31 Ağustos 2017 Perşembe

Efkan Vural - Kur’an-ı Kerim’den mesaj var – 14

Efkan Vural - Kur’an-ı Kerim’den mesaj var – 14



Kur’an-ı Kerim’den mesaj var – 14

İnsan farklı özelliklere sahiptir. İnsan mükemmel bir varlıktır. Aklı sayesinde güzel ve faydalı işler yapar.

İnsan çok mükemmel olmasına rağmen,bir bakıyorsunuz çok basit biri de olabiliyor. 

İnsanın yaptığı güzel ve  faydalı işler yanında,kötü ve çirkin işler de yapmaktadır. İnsanın sevap işlediği gibi günaha da girmektedir.
İnsanoğlu iyiliğede kötülüğe de meyillidir. Helalı gözettiği kadar, harama da düşebilmektedir. 

İnsanı kötülüğe sürükleyen  şey, yaratılıştan kendisine verilen nefsidir.

Bu bakımdan nefsi terbiye etmek mühüm bir meseledir.

 Nefis sayesinde insanoğlu,arzu ve isteklerine esir düşmektedir. Böylece, insan  yaptığı yanlış davranışları yüzünden günaha kolayca girmektedir.
İnsan bir yönüyle  iyilikleri yapar ,bir yönüyle de kötü davranışlarda bulunur.
Kötü davranışları yapan kişiler günaha sürüklenir. Günah işleyen kimseler kendilerinin kötü olduklarını düşünürler. Günahtan kurtulamayacaklarını düşünen bu kişiler bir türlü yanlış hareketlerini düzeltmezler. Halbuki Allah günahları bağışlayandır,affedendir. Yeter ki, bizler yaptıklarımıza pişman olalım,tevbe edelim.



İnsanı en iyi tanıyan elbette onu yaratan Yüce Allah’tır. Allah insanın günaha kolayca girdiğini bildiği için, insanı günahlardan kurtarmak ve iyi şeylere yöneltmek için tevbe kapısını her zaman açık tutmaktadır.

Allah’ın en önemli özelliklerinden biri  affetmek ve bağışlamaktır. Bu yüzden Allah’tan işlediğimiz günalardan tevbe ederek-pişman olarak- af ve bağışlama dilemeliyiz.

Kurban bayramının arefe gününde,Arafatta af dileyen binlerce müslüman gibi biz de bugün, şimdiye kadar yaptığımız tüm kötü davranışlardan dolayı pişman olalım ve Yüce Allah’tan bağışlanmayı dileyelim.

Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de ki,  mesajı şöyledir:

“Kim, (bu) haksız davranışından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir” (Maide Suresi,39.ayet)
 
Ne mutlu tevbesi kabul olup,bağışlananlara...

 Efkan VURAL

Bu yazı aşağıdaki sitelerde yayınlanmıştır:
Milliyet blog:
 
 
 
 

PEYGAMBERİMİZİ GERÇEKTEN SEVİYOR MUYUZ?

PEYGAMBERİMİZİ GERÇEKTEN SEVİYOR MUYUZ?   
     
Peygamber Efendimizʼle (s.a.v) âhirette beraber olabilmek, Oʼnun yakınında bulunabilmek; her müʼminin en büyük arzu ve hasretidir. Bu nîmete erebilmek ise Efendimizʼi gerçek mânâda sevmekten geçmektedir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde;

“Kişi, sevdiği ile beraberdir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 96)

Peygamber Efendimizʼle âhirette beraber olabilmek, Oʼnun yakınında bulunabilmek; her müʼminin en büyük arzu ve hasretidir. Bu nîmete erebilmek ise Efendimizʼi gerçek mânâda sevmekten geçmektedir. Fakat sevginin kantarı fedakârlıktır. Efendimizʼle beraberlik; Oʼnunla hissiyat ve fikriyat beraberliğidir, hâl ve ahlâk beraberliğidir, fiil ve amel beraberliğidir.

