmak, doktora gitmek âdetullaha ittibadır. Allah Sani'dir, en büyük sanatkardır; sanatkar olmak âdetullaha ittibadır, sevaptır. Her şey bir nizam içindedir, bu nizamı kuran, devam ettiren Allah'tır. Mesela ilim de Allah'ın sıfatıdır. İlme çalışan âdetullaha ittiba etmiş olur; biz yazı yazıyoruz; Allah, atom harfleriyle molekül heceleriyle kâinatın kitabını yazmış. Öyleyse Müslümanların ilimde, sanatta ilerlemesi âdetullaha ittibadır; yani Allah'ın sıfatlarını beşer planında talim etmektir; en mühim ibadetlerden biridir.

Mademki âdetullaha ittiba etmek ibadettir, maddeten ve manen inkişaf etmek isteyen Müslüman da Kur'an ve sünnet çerçevesinde yaşamalı, yaptığı her şeyde âdetullahı mihenk olarak almalıdır.

Böylece insan, yaradılışına uygun yaşamış olur; her alanda muvaffak olur. İslam'ın hedefi de budur.
 
 
 
 

23 Ekim 2015 Cuma

10 Soruda Muharrem Aşûre ve Kerbela Olayı

10 Soruda Muharrem Aşûre ve Kerbela Olayı

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
23 Ekim 2015, 02:54


Hz. Hüseyin’in Fatma ve Sakine isimli kızları İstanbul’da defnedilmiş. Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii’nin bahçesi özellikle bu günlerde Türkiye’nin her yanından gelen ehli beyt sevdalılarıyla doluyor.

Aşûre Günü Duası Var mıdır?


Bismillahirrahmanirrahim.
 
Allah’ım, Sen Ebedî’sin, Kadîm’sin, Evvel’sin. Sonsuz keremin ve fazlın hürmetine, önümüzdeki yeni yıl içinde bizi, şeytandan, onun avenelerinden ve dostlarından korumanı isterim. Sürekli kötülüğü emreden, fenalık isteyen nefsime karşı yine Senden yardım dilerim. Beni Sana yaklaştıracak amellerle benim her türlü derdime deva bahşetmeni ümid ederim. Ey Celal ve İkram Sahibi, Ey Merhametlilerin en Merhametlisi, rahmetini beklerim!

Muharrem Ayının Fazileti Nedir?
Peygamberimizin ifadesiyle "Şehrullahi'l-Muharrem- Allah'ın ayı Muharrem" olarak bilinen Muharrem ayı, ilahi bereket ve feyzin bollaştığı bir aydır. Allah'ın rahmetine ermenin önemli bir fırsatı olduğu için Peygamberimiz tarafından bu şekilde bildirilmiştir.

Muharrem Ayının Özellikleri Nelerdir?
Muharrem ayının İslam tarihinde belli başlı üç önemli özelliği vardır. 1. Bu ayda oruç tutulması, 2. Hicrî takvimin başlangıcı olması, 3. Hz. Hüseyin ve evlatlarının Kerbela'da şehit edilmesidir.

Aşûre Gününün Önemi Nedir?
Aşûre günü, Muharrem ayının 10. günüdür. Bugünle alakalı üzerinde durulan iki önemli husus vardır: 1. Hz. Musa ve Yahudilerin Firavun’un zulmünden bugün kurtulması. 2. Hz. Nuh’un gemisinin Cudi Dağı’nın başına oturması ve o günden bu yana bütün Sami dinlerinde oruç tutulması.

Aşûre Orucu Ne Zaman Başlamıştır?
Efendimiz Medine’ye hicret ettiğinde Yahudilerin Aşûre gününde oruç tuttuklarını gördü. “Bu oruç nedir” diye sorunca şöyle cevap verdiler: “Allah Teâlâ bu günde Musa (a.s.) ile İsrailoğullarını düşmandan kurtarmıştır. Bu sebeple Musa (a.s.) bu günde oruç tutmuştur.” Peygamber Efendimiz de “Ben Musa’ya sizden daha yakınım” buyurdu ve bu günde oruç tutulmasını emretti.

Orucun Hükmü Nedir?
Efendimiz, Aşûre orucu hususundaki teşviklerine Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar devam etti. Daha sonra ise insanları serbest bıraktı. Şu hadis-i şerif bu durumu ifade eder: “Bu gün Aşûre günüdür. Bu günde oruç tutmak sizlere farz olmamıştır. Dileyen oruç tutsun, dileyen tutmasın.”

Sadece Aşûre Günü Oruç Tutulabilir mi?
Sadece Aşûre gününü oruçlu geçirmek mekruh görülmüş, önceki veya sonraki günle beraber tutulması tavsiye edilmiştir. Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Aşûre orucunu tutun; ancak bir gün önce veya bir gün de sonra tutarak Yahudilere muhalefet edin.”

Aşûre Günü Başka Neler Yapılabilir?
Efendimiz şöyle buyurur: “Kim, ailesine Aşûre günü cömert davranırsa Allah da ona senenin geri kalan günlerinde lütuf ve ihsanlarını yağdırır.” Sahabe’den Cabir (r.a.) diyor ki: “Ben bunu kırk yıl denedim, hiç aksamadı.”

Kerbela’da Neler Oldu?
Efendimizin torunu ve aynı zamanda Hz. Ali'nin oğlu olan Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişi hicri 61'de Muharrem'in onuncu gününde (10 Ekim 680) Kerbela'da, sırf siyasi emeller sebebiyle Yezid'in ordusu tarafından katledildiler.

Hz. Hüseyin’in Fazileti Nedir?


Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a)'a son derece düşkün olup onları çok severdi. Onlar hakkında: "Allah'ım! Ben, bunları seviyorum. Sen de sev bunları" buyurmuştur.


 
 
 
 

22 Ekim 2015 Perşembe

Furkan suresi (1-34)

Furkan suresi (1-34) 




25-el-FURKÂN

Bu sûre Mekke'de nâzil olmuştur, sadece üç âyetinin (68, 69, 70) Medine'de nâzil olduğu hakkında bir rivayet vardır. 77 (yetmişyedi) âyettir. Sûre, adını ilk âyetinde geçen "el-furkan" kelimesinden alır. "Furkan", hakkı bâtıldan ayırdeden demektir ve Kur'an-ı Kerim'in isimlerindendir.

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.

1. Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren, Allah, yüceler yücesidir.

2. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur.O bir çocuk edinmemiştir,mülkünde ortağı yoktur .Her şeyi yaratmış, ona ölçü , biçim ve düzen vermiştir.

3. (Kâfirler) O'nu (Allah'ı) bırakıp, hiçbir şey yaratamayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler.

4. İnkâr edenler: Bu (Kur'an), olsa olsa onun (Muhammed'in) uydurduğu biryalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir, dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır.

5. Yine onlar dediler ki: (Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır.

6. (Resûlüm!) De ki: Onu göklerde ve yerdeki gizlilikleri bilen Allah indirdi. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

7. Onlar (bir de) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı!

8. Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yeyip (meşakkatsizce geçimini sağlayacağı) bir bahçesi olmalıydı. (Ayrıca) o zalimler (müminlere): Siz, ancak büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız! dediler.

9. (Resûlüm!) Senin hakkında bak ne biçim temsiller getirdiler! Artık onlar sapmışlardır ve (hidayete) hiçbir yol da bulamazlar.

10. Dilerse sana bunlardan daha iyisini, altlarından ırmaklar akan cennetleri verecek ve sana saraylar ihsan edecek olan Allah'ın şanı yücedir.

11. Onlar üstelik kıyameti de yalan saydılar. Biz ise, kıyameti inkâr edenler için alevli bir ateş hazırladık.

12. Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.

13. Elleri boyunlarına bağlı olarak onun (cehennemin) dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yokoluvermeyi isterler.

14. (Onlara şöyle denir:) Bugün (yalnız) bir defa yok olmayı istemeyin; aksine birçok defalar yok olmayı isteyin!

