30 Kasım 2017 Perşembe

HIRA”DAN (HAYATA BAKMALI) “EHAD” TEMİZLİĞİ YAPMALI

HIRA”DAN (HAYATA BAKMALI) “EHAD” TEMİZLİĞİ YAPMALI
 
 
Ruhların haz bulması, insanın kemal noktasına ulaşması, hayatın değerinin anlaşılması için Cebelunnur(ilk vahyin indiği dağ) da Hakk’ın ismi ile başlayan “oku” sesine kulak verilmelidir. Hıradan gelen sese kulak vermek vahyin terbiyesinde hayat bulmaktır. Ruhun nurunun ortaya çıkması ve hakkın tecellisinin insanda hayat bulması için vahyin terbiyesine her zaman ihtiyaç vardır.
 
İnsan, Hıradan hayata baka bildiğinde yaşamı boyunca sevginin, muhabbetin, dünya ve Ahiret güzelliklerinin ruh dünyasında bir değer oluşturacaktır. İnsan, Hıradan hayata baktığında, yaşamın huzurlu kaynağını bulmuş olacaktır. İnsan değerli oluşunun farkına varacaktır.
 
Cebelunnur da başlayan vahyin temeli ilk aşama da Mekke de sıkıntılı hayatın geçmesine sebep olmuştur. Mekke de ki bu sıkıntılar doğum sancısıdır. Bu sıkıntılar, tadın, lezzetin ve olgunlaşmanın zirveleşmesine sebep olmuştur. Bu mücadele görünüş de hakkın mengenede sıkışması gibi gözükse de Asr-ı Saadette şerrin ardından nice hayırların var olduğu zamanla ortaya çıktığını görüyoruz.
 
Hırada başlayan hakkın sesi yirmi üç yıllık mücadelenin sonunda Efendimiz (S.A.V.)’in örnekliği ve rehberliğin de tüm dünyayı kuşatmıştır. Zahmet, meşakkat ve her türlü ıstırapla başlayan hakkın sesi neticede tüm ruh ve bedenleri kapsar hale gelmiştir. İnsan Hakk’ın Kelamın da kendisini bulmuş ve değerli olduğunun farkına varmıştır.
 
Hırada başlayan Hak sese kulak veren putların gölgesinden “Ehad”ın terbiyesi altına girmek isteyenlere set çekilince ruhun gerçekliği ortaya çıkmış ve “Ehad”ın terbiyesi daha ağır basmıştır. Bu terbiye Bir yanda Hakk’ın yolun(Allah’ın yolu)da giden “Ehad”’e inanmış neferler ile bir yanda da şer yolunda(Şeytanın yolu) ve putların gölgesin de Şeytan-i yola çıkanların mücadelesidir. Bu mücadele türlü işkence ve zulümlere rağmen hakkın sesini tutup kaldıran ve gönüllerini put kirlerinden arındırmak için “Ehad” temizliği yaparken şeytani nefesler ve hevesler her türlü aymazlığı ortaya koymuş olsalar da “Ehad”ın dirilttiği kalbe asla zarar veremediler/veremezler de.
 
“Ehad” yolculuğu gönülleri ve bedenleri temizleyerek insanın şeytani arzu ve inanışlardan, heva ve heveslerden arındırır/arındırmaya devam ediyor.
 
 İnsanın Batıl yönü ve batıl davalar şeytani yön taşır ve insanın ruhunu kirletir ve insanı insanlığından çıkartır. Hıranın sesine kulak veren “Ehad” temizliği yapan her gönül dirilir. Hak her zaman galip olur, batıl ise her zaman yok olmaya mahkûmdur.  Tarihimizin sayfaları batılın yok oluşu ile doludur.
 
Hıra da başlayan yirmi üç yıllık zaman dilimini iyi değerlendirmemiz ve o dönemi iyi anlamamız gereklidir. Günümüz de ki her şeyin çaresi ve devası Asr-ı Saadette olduğu görülecektir.
 
Mekke insanın Hıradaki sese kulak vermesinin ardından ashabın olgunlaşması ve “Ehad”ı derinleştirilmesi için her türlü zulme karşı koymanın merkezidir. Rabbimiz buyuruyor ki” zorluktan sonra kolaylık vardır. Gerçekten zorluktan sonra kolaylık vardı” emri ilahisinin hayatımızı kapsar bir şekilde Hıradan yola çıkanlar zahmet görseler de Sevr de korunacaklar, Medine de hayat bulacaklar, zorluktan sonra kolaylık bulacaklardı ve öylede olmadı mı?
 
 Çeşitli zulüm ve işkenceler ile Mekke’den hicret etmek zorunda bırakılanlar sonra zamanla olgunlaşıp kemale erince vakarla ve mütevazilikle gönülleri ve Mekke’yi feth edeceklerdi/etmediler mi? Çünkü Rabbim zorluktan sonra kolaylık vardır buyurdu. Hakk’ın Kelamı her zaman tecelli edeceği gibi vahyin başlangıcından, vahyin son bulmasına varıncaya kadar ve sayılamayacak kadar da Hakkın Kelamı tecelli etmiştir/ tecelli edecektir.
 
Vahyin Hıradan çağlara ve nesillere seslenişi Alemlere merhamet olarak gönderilen Nebi (S.A.V.) de hayat bulması ile insan ahir zamanda büyük şerefle şereflenmiştir. Hak dava yolcuları yirmi üç yıllık risalet dönemini iyi değerlendirdi mi Mekke dönemi zorlukların zirvesi ve meşakkatlerin merkezi ve “Ehad”ın temizliğidir.
 
Hak dava Hırada “oku” emri ile başlar ve devamında “Ehad” temizliği yapar. İslam’ın ilk dönemi Vahyin yerleşmesi ve putları kırılması ve insanın huzurlu yaşam ilkelerinin hayat bulması zamanıdır.
 
“Oku” emri ile başlayan ve ardından “Ehad” temizliği yapan dinin mensupları olarak hayatımızın her safhası Mekke ve Medine gibi değil midir? Ferdi yaşam ve toplumsal yaşam her daim hak ve batıl mücadelesi ile karşı karşıyadır ve kıyamet kopuncaya kadarda bu böyle olmaya devam edecektir. Kimileri Habil olacak kimileride kabil, Kimileri Muhammedi duruşta, Kimileride Ebu Cehil duruşunda olacaklardır. Kimi zaman zorluk kimi zamanda iyilik ve kolaylık olacaktır. Asıl olan ise Hak davanın neresinde olduğumuzun farkına varmak, nerede ve ne şekilde istihdam ediliyoruz bunu iyi anlamaktır.
 
Bismillah ile Hıradan okumaya başlamalı ve “Ehad” temizliği ile her halimizi temizlemeliyiz ki Rabbimizin hoşnutluğunu kazanmış olalım.
 
MAKKE-İ MÜKERREME: AZAMETİN VE MEŞAKKATİN MERKEZİ
 
Efendimiz (S.A.V.) dönemin de Mekke zorlukların ve meşakkatin merkezi idi ve günümüzde de Mekke güç yetire bilenlerin gideceği azametin olduğu yorulmanın ve terlemenin merkezidir. Mekke  “الْعُسْرِ” zorluğun ve meşakkatin merkezidir. Mekke Aynı zamanda hazzın ve lezzeti merkezidir. Hiradan bakarsan Mekke’ye vira bismillah dersin her zor gelen amellere ve işlere. Günümüzde de Kabe-i Muazzama “Ehad” temizliğinin zirve noktasıdır.
 