Yani “‒Ben Allah ve Rasûlʼünü seviyorum!” demekle iş bitmiyor. Çünkü gerçek mânâda seven birine, sevdiğinin husûsiyetleri sirâyet eder.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi seviyorsak, Oʼnun ahlâkı, takvâsı, hassâsiyetleri bize ne kadar sirâyet ediyor? Oʼnu seviyorsak, merhametimiz, şefkatimiz, Allah yolundaki hizmet, gayret ve fedakârlıklarımız hangi seviyede? Bencillikten, cimrilikten, nâdanlıktan kurtulabiliyor muyuz? Ümmetin dertleri bizi ne kadar alâkadar ediyor? Efendimizʼin Sünnet-i Seniyyeʼsini hayat kitabımızın her yaprağına nakşedebiliyor muyuz? Yoksa hayatımızın bazı safhalarında Oʼnu unutuyor veya göz ardı mı ediyoruz?..

İşte “Kişi, sevdiği ile beraberdir.” hadîs-i şerîfinin muhtevâsına girebilmek için sevgimizi, beraberliğimizle ölçmeli; beraberliklerimizi, sevgimizle mukâyese etmeliyiz.

PEYGAMBERİMİZİ SEVMENİN GEREKLERİ

Kadı Iyaz şöyle der:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmenin, O’na muhabbet beslemenin gereklerinden biri de; O’nun Sünnet’ine sarılmak, tebliğ etmiş olduğu dîni korumak, O’na yönelen saldırıları bertaraf etmek, O’nun uğrunda gerekiyorsa malını ve canını fedâ etmektir.”[1]

Kendimize bir soralım:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönül dünyasından ne kadar hisse alabildik?
O Varlık Nûru’nun hayatından, rûhâniyetinden, şahsiyetinden bizlerde ne kadar nasip var?

Meselâ;

“İbadetlerimizdeki rûhâniyet” hangi gönül kıvâmında?

Yani ibadetlerimiz; bizleri vecde, duygu derinliğine götürüyor mu? Huşû ve kalp huzuruna ne ölçüde varabiliyoruz?

“Muâmelâtımızdaki zarâfet” hangi seviyede?

Yüreklerimiz ne kadar bir rahmet dergâhı hâlinde? O dergâhtan ne kadar merhamet tevzî edebiliyoruz? Muâmelâtımız, “Allah râzı olsun!”larla mı taçlanıyor; “Hakkım harâm olsun!”larla mı neticeleniyor?

“Ahlâkımızdaki nezâket” hangi ölçülerde?

Başkalarına gösterdiğimiz nezâket, onlardan beklediğimiz incelikle aynı seviyede mi? Nefsâniyetten, enâniyetten, kibirden kurtulabildik mi? Tevâzuumuz samimî mi?

“Gönüllerimizdeki letâfet” hangi derinlikte?

Yaratanʼdan ötürü yaratılanları ne kadar bağrımıza basabiliyoruz? Yüreklerimizi muhtaçlar için, garipler için ne kadar rahmet dergâhı hâline getirebildik? Merhametimiz ne kadar şâmil, ne kadar faal?

“Sîmâlarımızdaki nûr-i melâhat” hangi parlaklıkta?

Peygamber Efendimiz’le beraber olan mü’minlerin vasıflarının sayıldığı âyet-i kerîmede geçen;
“…Onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir…” (el-Fetih, 29) tarifinden nasîbimiz ne kadar? Sîmâmızda secdelerden ne kadar akisler var?

“Lisanlarımızdaki selâset” hangi âhenk ve akıcılıkta?

Lisânımız ne kadar ruhlara huzur tevzî ediyor? Sözlerimiz, muhâtaplarımıza ne kadar ferahlık veriyor?

“Duygularımızdaki incelik” hangi derecede?

Bütün mahlûkatın bize emânet olduğunun şuurunda mıyız? Allâh’ın âyetleri karşısında, mes’ûliyetlerimiz karşısında, yaklaşan ecel ve kıyâmet karşısında hassâsiyetimiz hangi kıvamda? Kalplerimiz titriyor mu? Gözlerimiz yaşarıyor mu?