15. De ki: Bu mu daha iyi, yoksa takvâ sahiplerine vâdedilen ebedilik cenneti mi? Orası, onlar için bir mükâfat ve (huzura kavuşacakları) bir varış yeridir.

16. Onlar için orada ebedî kalmak üzere diledikleri her şey vardır. İşte bu, Rabbinin üzerine (aldığı ve yerine getirilmesi) istenen bir vaaddir.

17. O gün Rabbin onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?

18. Onlar: Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki, sonunda (seni) anmayı unuttular ve helâki hak eden bir kavim oldular, derler.

19. (Bunun üzerine ötekilere hitaben şöyle denir:) İşte (taptıklarınız), söylediklerinizde sizi yalancı çıkardılar. Artık ne (azabınızı) geri çevirebilir, ne de bir yardım temin edebilirsiniz. İçinizden zulmedenlere büyük bir azap tattıracağız!

20. (Resûlüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı. (Ey insanlar!) Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan (vesilesi) kıldık; (bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.

21. Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.

22. (Fakat) melekleri görecekleri gün, günahkârlara o gün hiçbir sevinç haberi yoktur ve: (Size, sevinmek) yasaktır, yasak! diyeceklerdir.

23. Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler haline getiririz (değersiz kılarız).

24. O gün cennetliklerin kalacakları yer çok huzurlu ve dinlenecekleri yer pek güzeldir.

25. O gün gökyüzü beyaz bulutlar ile yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir.

26. İşte o gün, gerçek mülk (hükümranlık) çok merhametli olan Allah'ındır. Kâfirler için de pek çetin bir gündür o.

27. O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım!

28. Yazık bana! Keşke falancayı (bâtıl yolcusunu) dost edinmeseydim!

29. Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.

30. Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur'an'ı büsbütün terkettiler.

31. (Resûlüm!) İşte biz böylece her peygamber için suçlulardan düşmanlar peydâ ettik. Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.

32. İnkâr edenler: Kur'an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk.

33. Onların sana getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını getirmeyelim.

34. Yüzükoyun cehenneme (sürülüp) toplanacak olanlar; işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.
............

http://www.enfal.de/mdiyanet/furkan.htm


21 Ekim 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Sahabe ihtilaflarını gündeme taşımakta fayda yok!

Ahmed Şahin - Sahabe ihtilaflarını gündeme taşımakta fayda yok!


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Sahabe ihtilaflarını gündeme taşımakta fayda yok!


Saadet asrında sahabeler arasında cereyan etmiş olan Cemel ve Sıffin savaşlarını özellikle Muharrem ayında gündeme taşıyarak yeniden bir tartışma ortamı oluşturmakta fayda görülmemiştir.

Aşure gününde Kerbela'da Resulüllah'ın 72 Ehl-i Beyti'nin vicdan sızlatan şahadetini söz konusu ederken zalimlere lanetler yağdırmakta, saç baş yolacak derecede bağırıp çağırarak feryad-ü figanlar etmekte sevap getirecek bir ibadet manası da tespit edilememiştir.

Ehl-i Sünnet alimleri, geçmişte sahabeler arasında cereyan etmiş gönül yakıp vicdan sızlatıcı ihtilaf savaşlarını 14 asır sonra yeniden gündeme getirip, tekrar bir ıstırap ve ihtilaf ortamı oluşturmayı faydalı bulmamışlar, hatta mahzurlu da görmüşlerdir. Karalar giyip matem tutarak o günkü zalimlere lanetler yağdırmayı da sevap getiren faydalı bir amel olarak görmemişler, tavsiye de etmemişlerdir.

Yorumlarına büyük değer verdiğimiz Bediüzzaman Hazretleri gibi alimler, Müslümanların birlik beraberliğini bozan geçmiş olayları yeniden gündeme getirmenin zararlarına dikkat çekerken şu önemli mahzurları dikkatlerimize sunmuşlardır eserlerinde:

1- Geçmişin suçlu insanlarını bugün yeniden zem etmeye hiç lüzum yoktur. Onlar ahirete, ceza yerine gitmişlerdir. Lüzumsuz, zararlı onların kusurlarını açıklamak, emrolunan Al-i Beyt sevgisinin gereği ve lazımı da değildir.

Bu sebeple, Ehl-i Sünnet vel cemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı faydalı bulmamış, hatta mahzurlu dahi görmüşlerdir!

2- Yaşanan ilk Cemel vak'asında Aşere-i Mübeşşere'den Zübeyir, Talha ve Aişe-i Sıddika (ra) da bulunmasıyla Ehl-i Sünnet vel cemaat, o savaşı, ictihad neticesi deyip “Hazreti Ali (ra) haklı, ötekiler haksız; fakat ictihad neticesi olduğundan affedilmiştir!” diyerek konuyu kapatmışlar, yeni yaşanmış bir olay gibi gündemde tutmayı, faydalı görmemişlerdir.

3- Ayrıca Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelamın büyük allamesi olan Sadeddin-i Taftazani: “Yezid'e lanet caizdir” demiş; fakat “Lanet vaciptir!” dememiş, “Hayır vardır, sevaplıdır” dememiştir! Çünkü hem Kur'an'ı, hem Peygamber'i, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkâr eden bugün çok kimseler vardır. Onlardan söz etmeyip de geçmişin yaklaşık 1400 senelik yaralarını yeniden deşeleyip kanatmakta fayda da yoktur, sevap da.

4- Kaldı ki, şer'an, bir adam lanetlikleri hiç hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yoktur. Çünkü zem ve lanet, medih ve muhabbet gibi (sevap getiren faziletli amellerden) değildir. Onlar salih amele dahil olamazlar.

5- Madem zem etmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer'i, bir mecburiyet yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer'i var. Zem ve tekfir haksız olsa büyük zararı da var; haklı olsa, hiç hayır ve sevap yok! Öyle ise hayrı ve sevabı olmayan şeyleri terk etmekte hayır ve isabet vardır.

6- Bu gibi önemli sebeplerden dolayı başta dört imam ve Ehl-i Beyt'in on iki imamı olarak Ehl-i Sünnet, Müslümanlar içinde o eski zaman fitnelerinden söz açıp tekrar münakaşa etmeyi caiz görmemişler, faydasız, zararı var, demişlerdir.

7- Hem o sahabeler arasında geçen ilk savaşlarda her nasılsa çok ehemmiyetli sahabeler iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki sahabelere, Talha ve Zübeyir (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere'ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Halbuki, hata varsa tevbe ihtimali kuvvetlidir. Bunları düşünmeden o büyük sahabelere karşı da itiraz duygusuna girmek bir şey kazandırmaz ama çok şey kaybettirebilir!

8- Bu gibi önemli gerekçelerden dolayı geçmiş zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o üzücü olayları yeniden kurcalamaktansa, şimdi bu zamanda bilfiil İslamiyet'e dehşetli darbeleri vuran, binler lanete, nefrete müstahak olanların verdikleri zararları önlemeye çalışmak, önde gelen görevimiz olmalıdır.

Nitekim Ömer bin Abdülaziz gibi birinci asrın ilk müceddidi, şöyle açıklamada bulunmuştur bu konularda:

- Allah bizim elimizi o kanlı olaylardan temiz tuttu, biz de dilimizi temiz tutar, ileri geri konuşarak yeni ayrılıklara sebep olmaktan kaçınırız.

Kaldı ki Ehl-i Beyt sevgisi bizim inancımızın ihmal edilmez gereğidir. Namazlarımızda tahiyyattan sonra okuduğumuz salavatlarımızla Ehl-i Beyt'e ömür boyu dua eder, gönderdiğimiz manevi hediyelerimizle şefaatlerini de ümid ederiz.
 
 
 
 

20 Ekim 2015 Salı

Ahmed Şahin - Muharrem ayının mesaj yüklü meseleleri!