MEDİNE-İ MÜNEVVERE: YUMUŞAKLIĞIN, HUZURUN VE MUHABBETİN MERKEZİ
 
Efendimiz (S.A.V.) döneminde Medine kolaylıklar yurdu ve medeni bir şehirdi. Medine, muhacirlere kol kanat geren şehirdi. Mazlumların, gariplerin, kimsesizlerin ve yolunu şaşırmışlarım şehri idi Medine-i münevvere ve İslam Efendimiz (S.A.V.) ile beden bulduğu hayat bulduğu,   İslam’ın coştukça coştuğu şehrin adıdır Medine. Medine yumuşaktır. Medine ana kucağı ve dert otağıdır. Tüm dertlilerin dertlerinin çözüldüğü merkezdir. Medine İslam’ın kökleştiği ve insanın değerli olduğunun ve ötekileştirmenin olmadığı bir şehirdir. Medine “يُسْرًا” kolaylıklar şehridir. Bu günde hac veya umreye gidenler Medine de Efendimiz (S.A.V.)’in şefkati içerisinde kendilerini hissettikleri Şehr-i emindir. Medine; Mekke de susamışların susuzluğunu giderdiği mübarek şehirdir.
 
Medine sanki doğup büyüdüğün şehir gibidir ana yüreği baba ocağı gibidir. Medine’ye giren yalnızlık hissetmez burukta olmaz. Sanki evine gelmişsin gibi Muhammedi nur ana şefkati gibi etrafın sarmıştır. Medine insana sakinlik, duruluk verir ve sanki her şeyden emin ol dercesine El- Emin isminin terennümünü emin belde de yaşar insan. İnsan hep burada kalsan ve buradan ayrılmasam der, bu insanın kalbi derinliklerinden gelen bir sestir. İnsan Medine de içini saran mutluluk ve huzurdan dolayı Medine sokaklarında veya Ravza’nın her hangi bir kenarında insan kendisine ne oluyor bana bu huzur nedir diye sorar.
Haremeyn vahyin ışığının tüm zamanlarda insanlığa ışık kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
 
 
         Emin YAVUZYİĞİT
                   Uzman İmam Hatip
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
 
 
 
 
 

İYİLİĞİ EMREDİP KÖTÜLÜĞE ENGEL OLMALIYIZ

İYİLİĞİ EMREDİP KÖTÜLÜĞE ENGEL OLMALIYIZ 
     
Mü’min önce kendisini mânen ihyâ edecek, ardından muhitini ve toplumunu irşâd edecek. İçtimâîleşmek; Allah için bir araya gelmek, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak, hayırlara anahtar, şerlere kilit olmak ve toplum hâlinde Allâh’ın dâvetine icâbet etmek demektir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

YALNIZ KALMA!

Cenâb-ı Hak insanı Zâtına kulluk etsin diye yarattı. İnsan; Rabbini tanıyacak, sevecek, O’na kulluk edecek.

Rabbimiz bu imtihanda muvaffak olup, kendisiyle dost olabilenleri cennetine davet ediyor. Hedef büyük… Yol uzun… Mükâfat muazzam ve muhteşem… Elbette bu büyük imtihanın çeldiricileri, zorlaştırıcıları da var. İnsan bu mukaddes yolculukta iki ateş arasında: Nefis ve şeytan.
Hazret-i Mevlânâ; Hakk’ın davetine icâbet edip nurlanmak için, nefsi ve nefsânî duyguları bertarâf etmenin zarûrî olduğunu şöyle bildirir:
“Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsini yakmalısın.”
Bir nevi yol kesici eşkıyâ olan bu iki düşmana karşı insan ömür boyu cihâd etmek mecburiyetinde. Kalbinde îmânı üfleyerek söndürmeye çalışan, onu karanlığa mahkûm etmek isteyen kötü niyetli düşmanlarına karşı, son nefese dek mücadeleye mecbur.

İnsan bu mücadelede yalnız kalırsa güçlük çeker. Zira düşmanı tek değildir. Kendi nefsi ve şeytanı ile birlikte, şeytânî ve nefsânî vesvese ve iğvâlara kendini kaptırmış koca bir ordu ile karşı karşıyadır.

Öyle ise, mü’min; kendisi ile aynı dâvâda, aynı gayede olan, yani Hakk’ın davetine icâbet ederek, O’na yaklaşmaya gayret eden kardeşleriyle beraber olmalıdır. Hazret-i Mevlânâ; bu beraberliği, eşkıyâlarla dolu bir yolculukta bir araya gelerek, güçlü bir kervan teşkil eden yolculara benzetir:

“(Îman kardeşin olan) insanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”

İçtimâîleşmek; bir araya gelmek, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak, emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker vazifelerini edâ etmek, toplum hâlinde Allâh’ın davetine icâbet etmek demektir.

Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)

Her mü’min İslâm’ı yaşamakla memur olduğu gibi, yaşatmakla da vazifelidir. Her mü’min hâdisâtın ve devrin akışından mes’uldür. İslâm ve müslümanların istikbâli hakkında bîgânelik, bir mü’mine yakışmaz. İslâm nûrunun tamamlanmasında, Allâh’ın dînine yardım etmekte her mü’min aşk ile gayret etmekle mükelleftir.

Âyette şöyle buyurulur:
(İnsanları) Allâh’a davet eden, sâlih ameller işleyen ve; «Ben müslümanlardanım!» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
Rabbimiz bizden İslâm karakter ve şahsiyetini temsil etmemizi arzu ediyor.
“Biz, sizleri ılımlı bir ümmet olarak (hayırhah bir ümmet olarak, istîdâtlı bir ümmet olarak) halk ettik. Siz, yeryüzünde Allâh’ın şahitlerisiniz. Peygamber de kıyâmet günü size şahit olsun.” (el-Bakara, 143)

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Peygamberler, ümmetlere Allâh’ın şahididir (örnektir, üsve-i hasenedir. Allâh’ın dîninin temsilcisidir.) Benim ümmetim de diğer ümmetlere Allâh’ın temsilcisidir.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XII, 171-172/34530)

Bunun yolu ise; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, sahâbe ve onları takip eden Hak dostlarının usûlü üzere, İslâm’ı en güzel şekilde temsildir. Fazîletli bir insan olup yaşayarak mârufu emretmek, münkeri nehyetmektir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Ağustos – 126.Sayı – 2015

http://www.islamveihsan.com/iyiligi-emredip-kotuluge-engel-olmaliyiz.html


 

29 Kasım 2017 Çarşamba

Efkan Vural - Hz. Muhammed’in Hayatı

Efkan Vural - Hz. Muhammed’in Hayatı  
 
Sevgili Peygamberimizin doğduğu ayın içindeyiz. Peygamberimiz kameri aylardan Rebiü’l-evvel  ayında doğmuştur. Bu nedenle Peygamberimizin haytını kısaca hatırlatmak istiyorum.
 
Peygamberimiz(s.a.v.) Fil Yılında doğmuştur.Doğumu  rivayete göre Fil olayından  50gün sonrasına rastlar.
 
Peygamberimiz Miladi  20 Nisan 571 Pazartesi günü;kameri aylardan Rebiülevvel ayının  onbirini on ikisine bağlayan gece sabaha yakın   doğdu.
 
Peygamberimiz doğmadan önce babası Abdullah vefat etmişti. Yani Peygamberimiz yetim olarak doğmuştur.
 
 Peygamberimizin annesi Amine yavrusunun geleneklere uygun olarak , süt  anneye verilmesine rıza gösterir. Annesi Amine yavrusundan 4 yaşına kadar ayrı kalır.
 
Peygamberimiz annesi  ile 4-6 yaş arasında  iki yıl birlikte kalabildi.
 
Altı yaşında iken annesi de vefat eden sevgili  Peygamberimiz artık bundan sonra da öksüz olarak büyümüştür.
 
8 yaşına kadar dedesi Abdulmuttalibin yanında, 8 yaşından 25 yaşına kadar da amcası Ebu Talipin yanında kalmıştır.
 
25 yaşında iken, 40 yaşında olan Hz Hatice ile evlendi.
 
Peygamberimize 610 yılında hira mağrasında ilk vahiy geldi.
 
Peygamberimize ve ilk inanlara bir çok işkence yapılmıştır. İlk hicret 615-616 yıllarında habeşistana yapıldı.
 
620 yılında islam daveti için gittiği Taiften dönerken çocuklar tarafından taşlanarak, büyük bir sıkıntı ve işkence ile Mekkeye döndü.
 