“Nazarlarımızdaki derinlik” hangi ufuklarda?

Gönüllerimiz, ilâhî azamet tecellîlerini, kudret akışlarını ve ilâhî nakışları ne kadar seyredebiliyor?اِقْرَاْ  «Oku!» (el-Alak, 1) tâlimâtının ne kadar içindeyiz? Zâhirden, kuru bilgiden, faydasız ilimden ne kadar kurtulabildik? İlâhî sır ve hikmetlere ne kadar muttalî olabildik?

Velhâsıl;

(Ey Rasûlʼüm!) Şüphesiz ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin…” (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesi ile medh ü senâ buyrulan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüce ahlâkından ne kadar hissedârız? Oʼnun engin gönül deryâsından hangi ölçüde nasiplenebiliyoruz? Gönlünden âlemlere rahmet taşıran Nebîler Serveri’nin güzelliklerinden bizlerde ne kadar var?

[1] Muhyiddîn Seydî Çelebi, Buhârî’de Yönetim Esasları, Haz. Doç. Dr. Mehmet Erdoğan, İstanbul 2000, s. 60.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Gönüller Sultanı Efendimize Muhabbet, Erkam Yayınları, 2015

http://www.islamveihsan.com/peygamberimizi-gercekten-seviyor-muyuz.html


 

30 Ağustos 2017 Çarşamba

ZAFERLER ALLAH’TANDIR.

ZAFERLER ALLAH’TANDIR.
 
Muhterem Müminler!
 
Okuduğum sure-i celilede Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah’ın zaferi ve fetih geldiğinde ve de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlama dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.” [1]
 
Okuduğum hadis-i şerifte ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Kim Allah’ın dini en üstün olsun diye mücadele ederse o, Allah yolundadır.” [2]
 
Kardeşlerim!
 
Her yıl gelen Ağustos ayında millet olarak bizler, 26 Ağustos 1071 tarihinde Anadolu’nun kapılarını İslâm’a açan Malazgirt Meydan Muharebesini, 30 Ağustos 1922 tarihinde Anadolu’nun kapılarını düşmanlara kapatan Başkomutanlık Meydan Muharebesini ve diğer zaferlerimizi hatırlarız. Tarihimize gider, ondan aldığımız güçle bugünümüzü ve geleceğimizi inşa ederiz. Bizi başarılı kılan, zaferlere ulaştıran ruh ve manayı anlamaya çalışır; bundan yüksek bir şuur elde etmeye gayret ederiz. Zaferler ayında biz müminlere düşen, tarihimizdeki fetih ve zaferlerle övünmek değil; bu zaferlere götüren ruh ve manayı idrak edip aynı iman ve teslimiyete sahip olmaktır. Bizlere düşen bekamızı, varlığımızı korumak ve dünya mazlumlarının umutlarını boşa çıkarmamaktır. Unutmayalım ki millet olarak aynı iman ve ruha sahip olduğumuz sürece aşamayacağımız hiçbir engel, başaramayacağımız hiçbir zorluk yoktur.
 
Değerli Müminler!
 
İslam coğrafyasının bugünlerde maruz kaldığı zulüm, zorbalık, haksızlık ve kötülükler, zaferlerimizi ve bu zaferlerin arkasındaki ruhu yeniden anlamaya olan ihtiyacımızı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
 
Unutmayalım ki ecdadımıza bu yüksek ruhu kazandıran “din-i mübin-i İslâm” dır. Onlar i’la-yı kelimetullah uğruna yaşamışlardır. Allah adı en yüce olsun diye mücadele vermişlerdir. Yeryüzünde hak, hakikat, adalet, hukuk, ahlak, barış ve huzur egemen olsun diye çaba sarf etmişlerdir.  Onlar, İslâm’ın barış ve esenlik dini olduğunu bütün dünyaya göstermişlerdir. Mazlumların sığınağı, zalimlerin korkulu rüyası olmuşlardır. Şehadet arzusunu hiçbir zaman yüreklerinden eksik etmemişlerdir. Din, iman, millet, vatan ve mukaddesat uğruna gerektiğinde candan ve canandan vazgeçmeyi göze almışlardır.
 