Ahmed Şahin - Muharrem ayının mesaj yüklü meseleleri!


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Muharrem ayının mesaj yüklü meseleleri!


İlk hicret kafilelerimizin Mekke'den Medine'ye müteveccihen yola çıkmaya başladığı bu Muharrem ayı, tarih boyunca birçok kutsal olayların yaşandığı mübarek bir ay olarak da tanınmış, hicri yılımızın birinci ayı olmaya da bu sebeple layık görülmüştür.

Nitekim Hz. Adem'in tövbesinin kabulünden başlayan Peygamberlere ait büyük kurtuluş mucizeleri hep bu Muharrem ayında ve aşure gününde cereyan etmiştir. Hz. Musa'nın Firavn'ın zulmünden kurtulması, Hz. İbrahim'in Nemrut'un ateşinden korunması, Hz. Nuh'un gemisinin Cudi Dağı'nda tufandan kurtulup karaya çıkması da bu ayda gerçekleşen büyük kutsal olaylardan bazılarıdır. Tufandan kurtuluşun şükrü için geminin ambarında kalan tahılları çıkarıp özel bir tatlı yapan gemi sakinleri, böylece günümüze kadar gelen aşure tatlısını da başlatanların başında yer almışlardır.

İnsanlar her yıl Muharrem'de bu tarihi olayı bir daha hatırlatmak istercesine benzeri tatlılar yaparak eş dost, konu komşu ile paylaşarak yeniden bir kaynaşma, sevgi saygı tazeleme vesilesi meydana getirmişler. Dini bir mecburiyeti olmadığı halde aşure tatlısı bu faydalılığından dolayı tarih boyunca devam edip gelmiş, komşuluğun ve dostluğun canlanmasına hep vesile kılınmıştır.

Aşure günü oruç tutan Yahudilere Efendimiz'in sorması üzerine onlar:

-Hz. Musa ile İsrailoğulları Fir'avn'ın zulmünden aşure gününde kurtulduğu için şükür orucu tutmaktayız, demeleri üzerine, Efendimiz (sas), ‘Ben Musa'ya sizden daha yakınım' buyurarak O'nun tuttuğu aşure orucunu tutmuş, tutulmasını da emretmişti. Ancak ertesi sene Ramazan orucu farz kılınması üzerine insanları muhayyer bırakan Efendimiz, İsteyen tutsun, isteyen de tutmasın, bize ait Ramazan orucumuz başladı, buyurmuştur.

Bu sebeple aşure orucu için deniyor ki: Aşure gününde oruç tutan sevap alır, tutmayan da günaha girmez. Ancak, aşure gününde sevabın çokluğunu düşünerek oruç tutacak olanlar, önüne yahut da arkasına bir oruç ekleyerek çift oruç tutsalar, Yahudilerin tek orucunu taklit değil de, kendi nafile oruçlarını tatbik etmiş olurlar.

Ne var ki, tarih boyunca hep özel ve güzel olayların yaşandığı bu mübarek Muharrem ayı, hicrî 61'de Emevi Halifesi Yezid'in yönetimindeki aşure gününde vicdanları sızlatan Kerbela faciasına da maruz bırakılmıştır.

Hazreti Resulüllah'ın aziz Ehl-i Beyti'nden 72 hane halkı, aşure günü Kerbela'da 55 yaşındaki Hz. Hüseyin'le birlikte şehit edilerek aşure günü, gönül yakıp vicdan sızlatan ıstırap günümüz haline dönüştürmüşlerdir.

Biz Ehli Sünnet müminleri, Ehl-i Beyt ailesinin şehit edildiği bu acılı günde karalar bağlayıp feryad-ü figanlar ederek matem tutma işaretleri vermeyiz ama vicdanları sızlatan zulmün acısını da gönlümüzün derinliklerinde olanca acılığıyla hep hisseder, derin acıyı sessizce yaşarız.

Bizim bu sessizliğimize bakanlar, faciaya duyarsız kaldığımızı sanır, su-i zanna girerler. Halbuki, acımızın feryad-ü figanlarla dışarıya taşmamasının sebebi, duyarsızlığımız değil, İslam'da karalar bağlayıp feryad-ü figanlar ederek sesli ağlamaya izin verilmediği gerçeğine olan inancımızdır.

Nitekim Aleyhissalatü vesselam Efendimiz'in, biricik oğlu İbrahim'in vefatı üzerine sessiz gözyaşı dökerek ağladığını görenler, sizde mi ağlıyorsunuz, halbuki ölenin arkasından ağlamayı yasaklamıştınız, demeleri üzerine verdiği cevabında, ‘Benim yasakladığım ağlama, feryad-ü figanlarla yapılan bağırıp çağırmalı ağlamalardır. Sessizce dökülen gözyaşı, insandaki şefkatin önlenemez gereğidir. Bu gibi sessiz ağlamalarda mahzur söz konusu değildir,' buyurmuş, bizlere de sessiz ağlayıp gözyaşı dökme örneği vermiştir.

Kaldı ki, bizler ömür boyu kıldığımız beş vakit namazlarımızın tahiyyatlarında okuduğumuz salavatlarımızla Ehl-i Beyt'e hep dua ederiz. Ehl-i Sünnet'teki bu Ehl-i Beyt'e dua etme sevgi ve sadakatimiz, farz-sünnet tüm namazlarımızda ebedi görevimiz olarak ömür boyu devam eder. Bu da bizim Ehl-i Beyt sevgisindeki samimiyetimizin tartışılmaz delilini ifade eder. Yasaklanmış faydasız feryatlar yerine, emredilmiş faydalı salavatlarla ömür boyu dua etmiş oluruz şefaatlerini umduğumuz Ehl-i Beyt'e.
 
 
 
 

19 Ekim 2015 Pazartesi

Defterler havada uçuşurken

Defterler havada uçuşurken

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
16 Ekim 2015, 01:56

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 50/17-18)

Kul, günah işlediğinde, soldaki melek bunu derhal kaydetmek ister. Sağdaki melek vaziyete müdahale ederek ona, biraz daha beklemesini, belki tevbe edip pişman olacağını, belki bir sevap işleyip günahını örteceğini söyler.

“İşledikleri her şey kitaplarda mevcuttur. Küçük-büyük hepsi satır satır (O kitapta) yazılmıştır.” (Kamer, 54/52-53) ayetleri de bu defterlerin varlığını ispat etmektedir.

Herkes işlediğini, zerre zerre ahirette görecektir. “Artık kim zerre ağırlığınca iyilik yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzal, 99/7-9)

GİZLİ-AÇIK HER ŞEY BİLİNMEKTE


Ve o gün bazıları defterini sağdan alıp sevinir; bazıları da soldan alır üzülür. Kur’an, ahirete ait bu tasa ve sevinç tablosunu bize şöyle anlatır: “Kitabı sağından verilen: ‘Alın, kitabımı okuyun’ der. ‘Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim (bilmiştim) zaten.’ Artık o, memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir bahçedeki devşirmesi kolay (meyvelere yakın). Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yiyin-için! Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: ‘Keşke bana kitabım verilmeseydi.” (Hâkka, 69/19-20)

Kimisi elindeki defteriyle iki büklüm kaçacak yer aramakta kimisi de yollara dökülmüş önüne gelene defterini okutmakta ve bu son manzara melekler tarafından da memnunlukla seyredilmekte. Melekleşmiş insanın sevincini seyretme onları da sevindirmekte..

Gizli-açık her şeyi Cenâb-ı Hak bilmektedir fakat mizanda bize lehte veya aleyhte şehadet etsin diye amellerimizi, meleklerine kaydettirmektedir. Beratımıza veya mahkûmiyetimize amellerimizin yazıldığı bu defterlerin şehadetiyle hüküm verilecektir.