621-622 yıllarında bir grup Medineli ile görüşüp, onlarla Akabe denilen yerde  sözleştiler. Peygamberimizi ve kendisine inanları Medineye davet ettiler.
 
Müslümanlar ve Peygamberimiz 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etti. 
 
Peygamberimiz  Medine’de yaşayan gruplarla görüşerek onlarla ilk defa bir sözleşme yaptı.Bu sözleşme, İslam tarihinde ilk yazılı anayasa olarak kabul edilir.
 
Peygamberimiz müşriklere karşı sırasıyla Bedir,  Uhud ve  Hendek savaşlarını yaptı.
 
Savaşlardan bir netice alamayan Müşriklerle, 628 yılında Hudeybiye anlaşması yapıldı.
 
Peygamberimiz bir çok hükümdarı  islama davet etmek için, onlara  mektup  gönderdi.
 
Hayber fethedildi.  Mute savaşı yapıldı.
 
Hudeybiye antlaşmasını bozan Mekkeliler üzerine 10 bin kişilik bir kuvvetle giden Hz. Muhammet Mekke’yi 630 yılında fethetti .
 
Kabeyi putlardan temizledi.
 
Mekkelilere umum af ilan etti . Mekkelilerde topluluklar halinde islama girdiler.
 
Mekkenin fethinden 2 yıl sonra Peygamberimiz  Veda haccını yaptı. Yüz bini aşkın bir müslüman topluluğuna Arafatta son bir konuşma yaptı.  Bu konuşma Peygamberimizin müslümanlara yaptığı son konuşmaydı.  Bu konuşmaya Veda Hutbesi denilmektedir. Peygamberimiz Veda Hutbesinde islam dinini özetliyordu.
 
Daha sonra Medine’ye dönen Peygamberimiz  hastalanır ve  Miladi,8 Haziran 632 yılında, Hicri 11.yılın Rebiulevvel ayının 12’sinde  Hakka yürür.
 
Peygamberimiz vefat ettiği odasında defnedildi. Mescidi Nebi’nin yanındaki mezarının bulunduğu mekana  Ravza-ı Mutahhara denilmektedir.(Cennet bahçesi)
 
Medine’de Mescidi Nebi’nin içinde bulunan Peygamberimizin kabrini hergün binlerce müslüman ziyaret eder, ona selatü selam getirir.
 
Allah bizleri Peygamberine tabi olanlardan eylesin.
 
 Peygamberimizin şefaatine nail eylesin.
 
Ahirette Peygamberimize  komşu eylesin.
 
Efkan VURAL
 
 
 
 
 

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR? HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V) HAYATI

HZ. MUHAMMED (S.A.V.) KİMDİR? HZ. MUHAMMED’İN (S.A.V) HAYATI   
     
Hz. Muhammed (s.a.v.) kimdir? Peygamber Efendimiz ne zaman ve nerede doğdu? Peygamber Efendimiz’in şemaili ve ahlakı nasıldı? Peygamber Efendimiz’in günlük hayatı ve ibadeti nasıldı? Peygamber Efendimiz nasıl vefat etti? İşte Allah’ın elçisi: Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı…
Haber: Murat Karadeniz
,
Hz. Muhammed (s.a.v.) Fil Vak‘ası’ndan 50 veya 55 gün sonra 20 Nisan 571 Pazartesi günü (et-Taķvîmü’l-Arabî, s. 33-44) Adnânîler’in ana yurdu kabul edilen Mekke’de dünyaya geldi. Doğumundan iki ay evvel babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ÇOCUKLUĞU

Annesi vefat ettikten sonra Hz. Muhammed’i (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib himaye etti. Abdülmuttalib, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gereken ihtimamı gösterdi. Yanından hiç ayırmadı, ona baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmedi. Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bakımını oğlu Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Ebû Tâlib, Hz. Muhammed’i (s.a.v.) çocuklarından daha fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Hz. Peygamber’in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed (r.anha) de ona kendi çocuklarından daha çok alâka gösterdi. Ebû Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden geleni yaptı.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ŞEMÂİLİ

Peygamberimizin terbiyesi altında yetişen üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle, Resûl-i Ekrem’in şemâilini şöyle tasvir eder:

“Allah’ın elçisi iri yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlaktı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûrânî beyaz, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman daha çok yere doğru bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selâm verirdi.” (İbn Sa‘d, I, 422; Taberânî, XXII, 155-156; Beyhakī, II, 154-155; Heysemî, VIII, 273-274; ayrıca bk. HİLYE; ŞEMÂİL)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN AHLAKI

Hz. Peygamber Kıyamet’e kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için (el-Ahzâb 33/21) hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlâkla donatılmıştır. (el-Kalem 68/4) Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur.

Hz. Âişe, Resûlullah’ın ahlâkının Kur’an’dan ibaret olduğunu belirtmiş (Müslim, “Müsâfirîn”, 139), Hz. Peygamber de Cenâb-ı Hak tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir. (Münâvî, I, 429) Resûl-i Ekrem güzel ahlâk üzerinde özellikle durmuş, ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildiğini söylemiş (el-Muvaŧŧa, “Ĥüsnü’l-ħuluķ”, 8; Müsned, II, 381) ve yüzünü güzel yarattığı gibi huyunu da güzelleştirmesi için Allah’a dua etmiş (Müsned, I, 403; VI, 68, 155), mükemmel imanın güzel ahlâklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir. (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; Tirmizî, “Rađâ”, 11) Onun başkalarına tavsiye ettiği ahlâk ilkelerini hayatı boyunca uygulaması (Buhârî, “Riķāķ”, 18) bu ilkelerin daha çok benimsenmesini sağlamıştır.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN NEZAKETİ

Hz. Peygamber, herkese değer verir ve hiçbir şekilde nezaketi ihmal etmezdi. Gördüğü insanlara ayırım yapmadan önce o selâm verir, erkeklerle tokalaşır, muhatabı elini bırakmadıkça o da bırakmazdı. Karşısındakine bütün vücuduyla dönerek konuşur ve muhatabı yüzünü çevirmedikçe Resûl-i Ekrem de çevirmezdi. (Tirmizî, “Śıfatü’l-ķıyâme”, 46) İnsanlara güzel söz söyler, güleryüz gösterir ve böyle davranmanın sevap olduğunu söylerdi. (Buhârî, “Śulĥ”, 11, “Edeb”, 68; Tirmizî, “Birr”, 36) İki şeyden birini yapmakta serbest bırakıldığında kolay olanı tercih ederdi. (Buhârî, “Menâķıb”, 23; Müslim, “Feżâil”, 77) Kendisi binek üzerindeyken yanında bir başkasının yaya yürümesinden rahatsızlık duyardı. (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 127, 128; Nesâî, “İstiâźe”, 1)

Kendisini evlerine davet edenleri kırmaz ve gönüllerinin hoş olması için orada nâfile namaz kılardı. Birinin yanlış bir davranışını veya uygun olmayan kıyafetini gördüğü zaman utandırmamak için ona hatasını söylemez, bu uyarıyı başkalarının yapmasını tercih ederdi. (Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 8; “Edeb”, 4) Ağzından çirkin söz çıkmaz, ahlâkı güzel olanın hayırlı insan olduğunu söylerdi. (Buhârî, “Edeb”, 38) Hayatında hiçbir kadını ve köleyi dövmemiş, şahsına yapılan haksızlıktan dolayı intikam almamıştı. (Müslim, “Feżâil”, 79) On yıl boyunca hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik’e bir defa bile kızmamış, yaptığı bir hata yüzünden onu azarlamamıştı. (Müslim, “Feżâil”, 51) Son derece edepliydi ve hayânın imandan olduğunu söylerdi. Bir şeyden hoşlanmadığının ancak yüzünden anlaşıldığı, hanımların bazı özel hallerine dair sordukları sorulara cevap verirken oldukça zorlandığı belirtilmektedir. (Buhârî, “Ĥayıż”, 13, 14, “Śalât”, 8, “Menâķıb”, 23, “Edeb”, 72, 77)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN MERHAMETİ