“Allah, müminlerden, mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır” [3] ayeti gereğince yaşamışlardır.
 
Asıl zafer, insanın gönlünü kazanmaktır. Asıl fetih, bir kalbi hakikate açmaktır. Zafer, egemen olma hırsına kapılmadan güzelliği herkesin avucuna bırakabilmektir. Fetih, insan iradesini incitmeden, baskı ve zorlama yapmadan, imanın ve İslâm’ın gönüllere teklif edilmesidir. Zaferlerin arkasında hep aynı ruh vardır. Bedir’de de aynı ruh vardır, Malazgirt’te de... Mekke’nin Fethinde de aynı ruh vardır Çanakkale Zaferinde de... İstanbul’un Fethinde de aynı ruh vardır, Kurtuluş Savaşında da… İşte bu ruh, İstiklal şairimizin, “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar / Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var / Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar / 'Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?” dizelerinde ifade ettiği fetih ruhunun ta kendisidir.
 
Aziz Müminler!
 
Ancak kuvvetli iman sahibi olanlar büyük zaferlere erişebilirler. “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olanlar sizlersiniz” [4] “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider.” [5] ayet-i kerimelerinin farkında olanlar zaferlere koşabilirler. Zaferin olmazsa olmaz şartı, hakiki iman, salih amel ve güzel ahlaktır. Bugünün Müslümanları en çok da bunlara muhtaçtır. Birlik ve beraberliğe, ilim ve irfana, fazilet ve erdeme muhtaçtır. Evet, Müslümanlar son iki asırdır zaferlere susamıştır. Ancak başarı ve zafer Allah’tandır. Allah’ın yardımıyladır. Yardım ise beklemekle gelmez. Müslümanlar, Allah’ın yardımını celb edecek bir halet-i ruhiye içinde olmalıdırlar. Allah’ın yardımının gelmesi için gayret göstermelidirler. Tıpkı Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in örneklik ve rehberliğinde Mekke döneminde olduğu gibi müminler, nefislerini, kalplerini ve zihinlerini terbiye etmelidirler. İmanlarını güçlendirmelidirler. İbadetlerini halisane yapmalıdırlar. Ahlaklarını güzelleştirmelidirler. Ruhen ve bedenen zafere hazır olmalıdırlar. Sonrasında da Allah’a tevekkül edip neticeyi yine O’ndan beklemelidirler.
 
Aziz Müminler!
 
Hutbemin başında okuduğum surede Rabbimiz, her fetih ve zaferden sonra biz müminlerden Rabbimizi hamd ederek tesbih etmemizi ve O’na tevbe ve istiğfarda bulunmamızı emrediyor. Çünkü insanoğlu zaferlerden sonra günaha sürüklenebilir. Başarılardan sonra nefsine yenik düşebilir. Bu başarıları verenin, bu zaferleri nasip edenin Allah olduğunu unutuverir de nefsine pay çıkarmaya kalkışır. Nefsine pay çıkarır da haktan, hakikatten, adaletten ve hukuktan ayrılır. Fazilet ve erdemleri terk eder. Bu sebeple Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) bu sure indikten sonra “Sübhanallahi ve bihamdihi, estağfirullah ve etûbü ileyh” duasını çokça yapmaya başlamıştır. [6]
 
Kardeşlerim!
 