İlk Vahiy

 
  •  Bir mağaraya tefekkür ve inziva için kısa süreli çekilmenin İsmailoğullarında eskiden beri devam edegelen bir gelenek olduğunu…


  • Efendimizin (sas), peygamberlik gelmeden önce de Hira’da belli aralıklarla inzivaya çekildiğini…


  • İlk vahyin 6 Ağustos 610 Pazartesi günü geldiğini...


  • İlk vahiy olan Alâk Suresinin ilk 5 ayetinden sonra ikinci gelen vahyin Kalem Suresinin ilk dört ayeti olduğunu…


  • Resulullah’a bir keresinde deve üzerinde iken vahy geldiğini ve oluşan ağırlığın etkisiyle devenin bacaklarının neredeyse kırılacak hale geldiğini…


  • Nübüvvetin ilk üç yılında İsrafil Aleyhisselam’ın, Efendimizin eğitimiyle görevlendirildiğini…


  • İlk vahiy kâtibinin Mekke döneminde Şurahbil bin Hasene el Kindî olduğunu...  biliyor musunuz?
 
 
 
 
 

17 Ekim 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - İslamiyet'le uyum içinde olmak…

Hekimoğlu İsmail - İslamiyet'le uyum içinde olmak…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

İslamiyet'le uyum içinde olmak…


İnsanın vücudunda ruhla cesedin savaşı vardır. Vücudumuz maddi olduğu için maddeye taliptir, beslenmek ister; göz güzeli görmek ister, mide güzel yiyecekler, kulak şarkılar dinlemek ister; el çalışmak, ayak yürümek ister, helali haramı düşünmeden bunları ister.

Ruh da gıda ister, İslamiyet'le ilgili her şeyi ister, bedene der ki: “Helal şeylerle beslen, helalinden yaşa; canının istediği gibi yaşayanlar perişan oldu.”

Neyi isteyeceğiz? İnsan çevresine bakıyor, isteyeceği şeyler aklına geliyor. İnsanların şerefi, malla, parayla ölçülürken, isteklerin sonu gelmiyor. Herkes alamadığı şeyin fakiri oluyor; huzursuzluk artıyor. Ruh İslamiyet'i, ceset maddenin her türlüsünü istiyor; işte savaşın sebebi budur; can sıkıntısının esası, ruhun İslamiyet'le uyum içinde olmamasıdır. Hâlbuki insan, sadece maddeden ibaret değil; maddi ihtiyaçları kadar manevi ihtiyaçları da vardır. Müslümanlar arasındaki huzur farkı İslam'a uyum derecesiyle belli olur.

Kur'an bizi haramdan geri çekerken insanların hali de bizi şiddetle ikaz ediyor. Buna rağmen dalalette gitmekte ısrar edilirse beden ruhu esir alır; insan nefsinin istediğini yapar, istediği gibi yaşar. Ufacık şeyleri büyütür, yeni dertler icat eder, gülmesini unutur, helal haram dinlemeden eğlenceye koşar, televizyonun başından ayrılmaz olur…

Ya beden ruha galip gelecek veyahut ruh bedene. Mesela, bir bölükte iki kumandan bulunmaz. Her ikisinin de emri uygulanamaz, işler öylece kalır. Zararı herkese dokunur. Aynen öyle de ruh İslamiyet'e uymayı ister, beden canının istediği gibi yaşamak ister ama vücutta da iki kumandan olmaz. Diyelim ki beden canının istediği gibi yaşadı; ruh, istenmeyen hallere düşer amma cezayı beraber görürler.

Nitekim ruhla ceset arasındaki bu savaş için bir sefer dönüşünde Peygamberimiz (sas) de “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” buyurmuş, sahabe “Acaba cihadın bundan büyüğü de olur mu?” diye sorunca, Peygamberimiz (sas), nefisle cihadın en büyük cihad olduğunu bildirmiştir.

İbadet “Abd” yani kul kelimesinden gelir. İbadetlerin hedefi, ruhu hâkim kılmak, bedeni onun emrine vermektir.

Nasıl ki bir çekirdek ağaç olana kadar pek çok haller geçirirse aynı şekilde çekirdek halindeki ibadetlerimiz de zamanla saadet-i dareyni yani dünya ve ahiret saadetinin tatlı meyvelerini verecek bir ağaç haline gelir. Haramlara tövbe eden, camiye devam eden, hadis ve ilmihal okuyan, gıybetten uzak kalan, iyi insanlarla arkadaş olan, helal dairede yaşamaya çalışan insan İslamiyet'le uyum içindedir. İşte o zaman ruh galip gelir. İslamiyet'le uyum içinde olmak her iki dünyada saadetin esası, Müslüman'ın en güzel halidir.

Müslüman ancak İslamiyet'i yaşarsa kazanır, nefsine karşı galip olur. İslamiyet'i yaşamakla da Allah'ın beğeneceği Müslüman olunur.

Baki olan Allah, kullarına beka verir. Ebediyen yaşarlar. Fakat cennette mi cehennemde mi yaşayacaklar?

Geçmişe bakın, bir sürü olayların içinden geldik geçtik. İstikbalde de bir sürü olaylar olabilir. Hayatın fırtınaları içinde her türlü olayla karşılaşır insan. Sel, deprem, kıtlık, kuraklık, hastalık, kazalar, belalar insanın başına gelebilir. Bunlardan kurtulmak için dua ederiz, daha iyi imkânlara kavuşmak için yine dua ederiz. İnsan aciz olduğu için her şeyi Allah'tan istemek zorundadır.

Her hadise dua vaktinin geldiğini gösterir. Eğer ufuklar simsiyah bulutlarla kaplanmışsa, gökten zift yağacaksa Allah'a sığınmayı yüreğimizde hissetmek vaktidir.
 
 
 
 

16 Ekim 2015 Cuma

İnsan ilimle yücelir!

İnsan ilimle yücelir!

 
Cemil Tokpınar
c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
09 Ekim 2015, 10:47
 
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Gençliğinde ilim öğrenen taştaki damga gibi, yaşlılığında öğrenen ise, su üzerine yazı yazan gibidir" (Keşfü-l Hafâ, 2: 66) buyurarak, gençlikte öğrenilen ilmin daha kalıcı olduğunu belirtmiştir.
 
Gençlik yıllarında beynin ezberleme kabiliyeti daha güç- lüdür, zaman bakımından daha elverişlidir. Bununla birlikte, Peygamberimizin bize tavsiyesi, "Beşikten mezara kadar ilim öğrenmektir.” Çünkü yine onun buyurduğu gibi, "İlim öğrenmek kadın-erkek bütün Müslümanlara farzdır."
 
Gençlerimizi ilim öğrenmeye teşvik eden bir başka hadis de şudur: "Bir genç ilim ve ibâdet içinde yetişir, olgunlaşırsa, Allah Kıyâ- met Günü ona yetmiş iki sıddî- kın sevabı kadar sevap verir."

Peygamberimiz (a.s.m.), “İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk oldu, ilmini uygulayanlar müstesnâ. Onlar da helâk oldu, ihlâslı olanlar müstesnâ. İhlâslılar da büyük bir tehlikenin üzerindedirler” buyurmuştur. (Keşfü’l-Hafa, 2:415)
 
Demek ki tek başına ilim öğrenmek yetmemekte, bu ilmi ihlâsla tatbik etmek gerekmektedir. Bir başka hadiste, “Âlim ve ilim Cennettedir. Âlim ilmiyle amel etmeyince ilim ve amel Cennette olur; âlim ise Cehenneme gider” buyurulmuştur.
 
Şu hadiste ise muhteşem bir müjde vardır: “İlim İslâmın hayatıdır, îmanın direğidir. Bir ilmi öğrenene Allah, eksiksiz mükâfat verir. İlmi öğrenip de onunla amel eden kimseye Allah bilmediğini de öğretir.”

Müminlerin öğrenebileceği ilim ikiye ayrılır. Birisi zarurî ve vazgeçilmez olan, diğeri zarurî olmayandır. Zarurî ilim, dinin temel konularıdır. İnanç esaslarını, ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğrenmek bunlardandır. Diğer kısmı ise, nafile olandır.
 