Resûl-i Ekrem Müslümanlara karşı çok merhametliydi. Yaptığı bazı nâfile ibadetleri onların da coşkuyla ifa ettiğini görünce bunların farz kılınabileceğini ve sonuçta Müslümanların zor durumda kalacağını düşünerek bu tür ibadetleri yapmaktan vazgeçerdi. (Buhârî, “Teheccüd”, 5) Çocuklara da sonsuz bir şefkat gösterirdi; onları kucaklayıp öper, bağrına basardı. (Buhârî, “Cenâiz”, 32)

Duada bulunması için kucağına verilen bebeklerin üstünü kirletmesini önemsemez. (Buhârî, “Vuđû”, 59), kız ve erkek torunlarını omuzuna alıp mescide gider, hatta onlar omuzunda iken namaz kılardı. (Buhârî, “Śalât”, 106) Namaz sırasında ağlayan bir çocuğun sesini duyunca namazı çabuk kıldırırdı. (Buhârî, “Eźân”, 65) Kadınların hiçbir şekilde incitilmesini istemezdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun müminlere olan düşkünlüğünden, şefkat ve merhametinden söz edilmiş, Müslümanların sıkıntıya uğramasının onu çok üzdüğü bildirilmiştir. (et-Tevbe 9/128)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN CÖMERTLİĞİ

Hz. Peygamber son derece cömertti. Kendisinden bir şey istendiği zaman ona çok ihtiyacı da olsa verirdi. Bir defasında yamaçta yayılan koyun sürüsünü görüp birkaç koyun isteyen bedevîye bütün sürüyü vermişti. (Buhârî, “Cenâiz”, 28; “Edeb”, 39)

Düşmanları bile Resûl-i Ekrem’in üstün şahsiyetini övmek zorunda kalırdı. Ebû Süfyân, ticaret için gittiği Suriye’de Bizans İmparatoru Herakleios’un Peygamber hakkındaki sorularına cevap verirken onun en belirgin özelliklerinin doğruluk, iffet, ahde vefa ve emanete riayet olduğunu söylemişti. (Buhârî, “Bedü’l-vaĥy”, 7)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’E İLK VAHİY NASIL GELDİ?

Âlemlerin varlık sebebi Peygamber Efendimiz, nezih bir gençlik ve ulvî bir âile hayâtı ile sergi­lediği müstesnâ mükemmelliklerin ardından, kırk yaşlarında iken peygamberlik mertebesine nâil oldu. Kırk yaşına altı ay kala, ilâhî kudret O’na Mekke’deki Hirâ Mağarası’nı kudsî bir mektep olarak açtı.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN TEBLİĞİ

Resûlullah, zor şartlar altında peygamberlik vazifesine başladı. İnsanlara doğru yolu göstermek için pek çok sıkıntılara katlandı. Yeryüzüne îmânı, adâleti, merhameti, muhabbeti yerleştirmek için çalıştı. İnsanların hem dünyalarını hem de ebedî olan Âhiret hayatlarını kurtarmak için kendisini helâk edercesine büyük bir gayret gösterdi.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN GÜNLÜK HAYATI 

Hz. Peygamber Mekke’de önce dedesinin, ardından amcasının himayesinde büyümüştü. Bir ara çobanlık yapmış ve ticaretle uğraşmış, nihayet zengin bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmişti. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer muhacirler gibi o da bir süre ensarın yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, Allah’ın Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren âyet (el-Enfâl 8/41) Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu belirlemiş oldu.

Resûl-i Ekrem’e büyük hayranlık duyan, Uhud Gazvesi’nde Mekkeliler’e karşı onun yanında savaşan, bu savaşta ölmesi halinde Benî Nadîr arazisindeki hurma bahçelerinin tasarrufunu Resûlullah’a bıraktığını bildiren Yahudi din âlimi, mühtedî sahâbî Muhayrîķ en-Nadrî, Uhud Gazvesi’nde ölünce bahçelerinin geliri Resûl-i Ekrem’e kaldı. Mekkelilerle gizli bir anlaşma yapan Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı. (Buhârî, “Meġāzî”, 14; “Nafaķāt”, 3) “Fey” denilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilâve edildi.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ZÜHDÜ

Böylece Medine’ye geldikten bir süre sonra maddî imkânlara kavuşan Resûl-i Ekrem malını Müslümanların ihtiyaçlarına harcar, kendisi son derece mütevazi bir hayat sürerdi. Rızkının ailesine yetecek kadar olmasını ister, canı ve malı emniyette, vücudu sıhhatte, günlük yiyeceği yanında bulunan kimseyi bahtiyar sayardı. (Buhârî, “Riķāķ”, 17; Tirmizî, “Zühd”, 34) Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi (Buhârî, “Riķāķ”, 17) Daha çok bir hasırın üzerinde yatar, hasırın vücudunda iz bırakması sahâbîlerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı. (Tirmizî, “Zühd”, 44)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN KOMŞULUK İLİŞKİLERİ

Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Evde bulunduğu saatlerde ev işlerine yardımcı olurdu (Müsned, VI, 256) Önüne getirilen yemekte kusur aramazdı; hoşuna giderse yer, gitmezse yemezdi. (Buhârî, “Etime”, 21) Yakınında bulunanlara ve komşularına karşı lutufkârdı. İyi bir mümin olabilmek için komşularına iyi davranmak, onları rahatsız etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, komşusunun güvenini kazanmak, pişirdiğinden komşusuna ikram etmek gerektiğini söylerdi. (Buhârî, “Menâķıbü’l-enśâr”, 20, “Nikâĥ”, 80, “Edeb”, 31; Müslim, “Îmân”, 71-75, “Birr”, 142; Tirmizî, “Birr”, 28)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN YAPTIĞI İBADETLER

Hz. Peygamber ibadet etmekten derin bir zevk alır, İslâmiyet’in temeli olan namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetlere büyük önem verirdi. (Buhârî, “Îmân”, 2) Bazan ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu (Buhârî, “Riķāķ”, 20). Bazan her namaz için abdest alır, bazan da bir abdestle birkaç namaz kılardı. Farzlardan önce veya sonra sünnet namazları kılar, sabah namazının sünnetine hepsinden fazla ihtimam gösterirdi. (Buhârî, “Eźân”, 14, 16, “Teheccüd”, 27; Müslim, “Müsâfirîn”, 94, 96, 105, 304)

Gecenin bir kısmında uyur ve dinlenir, özellikle son üçte birinde uyanıp doğrulur ve gökyüzüne bakarak Âl-i İmrân Sûresi’nin son on bir âyetini okur, ardından sonuncusu vitir olmak üzere dokuz, on bir veya on üç rek‘at namaz kılardı. (Buhârî, “Teheccüd”, 10, 16, “Tefsîr”, 3/17-20; Müslim, “Müsâfirîn”, 105, 121) Yolculuk sırasında bineğinin üzerinde de nâfile namaz kılardı. Ramazan ayının son on gününde mescidde itikâfa çekilerek bütün vaktini ibadetle geçirirdi. (Buhârî, “İtikâf”, 1, “Taķśîr”, 7-10; Müslim, “Müsâfirîn”, 69, 74, 78, 79, 143)
 
Resûl-i Ekrem Ramazan dışındaki oruçlarında bazan bir ay boyunca hiç oruç tutmayacağını düşündürecek kadar oruca ara verir, bazan da oruca hiç ara vermeyeceği sanılacak kadar uzun süre oruç tutardı; ancak şâban ayının tamamına yakınını oruçlu geçirirdi.