Tarih boyunca bizlere zaferler kazandıran bütün büyüklerimizi, mübarek ecdadımızı, aziz şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmet ve şükranla yâd ediyoruz. Hutbeme Rabbimizin Kerim Kitabımızda bizlere öğrettiği şu dua ile son vermek istiyorum:
 
“Ey Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla! Ayaklarımızı dinin üzere sabit kıl! Ve Kâfirler güruhuna karşı bize yardım eyle, bize zafer ihsan eyle!” [7]
 

 [1] Nasr, 110/1-3.
[2] Buhârî Cihâd, 15.
[3] Tevbe, 9/111.
[4] Âl-i İmrân 3/139.
[5] Enfal, 8/46.
[6] Müslim, Salât, 220.
[7] Âl-i İmrân, 3/147.
 
Hazırlayan: Diyanet İşleri Başkanlığı
 
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
 
 
 
 
 

BİLMEDİĞİNİ SÖYLEYEBİLMENİN FAZÎLETİ

BİLMEDİĞİNİ SÖYLEYEBİLMENİN FAZÎLETİ   
     
Gerçek âlimler, bilmediklerinin daha çok olduğu anlayışıyla, son nefese kadar bir yönüyle talebe olmanın ihtiyacını hissederler. Bilmedikleri bir mesele karşısında, gururlanmadan, tevâzuya bürünerek “bilmiyorum” diyebilme cesaretini ve kemâlini gösterirler. 

“Abbasi Halifesi Harun Reşit, dönemin şeyhülislâmı İmam-ı Ebû Yusuf hazretlerine bir soru sorar.

Büyük İmam:

“Bilmiyorum!” der. Bunun üzerine mâbeyncisi söze karışır ve:

“Yâ Ebâ Yusuf! Mü’minlerin Emiri sana bu kadar maaş ve tahsisat verdiği halde ‘bilmiyorum’ demeye utanmıyor musunuz?” diye edebcizce bir çıkış yapar. Bunun üzerine Ebû Yusuf hazretleri:

“Mü’minlerin Emîri’nin bana verdikleri maaş, ilmime göredir, cehlimi nazar-ı itibara alarak vermiş olsaydı hazinesi yetişmezdi!” anlamlı karşılığını verir.”[1]

TEVAZU SAHİBİ GERÇEK ALİMLER “BİLMİYORUM” DİYEBİLİR

İlim, uçsuz bucaksız bir deryadır. İnsana ise çok az bir ilim verilmiştir. Her bilenin üstünde daha iyi bilen birisi mutlaka vardır. Bugün doğru bildiğimiz nice meseleler vardır ki, zamanla eksik ya da yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Durum böyle olunca, her şeyi bildiğini iddia etmek, ya da her sorulana cevap yetiştirmeye çalışmak, bir anlamda ilimde yarı yolda olduğunun, daha doğrusu henüz âlim olamadığının bir işareti sayılır.

Gerçek âlimler, bilmediklerinin daha çok olduğu anlayışıyla, son nefese kadar bir yönüyle talebe olmanın ihtiyacını hissederler. Her öğrendikleri, cehâletlerini giderdiğinden, Rablerinden sürekli ilimlerini artırmasını niyaz ederler. Böyleleri, bilmedikleri bir mesele karşısında, gururlanmadan, tevâzuya bürünerek “bilmiyorum” diyebilme cesaretini ve kemâlini gösterirler. Ancak kendini âlim zanneden nice câhiller vardır ki, onlar da her sorulana cevap verme cür’etinde bulunurlar.

[1] İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru, IV, 198.

Kaynak: Adem Ergül, 365 Lider Davranış, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/bilmedigini-soyleyebilmenin-fazileti.html


 

29 Ağustos 2017 Salı

Efkan Vural - Her Bayram Yeni Bir Fırsattır

Efkan Vural - Her Bayram Yeni Bir Fırsattır



Dini bayramlarımzdan biri olan Kurban Bayramına  ulaşmak üzereyiz. Bayramlar barışın , kardeşliğin ,sevginin ve dostluğun geliştiği günlerdir. Bu bakımdan  bayramlar her zaman yeni fırsatlar oluşturur. Bayramların sunmuş olduğu fırsatları iyi değerlendirmeliyiz. Fırsatlar her zaman ele geçmez. Başka bir bayrama bir daha erişemeye biliriz. Bunun için bu bayramı kaçırılmaz bir fırsat olarak değerlendirebiliriz.