İlki, dini ilimleri özet olarak bilmekse, ikincisi teferruatlıca öğrenmektir. Bir mümin, bilhassa îmanla ilgili bilgileri çok iyi ve derinlemesine öğrenmelidir. Neye, niçin inandığını etraflıca kavramalıdır. Çünkü ilimlerin şâhı ve padişahı îman ilmidir. Başta namaz olmak üzere ibâdetle ilgili konuları öğrenmek, nelerin helâl nelerin haram olduğunu bilmek şarttır.
 
Neyin sevap neyin günah olduğunu bilmeyen kişi, Allah'ın rızâsını nasıl kazanacaktır? Kur'an okumasını öğ- renmek ve belirli yerlerini ezberlemek, ilmihal bilgisi edinmek, hadis okumak ilim öğrenmenin besmelesidir. Bunların ileri kademesi ise, başta îman ilmi olmak üzere her bir dalda derinleşmektir. Ayrıca dünyamıza gerekli fen ve sosyal bilimleri öğrenmek de gerekir. Hatta herkes bunların bir dalında derinleşmelidir.

Şu hadisler "âlim" olmanın ne büyük bir makam olduğunu gösteriyor: "Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir." "Âlimler önderdirler. Takvâ sahipleri efendi ve reistirler. Bunlarla oturup kalkmak hayır ve iyiliği arttırmak demektir." Bunlara, "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve "Âlimin uykusu da ibâdettir" gibi hadisleri de eklediğimizde, "âlim" olmanın çok büyük bir makam olduğu anlaşılıyor.
 
Nitekim Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidirler" diyerek bu yüksek rütbeye ulaşmanın pek kolay olmadığını gösteriyor. "Amellerin hangisi daha üstündür?" diye sorulan bir suale, Peygamberimiz (a.s.m.), şu cevabı vermiştir: "Allah'ın isim ve sıfatlarını bildiren ilim her şeyden üstündür."
 
Suali soran sahabe, "Ya Resûlâllah, biz ilmin faziletini sormadık, amellerin en üstününü sorduk. Siz ise ilim diye cevap verdiniz” deyince Peygamberimiz şöyle devam etti: "Allah'ı bildiren ilimle birlikte olan amel, ne kadar az olursa olsun, insana fayda verir. Allah'ı tanımadan işlenmiş ameller ise insana fayda sağlamaz."
 
Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır. İlimden murat, sadece dinî ilimler değildir. Dünya hayatımızla ilgili ilimler de çok mü- himdir. Her bir ilim, Allah'ın isimlerinin tecellisini anlatır ve O’nun bir ismine dayanır.
 
 
 
 

15 Ekim 2015 Perşembe

Mülk suresi (1-30)

Mülk suresi (1-30)





Mekke'de nâzil olmuştur; 30 (otuz) âyettir. Adını, birinci âyetinde geçen "el-mülk" kelimesinden almıştır. Ayrıca Tebâreke, Münciye, Mücâdele, Mâni'a, Vâkiye adları ile de anılır. Bu sûreyi her gece okuyanın, pek büyük sevaba nâil olacağına ve sûrenin faziletlerine dair hadisler vardır.

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.

1. Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.

2. O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.

3. O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?

4. Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.

5. Andolsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.

6. Rablerini inkâr edenler için cehennem azabı vardır. O, ne kötü dönüştür!

7. Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler.

8. Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: Size, (bu azap ile) korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi? diye sorarlar.

9. Onlar şöyle cevap verirler: Evet, doğrusu bize, (bu azap ile) korkutan bir peygamber gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve: Allah'ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz! demiştik.

10. Ve: Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık! diye ilâve ederler.

11. Böylece günahlarını itiraf ederler. Artık (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun, o alevli cehennemin mahkûmları!

12. Fakat daha görmeden Rablerinden (azabından) korkanlara gelince, onlar için gerçekten hem bağışlanma hem de büyük mükâfat vardır.

13. Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, kalplerin içindekini bilmektedir.

14. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.

15. Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde) dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'nadır.

16. Gökte olanın, sizi yere batırıvermeyeceğinden emin misiniz? O zaman yer sarsıldıkça sarsılır.

17. Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? İşte (bu) tehdidimin ne demek olduğunu yakında bileceksiniz!

18. Andolsun ki, onlardan öncekiler de (bunu) yalan saymışlardı; ama benim karşılık olarak verdiğim azap nasıl olmuştu!

19. Üstlerinde kanatlarını aça-kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) rahmân olan Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.

20. Rahmân olan Allah'a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkârcılar ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar.

21. Allah size verdiği rızkı kesiverse, size rızık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar azgınlık ve nefrette direnip durmaktadırlar.

22. Şimdi (düşünün bakalım), yüz üstü kapanarak yürüyen mi (varılacak) yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?

23. (Resûlüm!) De ki: Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz!

24. De ki: Sizi yeryüzünde çoğaltıp yayan O'dur; ancak O'nun huzuruna gelip toplanacaksınız.

25. "Doğru sözlü iseniz (söyleyin), bu tehdit hani ne zaman (gerçekleşecek)?" derler.

26. De ki: O bilgi, ancak Allah'a mahsustur. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.

27. Ama onu (azabı) yakından gördükleri zaman, inkâr edenlerin yüzleri kararacak ve (kendilerine): İşte sizin isteyip durduğunuz budur! denecektir.

28. De ki: Allah beni ve beraberimdekileri (sizin istediğiniz üzere) yok etse veya (öyle olmayıp da) bizi esirgese, (söyleyin bakalım) inkârcıları yakıcı azaptan kurtaracak kimdir?

29. De ki: (Sizi imana davet ettiğimiz) O (Allah) çok esirgeyicidir; biz O'na iman etmiş ve sırf O'na güvenip dayanmışızdır. Siz kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz!

30. De ki: Suyunuz çekiliverse, söyleyin bakalım, size kim bir akar su getirebilir?


http://www.mulksuresi.gen.tr/mulk-suresi-meali.html


14 Ekim 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Sahabe meclisi, hicrî takvimimizi nasıl başlattı?

Ahmed Şahin - Sahabe meclisi, hicrî takvimimizi nasıl başlattı?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Sahabe meclisi, hicrî takvimimizi nasıl başlattı?


1437. hicrî yılımızın ilk ayı olan mübarek muharremin ilk günündeyiz. Ülkemize ve tüm İslam dünyasına hayırlar, huzurlar getirmesini niyaz ediyor, birlik-beraberlik içinde kardeşçe yaşayacağımız nice hicrî yıllar diliyoruz Rabb'imizden.

Gelelim, hicrî yılımızın ne zaman, nasıl başlatıldığına ait çoğalan soruların cevabına.

İzin verirseniz şöyle net bir misalle arz etmeye çalışayım bu önemeli tarihî konuyu.

Hicretten 17 yıl sonra, Hazreti Ömer efendimizin halifeliği devrindeyiz Medine'de. Miladi tarih 638:

O gün güneş etkili sıcaklarını Medine sokaklarında hissettirirken, istişare toplantısını haber vermek üzere evleri dolaşma görevini tamamlayan Abdullah da, dönüp geldiği halifenin meşveret binası kapısında beklemeye başlamıştı. Çok geçmeden çağırdığı meşveret meclisi üyeleri de yollarda göründüler.

-İşte sahabenin ileri gelenlerinden Saad bin ebi Vakkas! İşte Talha! Şu gelen de İmam Ali efendimiz olsa gerek! Uzaktan aceleci adımlarla gelen biri daha göründü. Bu da Halife Hazreti Ömer'in ta kendisi olmalıdır. Meşveret meclisini de o davet etmişti zaten.