Zaman zaman hiç iftar etmeden ardarda oruç tutar (savm-i visâl), bu sırada kendisini Cenâb-ı Hakk’ın yedirip içireceğini söyler, ancak açlığa dayanamayacakları gerekçesiyle başkalarının bu şekilde oruç tutmasına izin vermezdi. (Buhârî, “Śavm”, 20, 48-50, 52, 53; Müslim, “Śıyâm”, 55-61, 172-180) Zekâta tâbi olacak kadar bir malı evinde iki üç günden fazla tutmadığı için hiçbir zaman zekât mükellefi olmadı. Hayatının son yılında Vedâ haccı diye bilinen ilk ve son haccını yaptı. Her yıl Ramazan ayında Cebrâil ile o güne kadar inen âyetleri birbirlerine okurlardı. (Buhârî, “Feżâilü’l-Ķurân”, 7) Resûl-i Ekrem her gün Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım sûrelerini, yatmadan önce Secde ve Mülk veya İsrâ ve Zümer Sûrelerini okurdu. (Tirmizî, “Feżâilü’l-Ķurân”, 9, 21) Kendisi veya bir başkası rahatsızlandığı zaman ise Muavvizeteyn gibi bazı sûre ve âyetleri okurdu. (Müslim, “Selâm”, 50, 51)

Allah’ı her durumda anıp zikreden Hz. Peygamber’in (Müslim, “Hayıż”, 117) günlük dua ve zikirleri vardır. Her gün yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar ettiğini söyler, yerken ve içerken, evine girerken ve çıkarken, yatarken ve kalkarken, elbisesini değiştirirken çeşitli dualar okurdu. Dua etmek için belli bir zamanı seçmemekle beraber gündüz ve gecenin çeşitli saatlerinde, özellikle geceleyin ibadet etmek için kalktığında ve ‘Bakī Mezarlığı’na gittiğinde uzun uzun dua ederdi. (Buhârî, “Teheccüd”, 1, “Daavât”, 3; Müslim, “Źikir”, 42; Nesâî, “Cenâiz”, 103)

Resûl-i Ekrem’in ibadetleri ölçülüydü. Ashabına güçlerinin yettiği kadar ibadet yapmayı tavsiye eder, Allah katında en değerli ibadetin az da olsa devamlı yapılanı olduğunu söylerdi. (Buhârî, “Îmân”, 43, “Śavm”, 52; Müslim, “Müsâfirîn”, 215-221) Bir gecede Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek, sabaha kadar namaz kılmak, Ramazan dışında bütün bir ay oruç tutmak gibi bir âdeti yoktu. (Müslim, “Müsâfirîn”, 139; Nesâî, “Ķıyâmü’l-leyl”, 17)

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN VEFATI

Peygamber Efendimiz’in vefâtına üç gün kala Cenâb-ı Hak her gün Cebrâil’i (a.s.) göndererek Resûlü’nün hatırını sormuştu. Son gün olunca Cebrâil (a.s.) bu sefer yanında ölüm meleği Azrâil de bulunduğu hâlde geldi. Cebrâil (a.s.):

“–Ey Allâh’ın Resûlü! Ölüm meleği senin yanına girmek için izin istiyor! Hâlbuki o, Sen’den önce hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istememiştir! Sen’den sonra da hiçbir Âdemoğlunun yanına girmek için izin istemeyecektir! Kendisine izin veriniz!” dedi. Ölüm meleği içeri girip Peygamber Efendimiz’in önünde durdu ve:

“–Yâ Resûlallâh! Yüce Allâh beni Sana gönderdi ve Sen’in her emrine itaat etmemi bana emretti! Sen istersen rûhunu alacağım! İstersen, rûhunu sana bırakacağım!” dedi. Peygamber Efendimiz:

“–Ey ölüm meleği! Sen (gerçekten) böyle yapacak mısın?” diye sordu. Azrâil (a.s.):

“–Ben, emredeceğin her hususta sana itaatla emrolundum!” dedi. Cebrâil (a.s.):
“–Ey Ahmed! Yüce Allâh seni özlüyor!” dedi. Peygamber Efendimiz:

“–Allâh katında olan, daha hayırlı ve daha devamlıdır. Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir! Rûhumu, canımı al!” buyurdu. Peygamber Efendimiz, yanındaki su kabına iki elini batırıp ıslak ellerini yüzüne sürdü ve:

“–Lâ ilâhe illallâh! Ölümün, akılları başlardan gideren ıztırap ve şiddetleri var!” buyurduktan sonra, elini kaldırdı, gözlerini evin tavanına dikti ve:

“–Ey Allâh’ım! Refik-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ (yâni yüce dost, yüce dost)!..” diye diye Rabb’ine duyduğu aşk ve iştiyâkın tezâhürü olan nice ulvî hâtıralarla dolu bir ömrü ardında bırakarak bu fânî âlemden hakîkî âleme hicret etti.

Kaynak: 1) Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir, Hz. Muhammed (s.a.v.), DİA; 2) Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları; 3) Osman Nuri Topbaş, Son Nefes, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/hz-muhammed-s-a-v-kimdir-hz-muhammedin-s-a-v-hayati.html



28 Kasım 2017 Salı

ŞÜKREDEN BİR KUL OLABİLMEK

ŞÜKREDEN BİR KUL OLABİLMEK
 
Peygamberimiz (s.a.s) zaman zaman geceleri kalkar ve ibadet ederdi. Uzunca bir süre huşu içerisinde kıyamda dururdu. Gözyaşları eşliğinde secdeye kapanırdı. Gönülden Allah’a yakarışta bulunurdu. Onun bu haline gıptayla şahit olan Hz. Aişe validemiz, “Yâ Resûlallah! Rabbin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde niçin bu kadar ibadet ediyorsun?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s), değerli eşinin bu sorusuna nice anlam ve ibretlerle dolu şu cevabı verdi: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı Ey Aişe?”[1]
 
Bizler, bu fâni dünyada birer misafir olarak bulunuyoruz. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde Allah’ın nimetlerini görüyoruz. Her lokmada O’nun ikramlarını tadıyoruz. Her nefeste O’nun bize bağışladığı hayatı yaşıyoruz. Biliyoruz ki bütün bunlar bizim içindir.
 
Bir an için duralım ve birkaç saat içinde sahip olduğumuz nimetleri şöyle bir hatırlayalım. O nimetlerin her biri ile nasıl buluştuğumuzun muhasebesini yapalım. O nimet, toprağın derinliklerinden çıkan bir ağacın meyvesi ise, Allah onu çeşitli aşamalardan geçirerek bizim için hazırlamıştır. Eğer o, bir damla su ise, Allah onu okyanuslardan bulutlara çıkarmış, bulutlardan yeryüzüne bizim için indirmiştir. Eğer o bir ışık ise, Allah onu uzayın derinliklerindeki güneş yoluyla bize göndermiştir.
 
Yüce Rabbimizin bu ikramlarını gördükten sonra, bir bakalım, bütün benliğimizi kaplayan o şükran duygusu bizi nerelere götürecek! İşte o zaman Rabbimizin bize bağışladığı bunca nimet arasında şükretmenin ayrı bir yeri olduğunu göreceğiz. Onun içindir ki, Yüce Rabbimiz, “Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır.”[2] buyuruyor.
 
Şükür, Allah’ın emaneten verdiği nimetlerin kadrini bilmektir. Şükür, arzu ve isteklerin, hırs ve tamahın esiri olmaktan kendimizi koruyabilmektir. Şükür, yaratılış gaye ve hikmeti doğrultusunda yaşamanın bir göstergesidir. Şükür, yapılan iyiliğe kör ve sağır kesilmemektir. Sadece varlığın kıymetini bilmek değil, yokluğa da sabredebilmektir şükür. “Hani Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz gerçekten azabım çok çetindir.”[3] âyetinin bilinciyle şükür, her durumda Allah’ın gazabından rahmetine sığınmaktır.
 
Şükretmek sadece dille “Elhamdülillah, Ya Rabbi şükür” demek değildir. Asıl şükür, her nimeti, Allah’ın razı olacağı şekilde değerlendirmektir. Aldığımız her nefesin, hayatımızın, aklımızın, sağlığımızın, bütün imkânlarımızın kendine has bir şükrü vardır.
 