Hiç tereddüt etmeden dargın olduğumuz kimselerle hemen barışmalıyız. Bayram vesilesiyle dargınlıklarımızı bir kenara koyarak sevgi ve kardeşlik içinde bayramlaşmalı ve bayram günlerini neşe ve sevinç içinde geçirmeye çalışmalıyız.   Belki ,bu bayram son bayramımız olabilir...
Bayram sevinci ile elde ettiğimiz sevgi ve kardeşliğimizi bayramdan sonra da devam ettirmeliyiz.

Bayram vesilesiyle yakınlarımızla görüşüp onlarla bayramlaşmalı , hal ve hatırlarını sormalıyız. İhtiyaç sahibi olanlara yardım etmeliyiz. Kestiğimiz kurbanların etlerinden kesemeyenlere vermeliyiz. Ve misafirlere de  ikramda bulunmalıyız. 

Tanıdığımız ve tanımadığımız kimselerle bayramlaşmalıyız.
Bayramın güzelliklerini doyasıya yaşamalıyız...
Bayramı en güzel biçimde geçirmek, dinimizin de bir gereğidir.
Bayram günlerinde İslam kardeşliği bir kez daha önem kazanır.
Sevgili peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) şöyle buyurur: “Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.” (Buhari.nikah.45.)

Sevgi barış ve kardeşliğin öne çıktığı bayram günleri dışında da bu güzel hasletleri devam ettirmeliyiz. Birbirimizi Allah için sevmeliyiz.
Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Mü’min olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de Mü’min olamazsınız…” (Müslim,İman, 93.)

Kendimiz için istediğimizi din kardeşimiz için de istemeliyiz.
Sevgili peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) şöyle buyurur : Hiç biriniz kendi nefsi için istediğini (Mü’min ) kardeşi için de istemedikçe (tam) Mü’min olamaz.”(Buhari,İman, 7)
Başka bir hadiste ise peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Müslüman müslümanın kardeşidir, ona hiyanet etmez,yalan konuşmaz ve onu sahipsiz bırakmaz. Müslümanın her şeyı ; ırzı malı ve kanı müslümana haramdır…” (Müslim ,birr ve sıla, 32.)
Bayramda yaptığımız güzel davranışlar iyilik olarak kabul edilir ve sevap olarak yazılır.
Yüce Allah Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (En'am Suresi, 160)

Bayram dolayısıyla küs ve dargınlıkarı sonlandırmalı, barış ve sevgi içinde yaşamalıyız. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “ Bir müslümana kardeşine üç günden fazla küsmesi helal olmaz. (Buhari, edeb, 57-62.)




Evet bayram günlerinde şunları yaparsak Allah’ın rızasını kazanmış oluruz:

1-Teşrik tekbirlerini getirmek. Kurban bayramında  arefe günü sabah namazından itibaren  bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar,farz namazlardan sonra  tekbir getirilir ki bu tekbirlere teşrik tekbirleri denir. Yani her vaktin farzını kıldıktan sonra selam verilince hemen; “Allahu ekber Allahu ekber, Lailahe  illallahu vellahu ekber, Allahu ekber  ve lillahi’l-hamd” (Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Allahtan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Hamd Allah içindir.)

2- Bayram namazını kılmak,

3- Bayram namazı sonrasında cemaatle bayramlaşmak,

4- Bayramlaşırken selavat getirmek, Kesilen kurbana iyi davranmak, kesim işini bilen kişilere  yaptırmak, hayvana eziyet vermemek.

5-Kurban etlerinin üçte birini ihtiyaç sahiplerine vermek.

6- Çocukları ve yetimleri sevindirmek,

7- Ailemizle bayramlaşmak, aile fertleri arasında sevgi ve saygıyı artırmak,

8- Komşu ,dost ve akrabalarla bayramlaşmak,
9- Hastaları ziyaret etmek, onlarla bayramlaşmak, Engelli kardeşlerimizi ihmal etmemek.
10- İkramda bulunmak,
11- Mezarlıkları ziyaret etmek,(Kur’an  ve  dua okuyarak ölümü  ve ötesini düşünmek)
12-Dargınları barıştırmak,
13- Bayram vesilesiyle sevgi, barış, kardeşlik ve höşgörüyü yaygınlaştrmak ve bayram sonrasına da  taşımak.

Kurban  bayramınızı tebrik eder, Milletimize ve tüm İslam alemine hayırlara vesile olmasını Yüce Allahtan dilerim.
 Nice bayramlara...


Efkan VURAL

Bu yazı aşağıdaki sitelerde yayınlanmıştır:
Milliyet blog:
 
 
 
 

ARAKAN TARİHİ

ARAKAN TARİHİ   
     
Burma, Myanmar ya da Arakan… Hangi ismiyle hitap edilirse edilsin, bu bölgede yaşayan Müslüman halk, her dönem, çeşitli gruplar tarafından işkencelere, katliamlara, soykırım çabalarına mâruz kalmış bir halktır.
Derleyen / Furkan Hasdemir
 
50 milyon nüfusu bulunan Burma’nın yüzde 15’ini Müslümanlar oluşturmaktadır. Geri kalan nüfusun büyük bir çoğunluğu Budist. Müslümanların büyük çoğunluğu, ülkenin Arakan adlı bölgesinde yaşıyor.
 
 ARAKAN NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
 
İslam’ın ülkeye girişi ilk kez Hicri birinci asırda Müslüman tacirler aracılığıyla oldu. Allah Resulü’nün (s.a.v) sahabelerinden Vakkas bin Malik (r.a) ve bir grup arkadaşı bu ülkeye ilk ayak basan Müslüman tacirlerdir. Daha sonra Müslümanların bu ülke ile ticaretleri artmıştır. Hicri ikinci asırda Müslüman tacirlere ait bir gemi Arakan’a yakın Bengal Körfez’inde batmış ve gemideki onlarca Müslüman karaya çıktıktan sonra bir daha ülkelerine dönmemişlerdir. Arakan’a yerleşen bu Müslümanlar, İslam’ın bu bölgede yayılmasında büyük emek göstermişlerdir.
 
 VE ARAKAN İSLAM DEVLETİ…
 
13. yüzyıla gelindiğinde Arakan Halkı tamamen Müslümanlaştı ve 1430 yılında Arakan İslam Devleti kuruldu. Arakan İslam Devleti’nin ilk sultanı ise Süleyman Şah’dır. Arakan İslam Devleti 1784 yılına kadar bölgeye hükmetti. Bu dönemde Arakan bir ticaret ve ilim merkezi oldu. Portekizliler, Hollandalılar uzun yıllar Arakan ile ticaret yaptılar ve Arakan, ekonomik olarak güçlü bir hale geldi.
Burma Sultanlığı, Arakan İslam Devleti’ni yıksa da bölgeye tam olarak hâkim olamadı. 19. Yüzyılda Arakan’ı  işgal eden yeni sömürgeci güç İngiltere’ydi. Arakan’ı iliklerine kadar sömüren ve Arakanlı Müslümanları maden ocaklarında zorla köle olarak çalıştıran İngiltere, 1948 yılında bölgeden ayrılırken, Arakan’ı Burma Sultanlığı’na bıraktı. İngiltere, Ortadoğu’da oynadığı oyunun aynısını bu sefer Asya’da oynadı.
 
1784 yılında Müslümanların siyasi iktidarı kaybetmelerinden hemen sonra Burmalı Budistler, Müslümanları ezmeye, fiziksel olarak imha etmeye yönelik bir politika uyguladılar. Ülke Müslümanları, 1938 yılında kısmi bir bağımsızlık elde etmiş olsalar da iktidarı ele geçiren cunta, Müslümanlara büyük eziyetlerde bulundu
 
 İSLAM DEVLETİ YIKILDI, ZULÜM BAŞLADI
 
 Arakan Halkı, İslam Devleti’nin yıkılmasının ardından Budistler tarafından sürekli olarak din değiştirmeye zorlandı. Fakat Arakanlı Müslümanlar her ne pahasına olursa  olsun dinlerini terk etmediler. Bunun üzerine Burmalı Budistler, askerlerden aldıkları destekle Arakanlı Müslümanlara yönelik büyük bir katliama giriştiler.
 
28 Mart 1942 yılında ilk olarak Minbya şehrine bağlı Çanbilli Köyünde başlayan, daha sonra da bütün Arakan’a yayılan bu katliamda en az 150 bin Arakanlı Müslümanın öldüğü tahmin ediliyor. Bu tarihi katliam esnasında yüz binlerce Arakanlı vatanını terk ederek komşu ülkelere sığındı. ( Nilüfer Müftülüğü, arşiv)
 
SOSYALİST PARTİ 20 BİN MÜSLÜMAN KATLETTİ
 
Burma, 1948 yılında İngiliz yönetiminin sona ermesiyle bağımsızlığını kazandı. 1962 yılında askeri darbeyle iktidara gelen komünist General Ne Win, devletin tüm imkânlarını Müslümanları yok etmek için seferber etti. Hazırlanan “Burma Sosyalist Parti Programı”nda, her türlü yol kullanılarak Müslümanların dinlerinden uzaklaştırılması hedefleniyordu.
 
İnsan hakları kuruluşlarının vermiş oldukları raporlara göre, 1962-1984 yılları arasında 20.000 Arakan Müslümanı öldürüldü. Yüzlerce kadına tecavüz edildi ve Müslümanların tüm mal varlıklarına el konuldu. Devletin iletişim araçları, İslam dini hakkında yalan ve iftiralar yaymak için kullanıldı. 1978 yılının baharında, 200.000 Müslüman daha Bangladeş’e göçmek zorunda kaldı.
1990’lardan sonra Müslümanlar tekrar büyük bir kıyıma uğramış ve yine 200.000 kişi 1992 yılında Bangladeş’e sığınmak zorunda kalmıştır. Çok fakir bir İslam ülkesi olan Bangladeş, Burmalı mültecileri topraklarında ağırlamakta, ancak yiyecek ve barınma konusunda yardım etmekte çok zorlanmaktadır. (Dünya Bülteni)
 
 
 GÜNÜMÜZDEKİ BUDİST İŞKENCESİ
 
Myanmar haber ajanslarının vermiş olduğu bilgilere göre: Budist çetelerin zulmü, cinayet, toplu tutuklamalar, tecavüz vakaları ve işkence suretinde kendini gösteriyor. Ayrıca, Ekonomi olarak bir çok boykotu yaşayan Myanmar Müslümanları’nın, evleri ve işyerleri ateşe veriliyor. Gençler keyfi tutuklamalar yüzünden yaşadıkları yerlerden kaçıyorlar. Budist çeteler, Müslümanlara ait olan ev, cami, işyerleri ve araçlarını kundaklamaya devam ediyor.
 
 2012 – 2013 yılları arasında Myanmar’da, çoğu Müslüman 250 kişinin ölümüne neden olan şiddet olayları yüzünden, yaklaşık 140 bin kişi yer değiştirmek durumunda kaldı. Budist çetelerin kontrolünde yaşanan bu olaylara Türkiye dışındaki ülkelerin büyük kısmı sessiz kaldı.
 
 Tarihi zulüm ve işkencelerle dolu Burma Müslümanları, Müslümanlardan gelecek yardıma muhtaç, çaresiz bir şekilde işkence görmeye devam etmektedir. Müslümanların yeniden refaha ve huzura kavuşması için bir an önce, Arakan’da akan kanı durdurucak somut adımlar atılmalıdır.