Nitekim içeriye girince vakit kaybetmeden, Allah'a hamd, Resul'üne de salat ü selamdan sonra, hemen konuya girerek konuşmaya başladı:

-Devlet işlerini yaparken olayları kesin bir tarihle tespitte zorlanmaktayız. Bana gönderilen bir evrakta şaban ayı tarih olarak yazılmıştır. Bu şaban ayı, hangi senenin şaban ayıdır belli değil. Basra Valisi Ebu Musa'nın da bu konuda evrak karışıklığından şikayetleri var. Farklı olaylara dayanan farklı tarihlerin kullanılması bizi şaşırtmaktadır. Kendimize göre bir tarih başlatmalıyız artık. İşte bunun için davet ettim sizleri meşveret meclisine.

Mecliste hazır bulunanların hepsi de böyle bir tarih başlatılmasına ihtiyaç duyuyor, ancak hangi olayı tarih başlangıcı olarak kabul edeceklerini pek kestiremiyorlardı. Zira Resul-ü Ekrem Efendimiz'in hayatının her günü tarih başlangıcı sayılmaya layık görülecek hadiselerle doluydu. Nitekim Sa'd bin ebi Vakkas kendince mühim gördüğü teklifini yaptı:

-Ben Resul-ü Ekrem (sas) Hazretleri'nin vefat gününü tarih başlangıcı olarak teklif ediyorum.

-Peki, sen ne dersin ya Talha? Sa'd'ın teklifini duydun. Uygun buluyor musun?

-Ben böyle üzüntülü bir günü tarih başlangıcı yapmayı uygun bulmuyorum. Bunun tam aksine Resul-ü Ekrem'in (sas) sevindirici doğumunu tarih başlangıcı olarak teklif ediyorum.

-Ya Ali! Sen ne dersin? Bir de seni dinleyelim. Teklifleri duydun!

-Ben bu iki mühim olaydan da mühim bir başka mühim olayı teklif etmek istiyorum.

-Neymiş bunlardan da mühim olay?

-Hicret! Müslümanların İslam'ı yaşamak ve yaymak için her şeylerini Mekke'de bırakarak Medine'ye hicretlerini, İslam'ın sağlam zemin üzerine temel atma teşebbüsü olarak da görüyor, tarihe başlangıç olmaya layık büyük bir örnek hadise diye teklif ediyorum hicreti!

-Ne dersiniz Resulüllah'ın aziz ashabı?

-Ben Ali'nin bu teklifini çok yerinde buluyorum ey Müminlerin Emiri. Ben de.. ben de...

Böylece Hazreti Ali'nin (ra) teklifiyle Resulüllah'ın (sas) Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sene İslam tarihinin ilk senesi, ilk hicret kafilesinin yola çıktığı mübarek muharrem ayı da hicri takvimin birinci ayı olarak tespit edilmiş oldu.

Resulüllah'ın (sas) ashabını sağ salim gönderdikten sonra başlayan hicreti ise, muharremin ardından gelen safer ayının yirmi altısında Sevr Mağarası'nda üç gece gizlenişini takiben 1 Rebiulevvel'de başlayıp 8 Rebiulevvel'de Medine girişindeki Guba'da tamamlanmış oldu.

Hicretten 17 sene sonra Halife Hazreti Ömer'in başkanlığında toplanan bu meşveret meclisinin aldığı tarihî kararını kapıda bekleyen Abdullah, Medine sokaklarında halka şöyle ilan etti:

-Ey Müslümanlar! Bundan sonra Resulüllah'ın Mekke'den hicreti birinci sene, ilk hicret kafilesinin yola çıktığı mübarek muharrem ayı da birinci ay olarak tespit edilmiştir. Artık Müslümanların da kendilerine ait takvim tarihleri vardır. 17. Hicret yılımız tüm Müslümanlara hayırlı ve uğurlu olsun!

Biz de Abdullah'ın o günkü duasına bugün de hep birlikte amin diyor, tüm Müslümanların bugünkü 1437. hicrî yılını tebrik ediyor, birlik beraberlik içinde kardeşçe yaşayacağımız nice mutlu ve huzurlu hicrî yıllar diliyoruz yüce Rabb'imizden.
 
 
 
 

13 Ekim 2015 Salı

Ahmed Şahin - Hicri yılımızı, hesabımızı yaparak yaşamalıyız

Ahmed Şahin - Hicri yılımızı, hesabımızı yaparak yaşamalıyız


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Hicri yılımızı, hesabımızı yaparak yaşamalıyız


Bu akşam başlayacak olan 1437. hicrî yılımızın ülkemize ve İslam alemine hayırlar, huzurlar getirmesini diliyor, birlik beraberlik içinde muhasebemizi yaparak yaşayacağımız nice başarılı hicrî yıllar niyaz ediyoruz Rabb'imizden.

Hatırlanacağı üzere Bağdat'ta her hicrî sene başında tüm Müslümanlara hitaben yaptığı konuşmasında şöyle uyarılarda bulunuyordu (334) meşhur muhaddis ve mutasavvıf İmam-ı Şiblî Hazretleri:

-Ey Müslümanlar! diyordu, aylar geçiyor, seneler bitiyor. Derken bir de bakıyoruz ki, daha da yakınlaşmışız bizi bekleyen en büyük hesap günümüze. Öyle ise o büyük hesaba çekilmeden önce kendimizi burada hesaba çekerek yaşayalım yeni hicrî yılımızı!

İmam-ı Şiblî'nin bu hesabını yaparak yaşama uyarılarını dikkatle dinleyenlerden bir zat şöyle sorar:

-Yeni yılda kendimizi hesaba çekerek yaşama konusunda bu kadar ısrar ediyorsunuz. Biz burada kendimizi hesaba çekerek yaşarsak sanki orada hesaba çekilmeyecek miyiz? Hesabımız daha mı kolay olacak ahirette?

-Evet der, burada kendini hesaba çekerek yaşayan, orada hesaba çekilmeyebilir. Ya da hesabı çok kolay geçebilir. Çünkü der “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin!” uyarısı yapılmaktadır tüm irşad eserlerinde, maneviyat büyüğü mürşitlerin sohbetlerinde.

Bu açıklama üzerine soru sahibi girdiği yeni yılda kendini hesaba çekerek yaşamaya başlar. Yani, ahirette hesabını veremeyeceği işleri dünyada yapmamaya karar verir. İşte bu sıralarda bir gece rüyasında hocası Şiblî'yi beyaz bir ata binmiş bulutlara doğru uçup gidiyor şekilde görünce arkasından seslenir:

-Dur! Ne olur birazcık dur da ben de geleyim seninle! İmamın cevabı manidar:

-Ben bu hapishaneden kurtuldum bir daha durur muyum burada?

Sabah ilk işi gördüğü rüyasını sormak için üstadını ziyarete gitmek olur. Bakar ki Hazret-i Şiblî'nin kapısında cenaze hazırlığı var. Onun hesabını yaparak yaşadığı dünyadan kurtulup ahiret saraylarına doğru uçtuğunu anlamakta gecikmez, ama hocasının bu ani gidişine de çok üzülür, her gece rüyada görmek niyetiyle okuyarak uzanır yatağına.

Nihayet çok arzu ettiği hocasını bir gece rüyasında görerek en çok merak ettiği sorusunu şöyle sorar:

-Sen der, dünyada kendini hesaba çekerek yaşar, bize de ısrarla hesabımızı yaparak yaşama ikazında bulunurdun, hesabın nasıl geçti, rahatça verebildin mi hesabını orada?

Hazret-i Şiblî'nin mesaj yüklü cevabı şöyle olur:

-Melekler beni hesaba çekmek üzere karşıma geçtikleri sırada endişeden titremeye başladım. Tam o anda Rabb'imden hitap geldi sorgu meleklerine:

-O kuluma hesap sormayın! Çünkü o dünyada kendini hesaba çekerek geldi buraya, veremeyeceği hesabı yoktur burada! Şiblî Hazretleri sözlerine şunu da ilave eder:

-Siz de der, hesabınızı yaparak yaşayın orada. Veremeyeceğiniz bir hesapla gelmeyin buraya. Size de ‘o kulum hesabını yaparak yaşadı, veremeyecek hesabı yoktur burada' densin, kolaylık sağlansın hesabınızda!