Mükerrem bir insan olarak yaratılmış olmamızın şükrü imandır. Kalbimizin şükrü, kin, nefret gibi kötü duygulardan uzak durmaktır. Zihnimizin şükrü Allah’ın yüceliğini tefekkür ve tezekkürdür. Dilimizin şükrü, Allah’ı zikirdir. Bedenimizin şükrü, her daim Allah rızası doğrultusunda yaşamak ve ibadetlerimizi eda etmektir. Malımızın şükrü, sadaka ve zekât vererek ihtiyaç sahiplerine infakta bulunmaktır. İlmimizin şükrü, öğrenci yetiştirerek, ardımızda kalıcı eserler bırakarak insanlığa faydalı olmaktır.
 
Her birimiz, bize yapılan küçük bir iyilik karşısında dahi teşekkür etme gereği hissederiz. Peki bunca nimeti bizlere ikram eden Rabbimize karşı şükürden uzak kalmamız düşünülebilir mi? Bu nimetleri görmezden gelmek, kulluk bilinci ve mümin ahlakı ile bağdaşır mı? Elbette ki bağdaşmaz.
 
Öyleyse kardeşlerim! Zihnimizi, kalbimizi, dilimizi, bedenimizi şükür nimetinden mahrum bırakmayalım. Ömrümüz, şükrümüzle bereketlensin. Şükrümüz, nimetlerimizin artmasına vesile olsun. Hamdimiz, bizleri Rabbimize yakınlaştırsın ve yüceltsin.
 
Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in sıkça yaptığı bir dua ile bitirelim: “Allah’ım! Seni anıp zikretmek, nimetlerine şükretmek, sana en güzel şekilde kulluk etmek için bana yardım eyle!”[4]

 

[1] Müslim, Sıfâtü’l-münâfikîn, 81; İbn Hıbban, Sahih, II, 36.
[2] Lokmân, 31/12.
[3] İbrâhîm, 14/7.
[4] Ebû Dâvûd, Vitir 26.
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
 

 
 
 
 

SELAMLAŞMANIN FAZİLETİ

SELAMLAŞMANIN FAZİLETİ   
     
İslam’da selâmın, selamlaşmanın ve selâmlaşmayı yaygınlaştırmanın faziletleri Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanıyor.
  1. “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi farkettirip ev halkına selâm vermeden girmeyin.” (Nûr sûresi (24), 27)

Nûr sûresin’de bir sonraki âyetin anlamı şöyledir: “Orada kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar girmeyin. Eğer size geri dönün denilirse hemen dönün. Çünkü bu sizin için daha temiz bir davranıştır”. Bu âyetler bize başkalarına ait evlere girme ve misafir olma gibi önemli bir konuda nasıl davranılacağının edebini öğretmektedir. Çünkü başkalarının mülküne izinsiz girmek, İslâm nazarında haram, hukuken de yasaktır. İnsanın kendi mülkü olan, dinen ve hukuken girmeye hakkı bulunan ev içerisinde bile başkalarının  odalarına habersiz ve selâmsız girmek, din açısından ve terbiye yönünden yasak kılınmıştır. İnsanın bir eve geldiğini farkettirmesi, ev halkından içeri girmek üzere izin istemesi demektir.   Gerçekte iznin mahiyeti, evin girmeye müsait olup olmadığını öğrenmektir. Herhangi bir eve veya odaya baskın yapar gibi girmek câiz değildir. Âyette geçen “istînâs” kelimesini Resûl-i Ekrem, öksürerek, tekbir ve tesbih ile ev halkını haberdar etmek olarak açıklamıştır. “Teslim” ise, es-selâmü aleyküm demektir. Böyle girilmediği takdirde, ev sahibinin girmek isteyene karşı her türlü müdafaa hakkı doğar. Çünkü meskenler, her türlü tecavüzden ve edepsizlikten korunmalıdır.

Câhiliye Arapları birinin evine vardıkları zaman mahremiyete saygı göstermez dünya ve âhiret saadetini temenni etmek olan selamı da bilmezlerdi. “Sabahınız hayat olsun”  veya “hayr olsun”, “aydın olsun”, “akşamınız hayat olsun” gibi sözler söylerlerdi. Bunlarla günümüzde kullanılan “günaydın”, “tünaydın” sözleri arasında  garip bir benzerlik vardır. Bunlar kötü bir şey olmamakla beraber, İslâm’ın selâmının yerini tutmayan anlık temennilerdir. Üstün bir medeniyet olan İslâm’ın bize öğrettikleriyle güdük medeniyetlerin âdetleri olan sözlerle kıyas edilemez.

Bir eve gelindiğinde izin isterken veya günümüzde yaygın bir âdet olan kapıların zilleri çalındıktan sonra yüzünü kapıya doğru dönmeyip, sağa veya sola yönelerek, içeriyi görmeyecek şekilde durup beklenilmelidir. Bir adam Peygamberimiz’e gelerek:

– Annemden de izin isteyecek miyim, diye sormuştu. Efendimiz:

– Evet, annenden de izin istiyeceksin, buyurdu. Adam:

– Ama onun benden başka hizmet edeni yok, her girişimde izin mi isteyeyim, deyince:

Ananı çıplak görmeyi arzu eder misin, cevabını verdiler (Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VI, 173).
  1. “Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm verin.” (Nûr sûresi (24), 61)

Mü’minler kendi evlerine girdiklerinde de âile fertlerine selâm verirler. Çünkü selâm, insanın başkalarına hem dünya hem âhirette sâadet dilemesidir. Selâmı alan da aynı şekilde dua ile mukabelede bulunmuş olur. Durum böyle olunca, kişinin kendi aile efradına selâm vermesi daha da önem kazanır. Hatta bu âyet evde kimse olmasa bile, giren kimsenin kendi kendine selâm vermesi gerektiğine  delil getirilmiştir. Bu durumda verilecek selâmın  “es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn” şeklinde olması gerektiği belirtilir.
  1. “Bir selâm ile selâmlandığınız zaman siz de ondan daha güzeliyle selâm verin veya verilen selâmı aynen iâde edin.” (Nisâ suresi (4), 86)

Âyet-i kerîmede geçen “tahiyye” kelimesinin Arap dilinde başka anlamları varsa da, İslâm’da selâm anlamına kullanılmıştır. Kur’an âyetleri bunu açıkça belirtir. Mü’minlerin cennette birbirlerine iyilik temennileri selâmdır [İbrâhîm suresi (14), 23]. Allah’a kavuştukları gün de Allah’ın onlara iltifatı selâmdır [Âhzâb suresi (33), 44]. Bilindiği gibi selâmın en kısası “es-selâmü aleyküm” sözüdür.

Kendisine böyle selâm verilen kimse, bir kelime artırarak selâmı alır, “ve aleykümü’s-selâm ve rahmetu’l-lâh” derse işte bu daha güzeliyle selâm vermek diye adlandırılır. Bu tarzda selâm verme âdeti İslâm ümmetine hastır. Aşağıda açıklayacağımız hadislerde konuyu daha etraflıca ele alma imkânı bulacağız. “Selâm” aynı zamanda Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biridir. Bu sebeple, müslümanlar selâma ve selâmlaşmayı yaygın hale getirmeye çok büyük önem vermişlerdir. Diğer milletlerin selâmı çoğunlukla işaretlerledir. Meselâ hıristiyanların selâmı elini ağzına koymak, yahudilerinki birbirine parmaklarla işaret etmek veya baş eğip bel kırmak, mecûsîlerinki eğilmek, Cahiliye  Araplarınınki de Allah ömürler versin demek şeklinde olduğu nakledilir.