-Ne dersiniz? Biz de Şiblî Hazretleri'nin uyarısına uyarak harcadığımız hicrî senenin sonunda, harcamaya başlayacağımız yeni hicrî yılımızın da başında kendimizi hesaba çekerek yaşama kararı alsak mı?

-Geçtiğimiz yıllarda hesabını veremeyeceğimiz hallerimiz olduysa, tövbe istiğfarlarla, hak sahipleriyle helalleşerek hesabımızı düzeltsek mi?

-İhmal ettiğimiz ibadetlerimizi, yerine getirmediğimiz hizmetlerimizi yapma niyet ve azmine girsek mi yeni hicri yılımızda? Hiç olmazsa bu yılı özel bir dikkat ve hassasiyetle yaşama azim ve aşkında olsak mı?

-Yoksa kendini hesaba çekmeden yaşayanların düştükleri düşüncesizliğe biz de düşerek malum tekerlemeyi bizde mi tekrarlasak:

-Ayağını sıcak tut başını serin, hayatını yaşa düşünme derin mi, desek? Fakat unutmamak gerek ki, yıllarını böyle düşünmeden tüketenlerin orada verecekleri hesap çok düşündürücü olmaktadır sonunda.

-Öyle ise gelin, 1437. hicrî yılımızın başında kendimizi hesaba çekerek yaşama kararı alalım biz de.

Umulur ki, büyük hesap gününde: ‘O kulum hesabını yaparak yaşadı orada, veremeyecek hesabı yoktur burada' tanıtımıyla karşılanabiliriz orada. Bundan dolayı yapılıyor bu ısrarlı ikaz:

-Hasibu kable en tühasebu! Burada kendinizi hesaba çekerek yaşayın, orada büyük hesaba çekilmeden önce!
 
 
 
 

12 Ekim 2015 Pazartesi

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - İnsanlardan Bir Şey İsteme!

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - İnsanlardan Bir Şey İsteme!

Prof Dr. Mahmud Esad Coşan (1938-2001)

Bismillâhir-rahmânir-rahîm

İnsanlardan Bir Şey İsteme!

Taberânî'nin Abdurrahman ibn-i Dâhin'den --veya ibn-i Delhem'den-- rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri şöyle buyurmuşlar:


RE. 473/1 (Lâ tes'elin-nâse şey'en ve lekel-cenneh, lâ tağdab ve lekel-cenneh. İstağfirillâhe fil-yevmi seb'îne merraten kable en tağribeş-şemsü yuğferu leke seb'îne âmen. Kàle: Leyse lî zenbü seb'îne âmen? Kàle: Feliebîke. Kàle: Leyse liebî zenbü seb'îne âmen? Kàle: Feliehli beytike. Kàle: Leyse liehli beytî?.. Kàle: Felicîrânik.) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Efendimiz SAS, muhatabına buyurmuş ki:

(Lâ tes'elin-nâse şey'en ve lekel-cenneh) "İnsanlardan bir şey dilenme, isteme, taleb etme; sana cennet var! Yâni, dilencilik yapmazsan, bir şey istemezsen sana cennet var! (Lâ tağdab ve lekel-cenneh)

Kızma, gazablanma, sinirlenme, sakin olmayı öğren; sana cennet var! Cennetlik olursun."

(İstağfirillâhe fil-yevmi seb'îne merraten kable en tağribeş-şemsü) "Bir günde, güneş batmadan evvel yetmiş defa 'Estağfirullah' diye istiğfar eyle, yâni Allah'tan afv ü mağfiret taleb eyle; (yuğferu leke seb'îne âmen) böyle yaparsan yetmiş yıllık hataların, günahların mağfiret olunur, affolur."

(Kàle: Leyse lî zenbü seb'îne âmen?) Onun üzerine o kimse demiş ki --belki yaşı küçük olduğundan dedi: "Benim yetmiş yıllık günahım yok..."

(Kàle: Feliebîke) "O zaman babanın günahları da affolur."

(Kàle: Leyse liebî zenbü seb'îne âmen?) "Babamın da yetmiş yıllık günahı yoksa?.." dedi.

(Kàle: Feliehli beytike) "Aile fertleri, evinde barındırdığın kimlerse, onların günahları mağfiret olunur." dedi.

(Kàle: Leyse liehli beytî?..) "Benim ehl-i beytimin de o kadar günahı yoksa?.." dedi.

(Kàle: Felicîrânike.) "O zaman komşularınınki de affolur." buyurdu.

Şimdi dönelim, bu sözleri izah edelim: Peygamber SAS Efendimiz ashabını çalışmaya teşvik etmiştir. Helâl kazanmayı tavsiye buyurmuştur. Hattâ böyle el açıp isteyenlere, demiştir ki:

"--Git bir ip al! Git çölden, dağdan odun parçaları topla, bu ipe sar, sırtına vur, pazara getir!" demiştir.
O da öyle yapmıştır. Ondan sonra elhamdü lillâh, kimseden bir şey istememiştir.

Hattâ Peygamber Efendimiz bir şey istemeyin diye çok tavsiye buyurduğu için, sahabe-i kiram istememeğe, bu tavsiyeyi tutmağa çok ihtimam gösterirlermiş. Devesinin üstünde iken, sahabeden birisinin eğer kamçısı yere düşse, "Kardeşim, şu kamçıyı uzatıver!" diye, onu bile istemezlermiş. Kendi işini kendisi görmek, kimseye yük olmamak, kimseden bir şey istememek, taleb etmemek hususuna bu kadar dikkat ederlermiş.

Hakîkaten hayatlarında sünnet-i seniyyeyi tam uygulamak isteyen, sàlih, àrif, kâmil evliyâullah büyüklerimiz de böyle tavsiye etmişlerdir. Peygamber Efendimiz'in bu tavsiyesini, kendilerinden ilim irfan öğrenenlere nakletmişlerdir. Demişlerdir ki:

Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır;
Gül-i gülzâr olup hàr olmamaktır.


Yâni, "Dost olmak var, arkadaş olmak var ama; yük olmak, bir şey istemek, onun bunun sırtından geçinmek yok!" mânâsına. Daha önceki konuşmalarımda bu şiirden bahsetmiştim, şimdi yeri geldi diye yine söylüyorum.

Demek ki, Efendimiz'in tavsiye buyurduğu: Kişinin kimseye yük olmaması, ihtiyaçlarını kendisinin görmesi. Bu güzel bir şeydir. Herkes kendi elinin emeğini yerse, kimseye yük olmamağa çalışırsa, üzerine kul hakkı geçirmemeğe gayret ederse, güzel olur. Aksine, bil'akis, hatta, daha fazlasıyla, kendisi fazla kazanır da başkalarına ikram ederse, cömertlik ederse, o daha güzel olur.

Meselâ, İbrâhim ibn-i Edhem Efendimiz KS, Belh padişahı iken vazifeden ayrılmış, tasavvuf yoluna girmiş, Allah'ın sevgili kulu olmuş. Meşhur evliyâullah arasında, ismi herkesin dilinden düşmeyen, İbrâhim-i Edhem veya İbrâhim ibn-i Edhem denilen o büyüğümüz, gündüz çalışırmış, işçilik, amelelik yapar, kazancını sağlarmış. Ondan sonra onunla yiyecek içecek alırmış, arkadaşlarıyla kaldığı ribata, tekkeye, veya hana o yiyecekleri getirirmiş, "Buyurun, yeyin!" dermiş.

Akşama kadar çalışıyor, bir kere kimseye yük olmuyor, iş üretiyor; bir... İkincisi, bu kazandığıyla yiyecek içecek, ihtiyaç maddelerini alıyor, başka kardeşlerine, komşularına, oda arkadaşlarına, ribat arkadaşlarına ikram ediyor. Ne kadar güzel!..