Bu âyet-i kerîmeden hareketle ulemamız selâm vermenin sünnet, almanın farz-ı kifâye olduğu hükmüne varmışlardır. Fakat bunun yeri konusunda bazı sınırlar çizmişler, meselâ oyun oynayana, şarkı söyleyene, abdest bozmakta olana, hamamda veya başka bir yerde çıplak bulunana selâm verilmeyeceğini; hutbe, sesli olarak Kur’an okuma, hadis rivayeti, ilim okutma, ezan ve ikâmet esnasında da selâm alınmayacağını ifade etmişlerdir.
  1. “İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar İbrahim’in huzuruna girmişlerdi de, selâm sana, demişlerdi. İbrahim, size de selâm, demişti.” (Zâriyât sûresi (51), 24-25)

Müfessirler, İbrahim’in şerefli konuklarının melekler olduğunu ifade ederler. Bu görüşlerini âyetteki “el-mükramîn: ikram edilenler” kelimesini açıklayan “lutuf ve ihsâna mazhar olmuş kullardır” âyetine dayandırırlar [Enbiyâ sûresi (21), 26]. Buradaki selâm kelimesi, sana selâm verir selâmet dileriz, anlamındaki Arapça dua metninin kısaltılıp hafifletilmiş ifadesidir. Böylece selâmın meleklerin âdeti ve İbrahim aleyhi’s-selâm’ın da sünneti olduğunu öğrenmiş olmaktayız.

İSLAM’IN HANGİ ÖZELLİĞİ DAHA HAYIRLI?

Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Bir adam, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e:

– İslâm’ın hangi özelliği daha hayırlıdır, diye sordu? Resûl-i Ekrem:

“Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selâm vermendir” buyurdu. [1]

HANGİ MÜSLÜMAN DAHA HAYIRLI?

Resûl-i Ekrem Efendimiz’e en çok sorulan sorulardan biri, hangi müslümanın veya hangi İslâmî özelliklerin daha hayırlı olduğu idi. Peygamberimiz bu sorulara çeşitli cevaplar vermiştir. Bunun sebebi, çoğu kere soran kimsenin ihtiyacının ne olduğunu bilmesidir. İslâm dininin yeryüzünde sağlamaya çalıştığı temel esaslardan biri, insanların birbirlerine karşı sevgi ve saygı duymalarıdır.

Bunun için gerekli ve yararlı olan her şeyi dinimiz teşvik etmiştir. Bunların zıddı olan ve insanların birbirlerinden nefret etmesine, uzaklaşmasına sebep olan şeyleri de yasaklamıştır. Kardeşlik, dostluk, sevgi ve saygı mutlak anlamda hayırdır. İnsanlara yemek yedirmek, selâm vermek ve benzeri davranışlar mutlak hayır değil, mutlak hayra vesile olan davranışlardır. Bu sebeple de bu özellikler teşvik edilmiştir. Fakirlere, yoksullara, düşkünlere, aç kalanlara veya eşe dosta yemek ikram etmek, cömertliğin ve güzel ahlâk sahibi olmanın göstergesidir. Çünkü açlık, insanın hayatta karşılaşabileceği felâketlerin en başta gelenlerinden biridir. Bu sebepledir ki zekât ve sadaka mâlî ibâdet sayılmış ve mü’minler bu ibadete ısrarla teşvik edilmişlerdir. Zira diğer bütün ibadetlerimizden farklı olarak bu ibadetin sosyal boyutu toplumda dengeyi sağlar, huzur ve güvene katkıda bulunur, insanların birbirine sevgi ve saygı duymasında en önemli rolü oynar.

Selâm, müslümanların âdeta parolasıdır. Birbirini tanımayan insanlar birbirlerine selâm verip alınca, aralarında ilk anlaşma va kaynaşma sağlanmış olur. Çünkü her ikisi en büyük müşterekte, din kardeşi olma ortak paydasında buluşmuşlar demektir. Ayrıca selâm, dostluğun, kardeşliğin, karşısındakine sevgi ve saygı duymanın, mütevazi davranmanın, insanların kalplerini kazanmanın da ilk basamağıdır. Bu sebeple tanıdık tanımadık her müslümana selâm vermek Efendimiz’in bir çok hadislerinde teşvik edilmiştir. Abdullah İbni Ömer’den gelen bir rivayette Peygamberimiz: “Selâmı yayınız, fakir ve yoksulları doyurunuz, böylelikle Azîz ve Celîl olan Allah’ın size emrettiği şekilde kardeşler olunuz”  buyurmuşlardır (İbni Mâce, Et’ıme 1). Ebû Hüreyre’den gelen bir rivayette de:

“İmandan sonra güzel davranışların en üstünü, insanlara karşı sevgi beslemektir” buyurulmuştur (Süyûtî, el-Fethu’l-kebîr, I, 207).

HADİSTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ

1- Yemek ikramı dinimizin teşvik ettiği güzel davranışlardan biri olup, kalplerin birbirine ısınmasına, sevgi ve kardeşliğin artmasına vesile teşkil eder.

2- İslâm cömertliği teşvik etmiş, cimriliği ise kınamıştır.

3- Müslümanların, birbirlerini tanısınlar tanımasınlar, selâmlaşmaları dînî bir vazifedir. Bu anlamda selâm vermek sünnet, almak ise farzdır.

4- Selâm, dostluğun, kardeşliğin, tevâzuun ve insanlarla medenî ilişki kurmanın vesilesi ve ilk adımıdır.

5- Başka hiçbir söz selâmın yerini tutmaz, onu asla tam olarak karşılamaz.

[1] Buhârî, Îmân 20; İsti‘zân 9, 19; Müslim, Îmân 63. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 131; Nesâî, Îmân 12.

Kaynak: Riyazüs Salihin, Hadis-i Şerif Tercümesi, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/selamlasmanin-fazileti.html


 

VESVESEDEN NASIL KURTULURUM?

VESVESEDEN NASIL KURTULURUM?   
     
İnsan başına gelen hâdiseleri ve meseleleri; vesveselere, hevâ ve telkinlere mâruz kalan serbest akılla değil, Kur’ân ve Sünnet emirleri istikametinde bir basîret ile idrâk etmeye gayret etmeli ve ona göre hareket etmelidir. Kişi böyle yaparak şeytan ve nefsin vesveslerinden kurtulur.

Bir mektebin çocukları, çalışmaktan usanmışlardı.

Hocayı zor durumda bırakmak ve okula gitmemek için birbirleriyle anlaştılar. İçlerinden en zekîleri bir plân yaptı ve ertesi gün okula varınca şöyle tatbik ettiler:

Birinci çocuk hocaya selâm verdi ve;

“–Hayrola hocam!” dedi. “Yüzünüzün rengi sapsarı?”

Hoca;

“–Ben hasta filân değilim. Ağrım-sızım yok. Sen git, yerine otur. Böyle saçma sapan konuşma!” dedi.

Hoca böyle söyledi fakat kötü bir vehim tozu da gönlüne kondu.

Bir başka çocuk geldi, o da böyle söyleyince hocadaki o az vehim artmaya başladı. Böylece o vehim arttıkça arttı. Hoca da kendi hâline şaştı kaldı. Sonunda, vehim ve korku ile kendini hasta hissetti. Kalktı, abasına bürünüp evinin yolunu tuttu. Talebeler de o gün dersten kurtulmuş oldular, oyunlarına gittiler.

Hazret-i Mevlânâ; insanın akıl nimetiyle perverde olduğu hâlde, nefs, şeytan ve insî şeytanlar elinde ahmaklığa dûçâr olmasını şöyle îzâh eder:

“Cüz‘î aklın âfeti vehim ve zandır. Çünkü cüz‘î akıl, tam inanç olan «yakîn» ve bilgiden mahrum olduğu için karanlıkları yurt edinmiştir; nurdan kaçmıştır.

Yerde yarım arşın genişliğinde bir patika yol olsa, insan onun üstünde vehme kapılmadan rahatça yürür.

Ama, yüksek bir duvarın üstünde eni iki arşın olan bir yol olsa, orada korkarak, çarpılarak, eğrilerek yürürsün.”

Bu sebeple insan, aklı vahy-i ilâhînin muhtevâsı içinde kullanmalıdır. Yani hâdiseleri ve meseleleri; vehimlere, hevâ ve telkinlere mâruz kalan serbest akılla değil, Kur’ân ve Sünnet emirleri istikametinde bir basîret ile idrâk etmeye gayret etmelidir.