Asıl tasavvuf, asıl güzel müslümanlık bu. Yâni, mümkün olduğu kadar başkasına iyilik yapmak ve yük olmamak.

DEVAMI=

http://esadcosankulliyati.com/arsiv/cuma/c001103.html


 

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


 

10 Ekim 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Aşk-ı hakiki…

Hekimoğlu İsmail - Aşk-ı hakiki…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Aşk-ı hakiki…


İhlas, insanın yaptığı her ameli Allah'ın rızasını kazanmak için yapması demektir. ‘İhlas' kelimesi de doğru, temiz sevgi, samimiyet anlamına gelir. Yani saf, katıksız, arı, duru olan demek.

İnsanı öteki varlıklardan ayıran akıl ve imandır. Bunlar insana kul olmanın yolunu açar; Allah her insana akıl vermiştir, aklın en mühim vazifesi de İslamiyet'i anlamaktır. İşte bunun için, İslamiyet'i anlayan Müslüman, ibadetine başka menfaat karıştırmaz. “Oruç tutayım, sağlıklı olurum.” derse, ihlas gitti, sırf Allah rızası için olmadı. Aynı şekilde namaz kılan insan, “Bu güzel bir spor oluyor, dizlerim kireçlenmiyor.” diye düşünürse yine ihlas gitti. Zeytinyağına motor yağı karıştığında nasıl yenmezse, niyete de Allah rızası dışında başka bir şey karıştı mı ihlas gider, amel heba olur. Hâlbuki samimi ve gayesi Allah rızası olan hizmet, insanın farkında olmadan yaptığı pek çok hatayı telafi eder.

Bunun için ihlas, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız” ifadesi ile formüle edilmiştir. Hacca giden bir Müslüman, “Suudi Arabistan'da ne alıp satabilirim?” diye düşünürse, haccı boşa gider. “Hava sıcak olduğunda hurma yiyip zemzem içeceğim ki sağlığım düzelsin.” Bunun ihlasla alakası olmaz, verdiğin para doktora verilmiş gibi olur. Allah rızası dışında başka bir maksatla hacca gidenlerden kimileri seyyah defterine, kimileri de tacir defterine yazılır. Hâlbuki ibadet yalnızca Allah için yapılır, Allah için yapılan ibadet de ihlaslıdır.

Peygamber Efendimiz buyururlar ki; “İnsanlar helak olur, ancak bilenler kurtulur. Bilenler de helak olur, ancak bildikleri ile amel edenler kurtulur. Bildikleri ile yaşayanlar da helak olur, ancak amellerinde ihlası gözetenler kurtulur…”

Yani ibadetleri Allah rızası için yapanlar, yaptığı her amelinde gayesi Allah rızası olan kurtulur. Mesela Allah dostlarından birine sormuşlar: “İhlâsı kimden öğrendiniz?” diye. O Allah dostu şöyle cevap vermiş: “Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzayınca bir berbere girdim. Peşin peşin söyleyeyim, param yok, dedim, ‘Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?' Berber, o anda mevki sahibi birini tıraş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti. Berber: Kusura bakmayınız efendim. Sizi ücreti mukabilinde tıraş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi, dedi. Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm. Ama o, “Asla alamam, inan Allah'ın rızası daha değerli.” dedi.

Allah'ın rızasını kazanabilmek insanın en önemli servetidir. Halis Müslüman, Allah'a inanan, her amelinde Allah rızasına talip olan ve Allah'a itaat edendir. Nasıl ki çocuklarının itaatinden ebeveyn memnun olur, işçilerin itaatinden işveren memnun olur, askerin itaatinden kumandan memnun olur ve milletin itaatinden devlet memnun olursa, kulun itaatinden de Allah memnun olur, o kulundan razı olur. Allah razı olduktan sonra bütün dünya bize küsse önemi yok. Allah razı olmadıktan sonra bütün dünya bizi sevse yine faydası yok.

İbadetler zırhımız, sünnet-i seniyye, yolumuz, Allah rızası gayemizdir. Bu sebepten Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Ey nefsim… Yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar…”

Allah'ın rızası nefsin ıslahındadır. Mademki her şey fanidir mademki insan bulduğuna sevinir, kaybettiğine üzülür. O zaman kalbimize koyacağımız sevginin mahiyetine dikkat edeceğiz. Şu kesindir; kim neyi arıyorsa, o adam odur… En güzel arayış Allah'ın rızasını aramaktır. Allah'ı seveceğiz, Allah'ın sevdiklerini seveceğiz, Allah'ı sevenleri seveceğiz; aşk-ı hakiki budur.

Necip Fazıl bunu dizelerinde çok güzel anlatır:

“Neye yaklaşsam, sonu ayrılık ve kırgınlık…

Anladım ki, yok Allah'tan başkasına yakınlık…”
 
 
 
 

9 Ekim 2015 Cuma

Efkan Vural - Teröre hayır, kardeşliğe evet

Efkan Vural - Teröre hayır, kardeşliğe evet


Sevgili Efkan Vural hocamın harika yazısını birkez daha hatırlamakta fayda var


Teröre hayır, kardeşliğe evet
 


 17 Eylül 2015 Perşembe günü Ankara’da yüzbinler tek yürek, tek bayrak ve teröre karşı tek ses oldu. 14 Sivil toplum kuruluşunun öncülük ettiği ve 250 civarında sivil toplum kuruluşunun destek verdiği “ Teröre Hayır, Kardeşliğe Evet” buluşması binlerce vatandaşın katılımıyla gerçekleştirildi.

Son dönemlerde yaşanan terör olaylarını protesto etmek amacıyla yüzbinler “ Teröre hayır, Kardeşliğe Evet” dedi. Sıhhiye’de toplanan yüz binler ellerine aldıkları al bayraklarıyla Ulus’taki 1.Meclis binasının önüne kadar yürüyerek ,terörü lanetleyip kardeşlik ve sağduyu çağrısı yaptı.

Bu güne kadar görülmemiş bir şekilde 1500 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğindeki dev Türk bayrağının omuzlarda taşınması ile bin yıllık kardeşliğimizin bin yıllar daha devam edeceği ilan edilmiş oldu.

Tek yürek ve tek bayrak olarak buluşan milletimiz bu yürüyüş ile aşağıdaki mesajları vermiştir:

1-Milletimiz her zaman bir ve beraberdir.

2-Vatan bir bütündür, bölünmesi dahi düşünülemez.

3-Birliğimizin ve bağımsızlığımızın simgesi olan ay yıdızlı al bayrağımız tek bayrağımızdır.

4-Bin yıllık kardeşliğimizi kimse bozamaz.

5-Terörün her çeşidine hayır, kardeşliğe herzaman evet.

6-Hep birlikte teröre karşı milli bir duruş sergilenmiştir.

7-Hepimiz bu milletin ve bu vatanın sevdalılarıyız.

8-Farklılıklarımıza değil, ortak değerlerimize ve geleceğimize odaklandık.

9-Düşüncemiz, kanaatimiz, görüşümüz ve kökenimiz ne olursa olsun; vatanımız, bayrağımız, birliğimiz, dirliğimiz, huzurumuz için bir ve beraberiz. Çünkü biz kardeşiz.

10-Ülkemiz üzerinde oynanan kirli oyunu bozmak ve bizi ayırmaya çalışan fitne ateşini söndürmek için buraya geldik.

11-Türkiye Cumhuriyeti devletinin temellerinin atıldığı 1. Meclisimizin önüne kadar yürümekle, kuruluştaki ruh ne ise şimdi de aynı ruhla buradayız. Hepimiz bir ve beraberiz. Hiç kimse bizi bu yoldan uzaklaştıramaz.

Bunun için de hep birlikte diyoruz ki: “Teröre Hayır, Kardeşliğe evet”
 
Efkan Vural

http://blog.milliyet.com.tr/terore-hayir--kardeslige-evet/Blog/?BlogNo=510085