Şeytanın telkinleri ve vahiy kontrolünde olmayan aklın, vehimlere kapılması yüzünden; günümüzde insanlık birbirini iğvâ ve idlâl hâlinde perişan bir şekilde yaşamaktadır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Kasım Sayı: 153

http://www.islamveihsan.com/vesveseden-nasil-kurtulurum.html


 

27 Kasım 2017 Pazartesi

İSLAM'DA HAYVAN HAKLARI-3

İSLAM'DA HAYVAN HAKLARI-3

Abdullah b. Cafer anlatıyor:
 فَدَخَلَ حَائِطًا لِرَجُلٍ مِنَ الْأَنْصَارِ فَإِذَا جَمَلٌ، فَلَمَّا رَأَى النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَنَّ وَذَرَفَتْ عَيْنَاهُ، فَأَتَاهُ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَمَسَحَ ذِفْرَاهُ فَسَكَتَ،
 
Bir gün Allah'ın elçisi beni yanına aldı. Ensar'dan bir adamın bahçesine gittik. Orada bir deveyle karşılaştık. Deve, Allah'ın elçisini görünce inledi ve gözlerinden yaşlar boşandı. Hz. Peygamber (sas) devenin yanına gidip onun kulak dibini okşadı ve deve sustu.
فَقَالَ: مَنْ رَبُّ هَذَا الْجَمَلِ، لِمَنْ هَذَا الْجَمَلُ؟
 
Hz. Peygamber: "Bu devenin sahibi kim? Kimin bu deve?" diye sordu.
فَجَاءَ فَتًى مِنَ الْأَنْصَارِ فَقَالَ: لِي يَا رَسُولَ اللَّهِ.
 
Ensar'dan bir genç geldi ve: "Benim Ey Allah'ın elçisi!" dedi.
فَقَالَ:أَفَلَا تَتَّقِي اللَّهَ فِي هَذِهِ الْبَهِيمَةِ الَّتِي مَلَّكَكَ اللَّهُ إِيَّاهَا؟ فَإِنَّهُ شَكَا إِلَيَّ أَنَّكَ تُجِيعُهُ وَتُدْئِبُهُ
 
Hz. Peygamber: "Allah'ın seni sahibi kıldığı bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? Bak bu deve: Senin onu aç bıraktığını ve yorduğunu bana şikâyet ediyor." dedi.[22]
 
İmam Malik şu hâdiseyi nakletmiştir: "Ömer b. el-Hattab kerpiç yüklü bir eşeğe rastladı. Üzerinde bulunan kerpiçlerden ikisini alıp yere koydu. Eşeğin sahibi olan kadın geldi. Bunu görünce -kızarak- Ömer'e: Sana ne benim eşeğimden? Buna da mı yetkin var? diye çıkıştı. Hz. Ömer: "Evet, şayet Irak'ta bir katırın yolda ayağı kaysa, onun yolunu niye hazırlamadın, diye kesinlikle Ömer'den sorulacaktır." dedi.
 
Yine Hz. Ömer'in, devesine gücünün üzerinde yük yükleyen bir kişiyi cezalandırdığı, bir devenin palan sürtmesinden dolayı oluşan yarasını okşayıp: "Senin başına gelen şeyden dolayı da sorguya çekilmekten korkarım." dediği de rivayet edilmiştir.
 
Ebu'd-Derdâ'nın ölmek üzere olan devesine şöyle seslendiği söylenmektedir:
 
"Ey deve! Rabb'inin huzurunda sakın benden davacı olma; çünkü ben sana gücünün üstünde hiçbir şey yüklemedim."
 
Hayvanlara Kötü Söz Söylemek
 
Hz. Peygamber (sas) bir seferde iken, bindiği devesine lânet okuyan bir kadın görmüş ve şöyle buyurmuştur:
خُذُوا مَا عَلَيْهَا وَدَعُوهَا، فَإِنَّهَا مَلْعُونَةٌ
 
 "Onu devenin üzerinden alınız ve deveyi salınız; çünkü onun kendisi lânetliktir."[23]
 
Rasulullah buyurdu ki:
لَا تَسُبُّوا الدِّيكَ فَإِنَّهُ يُوقِظُ لِلصَّلَاةِ
 
"Horoza sövmeyiniz, zîrâ o, namaz için uyandırıyor."[24]
 
Hayvanların Temizliği ve Bakımı:
 
Hz. Peygamber Ebu Hüreyre’den gelen bir rivayette koyunların burunlarının silinmesini, ağıllarını temizlenmesini, buyurmuştur.[25]
 
Hayvan Dövüştürmek
 
İbn Abbas’ın rivayetine göre, Rasulullah (dövüştürmek için) hayvanları birbirine kışkırtmayı yasaklamıştır. Horoz, deve, boğa, köpek, koç vb. hayvanları dövüştürme hep bu yasak içinde yer alır. Bunlar aynı zamanda hayvanlara eziyet etmektir.[26]
 
Hayvanların Sahibi Üzerindeki Hakları
 
Rasulullah şöyle buyurmuştur:
 
“Hayvanın sahibi üzerinde altı hakkı vardır: İndiğinde ot vermesi, bir sudan geçince ona su vermesi, sebepsiz yere dövmemesi, takatinin üzerinde yük yüklememesi, gücünden fazla yol yürütmemeli ve uzun bir süre üzerinde durmamasıdır.”[27]
 
Osmanlı’da Hayvanlar İle İlgili Kanunlar
 
Hayvan haklarına ilişkin hukuksal normlar, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Sözgelimi, II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hüküm bu kabildendir:
 
Ve ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük vurmayalar; zira dilsiz canavardır.
 
Her kangısında eksik bulunursa, sâhibine tamam ettire. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele. Filcümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah Teâlâ yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer’î hükmi vardır.[28]
 
Maddeler Halinde Hayvan Hakları:
 
a) Bunların en başında geleni hayvanların yaşama haklarıdır.
b) Hiçbir hayvana kötü davranılamaz, acımasız ve zalimce işlem yapılamaz.
c) Bütün hayvanların, insanlarca gözetilme, bakılma ve korunma hakkı vardır.
d) Hayvanlar meşru bir gerekçe olmadan öldürülemez. Bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu, bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.
e) Yabani türden olan bütün hayvanlar, kendi özel ve doğal çevrelerinde, karada, havada ve suda yaşama ve üreme haklarına sahiptir.
f) Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan türden olan hayvanlar, uyumlu bir biçimde yaşama ve üreme haklarına sahiptir.
g) İnsanların kendi çıkarları yada eğlenceleri için bu uyumda yada şartlarda yapacakları her türlü değişiklik, bu haklara aykırıdır.
h) Bütün çalışan hayvanlar, iş süresinin yoğunluğunun sınırlandırılması, onarıcı ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve dinlenme haklarına sahiptirler.
ı) Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz.
 
Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer husus, hayvanlara tanınan söz konusu hakların insanlar tarafından verilen başka bir ifadeyle beşerî kaynaklı değil, üstün bir iradeye dayanmakta olduğudur. Hayvanların insanlar üzerinde haklarının yalnızca günah korkusuna dayanmayıp İlâhî irade tarafından hayvanlara bahşedildiği bilincinin, Müslüman toplumların tarih boyunca hayvan hakları olgusunda hassas olmalarında etkin olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Hz. Peygamber’in özellikle evcil hayvanlarla ilgili olarak üzerinde durduğu önemli hususlardan biri, onların yapılarına uygun düşmeyen tasarruflardan kaçınmaktır. Hayvanların yaratılış gayeleri doğrultusundan saparak, fıtrat harici işlerde kullanılmaları İslâm’a aykırı olmaktadır.
 
Hazırlayan: Mehmet ERGÜN / Vaiz
 
 [22] Ebu Davud.
[23] Müslim.
[24] Ebu Davud.
[25] Muvatta, İbn Hanbel.
[26] Ebu Davud, Tirmizi.
[27]Mustedrek’ul-Vesail, 8/258/9393
[28]İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi, Topkapı Sarayı,R. 1935, Vrk. 96/b106/b, md. 58,73
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR: