30 Eylül 2016 Cuma

AŞK

AŞK

 

‘Aşk’, şiddetli sevgi, ibtilâ, düşkünlük, kemâl ve cemâl (güzellik)’den dolayı duyulan aşırı muhabbete denir. Bu aşka, daha çok ‘mecâzî aşk’ denir. Bir de, cemâli kemal noktasında, kemâlî cemâl kutbunda O Ezel ve Ebed Sultanı Allah (c.c.)’a karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, ona da ‘hakiki aşk’ denir.

 

Allah (c.c.)’a karşı duyulan bu derin muhabbet veya ‘aşk-ı hakîkî’ bizi O’na ulaştırmak için, yine O’nun tarafından bize armağan edilmiş ışıktan bir kanattır. O’na, varlığın esası olan Nûr’a ulaşmak için geçici olarak rûhun kelebekleşmesi de denebilir.

 

Aşk, Allah (c.c.)’ın insanlara verdiği bir lutfu ve bir ihsanıdır. Allah (c.c.), aşk ve muhabbet telleri ile yaratılmışları birbirine bağlamış, dünyanın ilm-i ezelideki takdir edilmiş olan zamanına kadar düzen içerisinde devam ve bekasını, imarını, her cins canlının üremesini ve soyunun devamlılığını bu aşk ve muhabbet aracılığıyla sağlamıştır. Eğer aşk ve muhabbet olmasaydı, şu ağır ve çetin hayat mücadelesi içinde erkek ve kadın birbirine sevgi bağlamaz, birbirine kavuşmayı istemez ve sürekli birbirinden kaçarak, uzaklaşarak aile yuvası kuramaz ve böylece toplum düzeni bozulur ve devam etmezdi.

 

Cenâb-ı Hak, kullarının kendisine kavuşması, rızasını tahsil edip yaklaşmasını sağlaması için de yine aşk ve muhabbeti araç kılmıştır. Aşk ve muhabbetin insanla ilişkilendirilmesi, Cenâb-ı Hakk’tan başkasından (masiva) ilişkilerini kesmesi içindir. Bir Müslüman masiva’dan alakasını kesmedikçe Cenâb-ı Hakk’a gerçek bir kul olamaz. Aşk ve muhabbet ise masiva ile alakayı kesmeye vesile olur. Kul, masiva’dan alakayı kesince de gerçek aşkın sahibi Allah (c.c.)’a aşık olarak, O’na muhabbet ederek, Aşkullah (Allah aşkı) onun kalbini ve bedenini kuşatır, gerçek kulluk görevini hakkıyla yaparak O’na kavuşma iştiyakıyla sürekli yanar durur.

 

İşte her müslümanın ahlâki görevlerinden biri de ‘aşk-ı hakiki’ yani gerçek aşk ile Allah (c.c.)’a, O’nun Peygamberi (s.a.v.)’e, Kur’an-ı Kerim’e, Sahabe ve Allah Dostlarına ve diğer bütün mukaddes varlıklara gönül bağlaması, onları her şeyin üstünde tutması; ‘aşk-ı mecazi’ yani geçici olan aşklara bağlanarak onlara takılıp kalmamasıdır.

 

“İman edenlerin Allah (c.c.)’a olan sevgileri daha kuvvetli ve süreklidir” [40]

 

Allah (c.c.) sevgisinin ne olduğunu tatmayanlar bilmezler, o muhabbeti tatmak yeteneği ve duygusu ise herkese nasip olmaz. Çünkü lezzet her zaman idrak etmeye ve bilgiye bağlıdır. Allah (c.c.)’a muhabbet ise Allah (c.c.)’ı tanıma derecelerine göre ölçülür. Allah (c.c.)’ın sıfatlarını ve fiillerini çok iyi bilen Allah (c.c.)’ı da çok tanımış olacağına göre Allah (c.c.)’a muhabbeti de o kadar çok olur. Saadetin temel taşı, İslâm’ın ‘iman’ dediği Allah (c.c.)’ı marifet yani O’nu tanımaktır. Allah (c.c.)’ı az tanıyan az muhabbet sahibidir. Kalbi günahla dolu ve kirli olan da Allah (c.c.)’ı marifet lezzetinden yoksun olur.

 

İnsanın kalbine tamamen Allah (c.c.) muhabbeti yerleşmedikçe tam anlamıyla bir muhabbet elde edilemez, bir köşesinde Allah (c.c.)’tan başkasına muhabbet yerleştirilirse o kalpteki muhabbet ve beraberinde lezzeti de azalır. Kalbi Allah aşkı ile dolu olanın duyacağı lezzetten üstün lezzet olamaz. Bu dereceye ulaşmış bir kimse, bütün sevgilerden kesilerek yalnız Allah (c.c.)’ı sever ve her an O’na kavuşmayı arzular. [41]

 

Aşk; varlığın en esaslı ve aynı zamanda da en sırlı sebebidir; Allah (c.c.), Zât’ının bilinmesini sevip, istediğinden ve gelecekte gerçeğe uyanık ruhların O’nu esmâ (isimler), sıfat ve zatına karşı duyup izhar edecekleri derin alâkadan ötürü varlıkları yaratmıştır. İnsanlarda söz ve ferman dinlememe şeklinde zuhûr eden aşk, Hâlik’in, acz ve mahlûkata has temayüllerden münezzehiyeti ve Onun istiğnâ-i zâtîsine muvafık gelecek şekilde öyle bir muhabbettir ki; hilkat onun bağrında gerçekleşmiş, insanlık onunla gün yüzüne çıkmış, gönüller onunla donanmış ve Hakk’la münâsebetin en önemli merkezi haline gelmiştir.

 

Aşk, vuslat (kavuşma) kademelerinin final noktasıdır; o noktaya ulaşan sevenin, atacağı bir adım ya kalmıştır veya kalmamıştır... Hakk’ın ilk tecellisi, Zât’ının iktizâsından ibaret olan işte bu muhabbet  üstü muhabbettir. Bilâ kayd u şart, ona aşk isnadından kaçındığım için bu tâbiri bilhassa kullanıyorum. Bu ilahi muhabbete ‘ilim’ diyenler de olmuştur; çünkü o mutlak ve münezzeh olan Zât aleminin tecelli itibariyle ilk tenezzülüdür. Bu tenezzüle; Allah (c.c.) ilminden ibaret olması itibariyle ‘ilim’ görmek ve görünmek muhabbetinden ötürü ‘aşk-ı münezzeh’, bütün varlığı ihtivâ etmesi zâviyesinden ‘levh’, her şeyin tafsilatıyla ele alınması noktasından da ‘kalem’ denir ki, ‘ceberût’ ve ‘Hakikat-i Ahmediyye’ de bu âlemin bir başka unvanıdır. Aşk-ı münezzeh, Hakk’ın Zât’ıyla alakalı bir sırdır; Onun diğer sıfatları ise, aşka müzâftır. Bundan dolayıdır ki, aşk kanatlarıyla uçanlar, doğrudan doğruya Zât’a ulaşır ve hayretle ererler. Diğerlerinde, eşya ve esmâ berzahlarından geçme zarureti vardır. [42]

 

İnsanı, Allah (c.c.)’a ulaştıracak yollar sayılmayacak kadar çoktur. Tasavvuf ve hakikat ilimleri, o yollarda yolcuların zâdı (azığı), zâhiresi (tahılı), ışığı, rehberi; târikatlarda, bekleme salonları, sonsuza açılma limanları ve bu uzun yolculukla alâkalı tâlim ve terbiyeyi derpiş eden mekteplerdir.

 

Tasavvufçular, yaratılmışların solukları sayısınca Hakk’a uzanan bu vuslat yollarını iki ana yol olarak görmektedirler:

1- Hakk yolcusuna az yeme, az içme, az uyuma, çok tefekkürde bulunma ve gereğinden fazla toplum içinde bulunmadan sakınma gibi disiplinlerin telkin edildiği yol ki; bazılarının ‘berzahiyye’ bazılarının da ‘sofi tarikatları’ dedikleri tasavvuf sistemlerinin çoğu bu esaslar üzerine yükselişlerini tamamlarlar. Bu yolun saliklerinin, en önemli virdleri, ‘esma-i seb’a’ (yedi isim) denilen ‘La ilahe illallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhar’ gibi mübarek isimlerdir. Bu isimlerle, nefsin yedi mertebesi addedilen, ‘emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râdiye, merdiyye, sâfiye veya zekiyye’ derecelerinin katedilmesi hedeflenir. Bazıları bu isimlere ‘Kadir, Kaviyy, Cebbar, Mâlik, Vedûd’ gibi celâlî isimleri bazıları da ‘Ferd, Vahid, Ehad, Samed’ gibi cemâlî isimleri ilave ederler. 

 

2-  Kitap ve Sünnete ittibâ üzerinde hassasiyetle durulup evrâd-u ezkârın (vird ve zikirlerin) teşvik edildiği yol ki; bu yolda sülûk edenler, her meselede sünneti tâkip eder ve her işlerini sünnetle irtibatlandırmaya çalışırlar. Hususi birkaç ismi şerifi vird edinme yerine, Allah Resûlü’nün ibadet, dua, zikir, fikir usûlünü araştırır ve Allah (c.c.)’ı bütün esmasıyla anarlar. Bu yolda yürüyenler kılı kırk yararcasına, şeriat ahkamına  riayet etmenin yanında, mürşit ve rehberlerine de sımsıkı bağlanır, sonra da kendilerini aşk-u cezbenin gel-gitlerine salıverirler. Zaten aşk u cezbe zuhûr ettikten sonra, onların gözlerinde varlık kendine bakan yönleriyle bütün bütün silinir gider; derken nefis, enaniyet cihetiyle yokluğa ulaşır; zevken ve şuhûden vahdeti duymaya başlarlar ki bu noktada, bir kere daha temkinle yüz yüze gelir ve sulûklarını tamamlamış olurlar.

 

Bu yolun en önemli esasları ibadet, aşk, cezbe, zikrullah ve sohbettir. Buradaki zikrullah, aynı zamanda müşterek mütalâa, müzâkere ve mübâheseleri de ihtivâ eder ki sünnet sözüyle bize bunu anlatır.

 

Gerçek aşkın son sınırlarında dolaşan Sâlik, vecd-u cezbe gibi bazen kendini şevk ve iştiyak akıntıları içinde de bulabilir ki, o da aşkın ayrı bir buudu (derinliği) sayılır. [43]

   

İmam Gazali diyor ki:

‘Sevgi, insan yaratılışının, zevk aldığı bir şeye meyletmesidir. Bunun kuvvetli şekline aşk denir. Aşık sevdiğine karşı şefkatli olur ve malını mülkünü onun yolunda harcar. Hz. Yusuf (a.s.)’a olan aşkı ile dillere destan düşen Züleyha buna açık bir örnektir. Gerçekten Züleyha, aşkı yüzünden malını mülkünü, hatta güzelliğini bile kaybetti. Kendisi yetmiş deve yükü inci ve mücevhere sahipti. O paha biçilmez gerdanlıkları Hz Yusuf (a.s.)’a olan aşkı yolunda harcadı. Her kim, ben bugün Yusuf’u gördüm, derse ona değerli hediyeler veriyordu. Böylece insanlara hediye vere vere varlığını bitirdi. Her şeyi Yusuf diye çağırdı. O’na olan aşırı derecedeki aşkı yüzünden Yusuf kelimesinden başka her şeyi unutmuştu. Öyle ki başını göklere kaldırdığı zaman yıldızlarda Yusuf ismini yazlı görürdü.

 

Züleyha iman edip Müslüman olduktan ve Hz. Yusuf (a.s.) ile evlendikten sonra, artık O’ndan yavaş yavaş uzak durmaya ve ibadet için köşelere çekilmeye başladı. Çünkü Yusuf (a.s.)’a olan aşkı, artık o aşkın sahibi Allah (c.c.)’a dönmüştü. Öyle ki, Hz. Yusuf (a.s.) onu yanına çağırdığı, hizmetine davet ettiği zaman o şöyle derdi:

‘Ey Yusuf, ben seni, Allah (c.c.)’ı tanımadan önce sevmiştim. Fakat O’nu tanıdıktan sonra gerçekte O’na ait olan sevgiden, kalbimde başkasına yer kalmadı. Allah (c.c.)’a olan sevgimi başkasına ortak etmem.’

 

Bir âlime aşık kimdir ve özellikleri nedir, diye sorarlar. O der ki:

‘İnsanlarla az görüşür, konuşur. Rabbi ile daha çok baş başa kalır. Görünüşü sessizdir, fakat sürekli tefekkür halindedir. Baktığı zaman görmez, çağrıldığı zaman işitmez, konuşulduğu zaman anlamaz. Başına bir felaket gelirse üzülmez. Aç kalsa açlık hissetmez. Görünüşü dağınıktır. Allah (c.c.)’tan başka kimseden korkmaz. Tenhalarda Allah (c.c.)’a yalvarır. Dünyalık yüzünden insanlarla asla çekişmez.’ [44]

 

Hz. Ebubekir (r.a.) buyurdu ki:

‘Kim ki Allah (c.c.) aşkından tadarsa, bu lezzet onu dünya isteklerinden uzaklaştırır ve bütün insanlardan kaçındırır.’ [45]



[40] Maide sûresi, 3/54.
[41] Tezkiretü’l-Evliya.
[42] Kalbin Zümrüt Tepelerinde, M. F. Gülen.
[43] Kalbin Zümrüt Tepelerinde, M. F. Gülen.
[44] Mükaşefetü’l-Kulüb,
[45] İhya, Gazali.
KAYNAK :http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=541
BU YAZI YUKARDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR.
 

--

Rabbinin Huzûrundasın!

Rabbinin Huzûrundasın!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (Hadîd, 4)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Hayâ ancak hayır kazandırır.” (Buhârî, Edeb, 77)
Edebin en yücesi; ham insanı ihsan duygusu ile kâmil insan hâline yükselterek, Allâh’a karşı edep sahibi kılmaktır. İhsan, hadîs-i şerifte; «Allâh’ı görüyor gibi kulluk etmek» olarak tarif edilmiştir.

Bir başka ifade ile «İhsan»; «İlâhî kameralar altında olduğumuzun kalpte hiç kaybolmayan bir şuur ve idrak hâline gelmesi»dir.

Şu hâdise, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in edep husûsunda ne kadar hassas olduğunu göstermektedir:

Rasûlullah (sav) Efendimiz bir gün zekât olarak toplanan koyunların yanına gitmişti. Koyunların yanında, onlara bakmak üzere ücret mukabili tutulmuş olan bir çoban bulunuyordu. Efendimiz (sav), çobanın orada yarı çıplak vaziyette dolaştığını görünce hemen yanına çağırdı ve;

“‒Bizim için kaç gün çalıştın, bizde ne kadar alacağın var?!.” diye sordu.

(Peygamber Efendimiz’in bu suâli üzerine) işten uzaklaştırılacağını anlayan çoban, büyük bir endişe içerisinde;

“‒Niçin yâ Rasûlâllah? Yoksa hayvanların bakımını ve gözetimini güzel yapamıyor muyum?” diye sordu.

Allah Rasûlü (sav) ise, (îmandan bir şûbe olan hayâ hakkındaki hassâsiyetini şu sözleriyle ifade etti):

“‒Hayır, ondan değil! Lâkin ben; aramızda çalışan insanların yalnız kaldıklarında bile, Allah Teâlâ’dan hayâ eden kişiler olmasını arzu ediyorum! Yalnız kaldığında Allah Teâlâ’dan hayâ etmeyen kişinin yaptığı işi istemiyorum! (Allah’tan utanmayan, mahlûkattan da utanmaz.)”

(Bkz. Beyhakî, Şuab, X, 196/7370; Mervezî, Tâzîmü Kadri’s-Salâh, II, 836)
 

29 Eylül 2016 Perşembe

DR Mehmet Öz - Sigara içeni ameliyat etmem.

DR Mehmet Öz - Sigara içeni ameliyat etmem.

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi , yazı
"SAĞLIK OLSUN''


1. Sigara içeni ameliyat etmem. Sigarayı bırakmayan hastayı kesinlikle tedavi etmem. Sigaranın belki de en büyük düşmanlarından biriyim. Çünkü insani öldüren bir şey. Hasta kendini öldürmeye karar verdiyse ben ne diye onun için uğraşayım ki, şifa bekleyen onca hasta var, enerjimi onlara harcarım.

2. Sevgisiz insanin kalp riski yüksek. İnsanlara severek kızarım. Herkesin de böyle yapmasını tavsiye ederim. Çünkü sevgisiz, kötülük düşünen, beddua ve küfür eden insanın kalp krizi riski ve ölüm oranı çok daha yüksek.

3. Dua etmek insanı iyileştirir. Ben inançlı biriyim. Her ameliyatımda mutlaka dua ederim. Bence duanın, meditasyon, şifa gibi, iyileştirici özelliği var. Ameliyat sonrası hastalarıma da mutlaka dua ettiriyorum. Bunun sağlıklarına çabuk kavuşmalarında müthiş bir etkisi var.

4. Doğu tıbbı çok gerekli. Ben de "klasik" tip adamıyım ama alternatif yani tamamlayıcı tıp yöntemlerini reddetmiyorum. Akupunktura yüzde 100 inanıyorum. Çinliler bu minnacık iğnelerin sırrını çözmüş. Ama bu tür tamamlayıcı tedavilerde insanın istemesi çok önemli. Doğu tıbbında özgür irade ön planda.

5. İdeal sağlık göstergesi olarak, kadınlar için ideal bel ölçüsü 82 santimdir. Eğer 93 santimi geçerseniz, sağlık riskiniz artar. Erkekler için ideal ölçü ise 88.5 santimdir. 101 santimden yukarısı sağlık riski demektir.

6. Hipnoz etmeden ameliyat etmem. Ben ve ekibim ameliyatlarım öncesinde hipnoz kullanıyoruz. Çünkü hasta heyecanlanıp kalp krizi geçirebiliyor. Sakinleştirici verdiğimde de sorunu geçici olarak çözmüş gibi oluyorum ama kökenine inmediğim için problem devam ediyor. O nedenle hipnoz yapıp sorunun kaynağına iniyorum. Hasta daha çabuk sağlığına kavuşuyor.

7. Her gün aspirin içmeli. Hayatımda ilaç kullanmadım. Zorda kalmadıkça kimseye de tavsiye etmem. Ama herkese her gün mutlaka bir aspirin içmesini salık veriyorum. Ben de içiyorum. Aspirinin kanı sulandırdığını biliyorduk ama simdi yeni faydalarını da öğreniyoruz. Örneğin, vücuttaki birçok doku tahrişini önlediğini yeni öğrendik. Aspirin ömrü uzatıyor.

Sağlıklı Beslenme Dikkat Edilecek Önemli Konular


 Çay yerine ıhlamur içilmeli. Günde en fazla iki çay ya da kahve içebilirsiniz. Fazlası zararlı. Ancak ıhlamur kesinlikle zararlı değil, dilediğiniz kadar için.

Sarımsak müthiş bir bitki... Vücudu koruyan hücreleri destekliyor,tansiyonu düşürüyor. Sarımsaktan çıkan maddeyi yüksek tansiyonlu kişiye kullandığımızda, tansiyonu hemen düşüyor. Her gün birkaç diş sarımsak yenmeli.

Başka bir mucize sebze de ayşekadın fasulye. Türkiye`de bol üretilen bu sebze bence her öğün, özellikle de çiğ olarak mutlaka sofrada bulunmalı. Vücuda müthiş yararlı bir bitki.

Semizotu da içindeki Omega 3 nedeniyle son derece faydalı. Çiğ yenirse, daha da yararlı. Biz her gün ailecek öbek öbek çiğ semizotu yiyoruz.

Et yiyecekseniz, yanında mutlaka çiğ domates de olmalı. Çünkü domatesin içindeki Lcyopin adli antioksidan, etteki zararlı Omega 6`ları yararlı hale dönüştürüyor.

Kayısı çok yararlı ancak günde bir avuçtan fazla yenmemesi gerekiyor. Karpuz ve kavunda ise ince bir dilim tercih edilmeli.

Üzüm ve muz, çok yüksek dozda şeker içerdiği için daha az tüketilmeli.

Her sabah aç karnına içilen bir bardak ılık suyun ardından bir avuç ceviz çok iyi gelir. Ben her sabah alıyorum.

Artık sütün de `Sağlıklı olanı" çok zor bulunuyor. Hayvanlara verilen hormon ve antibiyotikler süte karışıyor ve saflığını yok ediyor.

Çocuklara soya sütü içirilmeli. 35 yaşın üzerindekilere sütün içindeki laktoz pek iyi gelmiyor. Laktozu alınmış süt yerine ise de bol bol su içilmeli.

Balık hariç, kırmızı etle beyaz et aynı. Çünkü hem danaya, hem de tavuğa yüksek dozda hormon ve antibiyotik veriliyor. Et yenecekse, hepsi yenebilir. Fark etmez!

Beyaz pirinç ve beyaz un son derece zararlı. Çünkü her ikisi de yanınca şekere dönüşüyor. Yani ha avuç avuç toz şeker yemişsiniz ya da pilav ya da beyaz undan yapılan ekmek... Arada fark yok. Pilav ve ekmek için esmer un ya da esmer pirinci tercih edin.

Lahana zayıflamak için çok ideal. Hazmı zor olduğu için tıkar ve kalorisi çok düşük.

Şişmanlık en az sigara kadar tehlikeli. Hatta sigaradan da çok. İdeal kilodan daha düşük kilolu olan insanlar uzun ömürlü oluyor. İdeal rejimler haftada 1 kilo verdiren rejimlerdir. Diğerlerine aldanmamak lazım. Eğer haftada 1 kilodan fazla kaybediliyorsa, vücuttan sadece su kaybediliyordur, dikkat!.



28 Eylül 2016 Çarşamba

ÂLİCENAPLIK

ÂLİCENAPLIK
 

‘Alicenap’, yüksek karakterli, haysiyetli, küçüklüğe eğilimi olmayan, cömert, faziletli, fedakâr ve iyiliksever insan anlamındadır.

 

Bütün bu özelliklerin bir arada bulunmasına da terim olarak ‘Alicenaplık’ denilir. [32]

 

Birçok insan vardır ki, karşılıksız iyilikte bulunmayı sevmez, buna hiç dayanamaz. Hatta fedakâr, iyiliksever insanların bu tavrını anlamadığı gibi böyle davrananları ‘saf’lıkla da aşağılar. İşte bunlar, gerçek insanlık ve eşdeğeri olan İslâmlıktan haberi olmayanlardır. Kur’an-ı Kerim’in  “...Onların kalplerinde hastalık vardır...” dediği hastalığın bir çeşidine yakalanmışlar demektir. Ancak bu, tıbbî müdahele ile tedavi olunamayacak bir hastalıktır.

 

Bu özellikteki insanlardan oluşan bir toplum artık ölü demektir. Bu insanların insanlığa hizmeti olabilir mi? Hatta kendileri için bile doğruyu tespit etmede başarılı olamazlar. Çünkü bunların ilişkileri, kısa süreli geçici çıkarlara dayalıdır. Küçük bir çıkarları için büyük yığınları kurban ederler.

 

Müminler, fedakâr (özveri sahibi) insanlardır. Meşru olan her şeyi diğer kardeşleriyle paylaşmasını bilir, dostuna gelebilecek bir zarar için kendisini öne atabilir, gerekirse o zararın karşısındakine değil de şahsına gelmesini isterler. Nefisleri için arzu edip istedikleri güzellikleri, kardeşleri için de isterler.

 

Her hangi bir konuda bir sorumluluk verildiğinde daha nitelikli bir arkadaşı var ise onu tercih etmeli, bu benim dostumdur, verilen sorumluluğu yüklenip taşıyabilecek güçtedir ve benden çok daha layıktır, diyebilmelidir. Evet mümin bu olgunluğu gösterecek kadar fedakârlık ruhunu taşımalıdır.

 

O halde Müslümanlar olarak nefsimizi zorluklara alıştırmalı ve tahammül etmesini öğrenmeliyiz. Hoşlanmayacağımız bir tavırla karşılaştığımızda, yine de iyilikle karşılık vermeliyiz. Emin olun bir şey kaybetmez, aksine çok şey kazanırsınız. Vefalı olmaya özen göstermeli, dostlarımızın iyiliği için yığınla külfete katlanmamız gerekiyorsa, gözümüzü kırpmadan gerekli fedakârlığı yapmalıyız. Yapacağımız iyilikleri yalnızca Allah (c.c.) için yapalım ki, muhatabımızı töhmet altında bırakmayalım. Yardım etmeyi adeta bir vicdan zevki haline getirmeli, gönlümüzün derinliklerinde bu zevki hissedelim.

 

Bu yüceliğe erenlere, fedakâr yiğitlere, hülâsa İslâmlığa insanlığın, ne kadar muhtaç olduğunu görerek hem kendimize ve hem de bütün bir insanlığa hizmet için bu yüce alicenaplık ruhunu oluşturmaya çalışmalıyız. [33]

 

Allah (c.c.)’a ve ahiret gününe inanmayan kimi insanlar, dünya hayatını bir mücadele yeri olarak algılarlar. Bu insanların görüşüne göre, her insan hayatta kalabilmek için savaş vermeli ve bu savaşta güçlü olanlar güçsüz olanları ezerek hayatlarına devam etmelidirler. Bütünüyle sapık bir inancın ürünü olan bu görüş, insanların güzel ahlâktan tamamen uzaklaşmalarına ve yalnızca kendi çıkarlarını korumaya dayalı kötü bir ahlâk anlayışı geliştirmelerine neden olur. Bu bakış açısının etkili olduğu bir toplumda, zor duruma düşmeyi göze alarak güçsüze yardım etmek, bir başkası için fedakârlıkta bulunmak veya bir başkasının sağlığını, mutluluğunu, rahatını kendinden önde tutmak gibi güzel ahlâk özellikleri, gereksiz meziyetler olarak görülür. Dolayısıyla, herhangi bir karşılık elde etmediği sürece hiç kimse birbiri için fedakârlıkta bulunmaz.

 

İslâm ahlâkının yaşanmadığı toplumlarda, insanlar arasında bu bakış açısına sıklıkla rastlanabilir. Böyle bir anlayışa sahip olan insanların ise, birbirlerine gerçek anlamda bir sevgi duymaları mümkün olmaz. Çünkü insan, kendi rahatını herkesten daha önde tutan bencil bir kişiye karşı kalbinde gerçek ve samimi bir sevgi duyamaz. Karşısındaki insanda tek bir konuda bile bencilliğe rastlaması, ruhunda ona karşı duyduğu sevgiyi olumsuz yönde etkiler. Örneğin bir insanın yalnızca kendi rahatını düşünmesi, güzel bir yemeği, rahat bir yatağı kendisi için saklayıp, çevresindeki kişileri düşünmemesi bile o kişiye karşı duyulan sevgi ve saygıyı zedeler.

 

Cahiliye ahlâkını yaşayan kimi insanlar, en yakın dostlarına bile, fedakârlıkta bulunmalarını gerektirecek herhangi bir iş teklif edemezler. Söz gelişi, çocuğu hastalanan birisi, iş arkadaşlarından kendisinin yerine işlerini yapmalarını isteyemez. Anne ve babaya yardım etmek bile kimi zaman çocuklar arasında sorun olabilir; hatta bu yüzden kırgınlıklar bile yaşanır. Oysa sorulduğunda herkes anne ve babasını çok sevdiğini söyler. Ama, fedakârlık gerekince, eğer ciddi bir çıkarları yoksa, kimi insanlar bundan bile kaçınırlar. Oysa gerçekten seven insan sevdiği için her türlü fedakârlığı yapar ve bundan dolayı hiçbir zaman yakınmaz, bıkkınlık duymaz. [34]

 

Allah Teâlâ’nın bu konuda verdiği örneklerden biri, Mekke’den Medine’ye Hicret eden müminleri ağırlayan Medineli müminlerdir. Onların bu güzel ahlâkları Kurân’da şöyle bildirilmiştir; “Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı gönüllerine yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç arzusu duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile kardeşlerini öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır.” [35]

 

Bu ayette hem Mekkeli muhacirler, hem de Medineli (Ensar) Müslümanların güzel ahlâklarından söz edilmektedir. Mekkeli müminler, mallarını, akrabalarını, eşyalarını, evlerini, bağlarını, bahçelerini, işlerini, geride bırakarak, Allah (c.c.)’ın dinini yaşayabilmek için yurtlarından çıkmış, Medine’ye hicret etmişlerdir. Yani ‘Muhacir’ olmuşlar, Allah (c.c.)’ın rızasını kazanabilmek için sahip oldukları her şeyi geride bırakmayı göze almışlardır. Bu, çok üstün bir ahlâkın göstergesidir ve onların, kendilerine Allah’ı vekil edinmiş güvenilir insanlar olduklarının bir ifadesidir. Bu güzel ahlâkları, diğer müminlerin onlara derin bir sevgi, saygı ve merhamet duymalarına neden olmuştur.

 

Nitekim, Medineli müminler (Ensar), Mekke’den gelen bu güvenilir ve sadık mümin kardeşlerini en güzel şekilde karşılamış ve en güzel şekilde ağırlamışlardır. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeksizin mümin kardeşlerine ikram etmişler, en güzel yiyecek, giyecek ve evlerini onlar için ayırmışlar, onlara en rahat edecekleri barınakları sağlamışlardır. Bu fedakârlıkları ise, Allah (c.c.)’a ve müminlere olan güçlü ve samimi sevgilerinden kaynaklanmaktadır. Bu güzel ahlâkları, onlara karşı da sevgi duyulmasına neden olmaktadır. Allah (c.c.)onları da Kur’an’da sevgi ve övgüyle anmış, onbeş asırdan beri Müslümanlar da onlara sevgi beslemektedirler.

 

Müminlerin fedakârlıklarının bir başka örneği Kur’an’da şöyle anlatılıyor:

“Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve tutsağa yedirirler. Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz’den korkuyoruz.” [36]  derler.

 

İslâm tarihi, savaş veya barış zamanlarında Müslümanların diğer müslüman kardeşlerine yaptıkları olağanüstü alicenaplık örnekleriyle doludur. Her yerde ve her zaman alicenap Müslümanlara ihtiyaç vardır.

 



[32] Büyük Türkçe Sözlük, D. M. Doğan.
[33] Allah Sevgisi, Harun Yahya.
[34] Ahlâk Bilinci, H. Caneri.
[36] Haşr sûresi, 59/9.
[36] İnsan sûresi, 76/8-10.
 
ALINTI:http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=539
Yazı  yukardaki web sitesinden alınmıştır.
 

--
.

Affetmeyi öğrenmeseydim gelişemezdim

Affetmeyi öğrenmeseydim gelişemezdim



Marie, 1930 yılında alkolik bir annenin evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesi ona bakamayınca 5 yaşında olan Marie'yi yurda verir. Ardından bir çift onu evlatlık edinir.

Marie'nin kaderi ne yazık ki yine yüzüne gülmez, çünkü onu evlatlık edinen çift sadist çıkar. Bu İtalyan asıllı çift küçük kızı evin mahzenine kapayıp sistematik biçimde işkence eder.

Dışarıdan bakıldığında normal ve çok saygın göründükleri için, bunu yıllarca rahatlıkla gizleyebilirler ve Marie adeta cehennemden geçer.

Marie Rose 17 yaşında depresyondan felç geçirir. Halüsinasyonlar da gördüğü için doktorlar ona şizofren teşhisi koyar ve onu akıl hastanesine yerleştirirler.

Marie hayatının 17 yılını orada geçirir ve çok zor yıllar yaşar. Umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranır durur. Yemek yemez, yerinden kımıldamaz ve sıkça intihar etmeyi düşünür.

Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar Marie'nin durumunu yeniden değerlendirir. Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verirler. Arkadaşlarının ve kendisini seven bir kaç sağlık görevlisinin yardımıyla Marie hastaneden çıkar.

O artık hür ve yaşamını nasıl sürdüreceğine dair kendisi karar verme aşamasındadır. Terk edilmiş, işkence ve tacize uğramış, otuz dört yılı ziyan olmuş bir kişi olarak hiçte kolay olmayacaktı, ama o yılmadı ve kızgın, öfkeli, umutsuz olmak yerine sıfırdan başlamayı tercih etti.

Yetkililer "Aklı dengesi yerinde değil, okuması imkansız" dedikleri halde Marie, Salem State Üniversitesine Psikiyatri bölümüne girer ve mezun olur.

Bu ara kanser hastalığına yakalanır ve mücadelesini kazanır. Kendisi gibi akıl hastanesinden çıkmış ve iyileşmiş Joe ile evlenir. Kocası maalesef altı sene sonra ölür ve Marie kendini işine verir.

Uzun yıllar doktor olarak çalıştıktan sonra Harvard Üniversitesi'nde mastır yapar. Psikiyatrik hastalarla çalışır, konferanslar verir. Biyografisi yazılır ve hayatı film olur (Nobody's Child). Bir çok ödüle layık görülür.

Elli sekiz yaşındayken, 'vay be' dedirtecek bir şey yapar: On yedi yılını geçirdiği Masachusetts Danver Devlet Hastanesine yönetici olarak atanır.

Verdiği bir basın toplantısında şunları söyler:

“Eğer affetmeyi öğrenmeseydim, bir damla bile gelişemezdim. Yaşamım ziyan edilmiş bir yaşam olurdu. Ve bugün bu hastaneye yönetici olarak dönemezdim."

Marie Rose Balter'in yeni görevini haber yapan bir Ajans, onun zafer açıklamasını da şöyle yapar:

"En uzun yolculuk, beynimizden yüreğimize yaptığımız yolculuk. Affetmek bu yolculuğun en kestirme yolu. Affetmeyi gerektiren her yara, içinde önemli bir dersi barındırır.

Dersi görebilmek için yarayı yeniden deşerek yüzleşmek zorunda kalsak bile..."

Marie bu hayatta hiçbir şeyin imkansız olmadığını gösteren en güzel örneklerden


27 Eylül 2016 Salı

Nefis Çile Çekmeden, Rûha Bayram Yok!

Nefis Çile Çekmeden, Rûha Bayram Yok!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
"Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 9-10)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Al­lâh’ım! Rah­me­ti­ni umu­yo­rum. Gö­zü­mü açıp ka­pa­yın­ca­ya ka­dar da­hî be­ni nef­si­min hevâsıy­la başba­şa bı­rak­ma! Her hâ­li­mi ıs­lah ey­le! Şüp­he­siz Sen’­den baş­ka ilâh yok­tur…” (Ebû Dâ­vud, Edeb, 100-101)
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri buyurur:

“Nefsimi ilâhî vuslata yolculuk yapmaya davet ettim, bu zor yolculuk husûsunda nefsim direndi ve bana güçlük çıkardı. Ben de nefsin bütün dünyevî arzularını bertarâf ederek Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna yöneldim!”

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri merhale merhale bu mücadeleyi şu temsillerle anlatır:

“On iki yıl nefsimin demircisi oldum, onu riyâzat körüğüne koyup mücâhede ateşiyle kızarttım. Kınama örsüne koyup melâmet ve mahviyet çekiciyle dövdüm. Sonra beş yıl nefsimin aynası oldum. Yani onu murâkabeye aldım. Türlü türlü ibâdet ve tâat ile bu aynayı cilâladım. Sonra bir yıl ibret gözüyle baktım ve rûhumda, gururdan, ibâdetlerime güvenmekten ve amelimi beğenmekten meydana gelen büyük bir iptilânın mevcut olduğunu gördüm. Bu musîbeti kesip atmak için beş yıl daha gayret ettim ve nihayet îmânım kemâle erdi, İslâm’ın o rûhânî lezzetine yeniden nâil oldum.”

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de bir mektubunda, ibâdet ve tâatlerde nefsin hilelerinden sakınmanın ehemmiyetini şöyle dile getirmiştir:

“Kal­bî ve be­de­nî ibâ­det­ler­de tüm kuv­ve­ti­ni sar­f et. Bu­nun ya­nın­da nef­si­ne; «Hiç­bir za­man mak­bul ola­cak ha­yır iş­le­me­dim.» dü­şün­ce­si­ni ka­bul et­tir. Çün­kü ibâ­det­le­rin rû­hu ni­yet­tir. Ni­yet ise an­cak ih­lâs ile müm­kün­dür. Sen­den da­ha bü­yük olan­la­ra ih­lâs ge­re­kir­se sa­na na­sıl ge­rek­me­sin?!. Al­lah Te­âlâ’ya ye­min ede­rim ki; an­nem be­ni do­ğur­duk­tan bu­gü­ne ka­dar, Allah ka­tın­da makbul ve mû­te­ber olup he­sa­bı so­rul­ma­ya­cak bir tek ha­yır iş­le­di­ği­me inan­mı­yo­rum.

Eğer ken­di nef­si­ni bü­tün ha­yır iş­ler­de if­lâs et­miş ola­rak gör­mü­yor­san bu, ce­hâ­le­tin en son nok­ta­sı­dır. Eğer if­lâs et­miş ola­rak bi­li­yor­san Al­lâh’ın rah­me­tin­den de ümit­siz ol­ma.”

Nefs öyle bir belâdır ki, onun şerrinden muhafaza olmak, ancak böylesi ağır, yoğun ve büyük gayretler ister. Kolayca bertarâf edilecek basit ve önemsiz bir gāile değildir. 

(Osman Nûri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Ağustos-2013)


 

26 Eylül 2016 Pazartesi

Âlemleri Aydınlatan Tebessüm

Âlemleri Aydınlatan Tebessüm
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” (İsra, 28)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme.” (Müslim, Birr, 144)
Allah Rasûlü (sav) Efendimiz de âlemleri aydınlatan nur çehresiyle insanların yanından yavaşça ve tebessüm ederek geçerdi. Ashâbının gönüllerini hoş etmek için onların sözlerini dikkatle dinlerdi. Onlara inci dişleri görülecek şekilde gülümserdi. Ashâb-ı kirâm da kendisine uyarak sohbetinde yalnız tebessüm ile iktifâ ederdi.

Cerîr bin Abdullah (ra) şöyle anlatır:

“Fahr-i Kâinât Efendimiz, müslüman olduğum günden beri beni huzûruna girmekten alıkoymaz ve her gördüğünde gülümserdi.” (Buhârî, Edeb, 68)

Abdullah bin Hâris (ra) ise:

“Allah Rasûlü’nden daha çok tebessüm eden bir kimse görmedim.” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 10)


 

25 Eylül 2016 Pazar

ALLAH (c.c.) SEVGİSİ

ALLAH (c.c.) SEVGİSİ
 

Sevgi, Allah (c.c.)’ın insanlara verdiği en büyük nimetlerden biridir. Her insan hayatı boyunca çok sevdiği, güvendiği, kendisine yakın hissettiği kişilerle birlikte olmak ister. Allah (c.c.)’ın verdiği nimetlerin bir çoğu, asıl değerini, gerçek sevgilerin ve dostlukların yaşandığı ortamlarda bulur. Örneğin; gördüğü güzel bir manzaradan zevk alan bir insan, duyduğu heyecanı sevdiği biriyle paylaşmak ister. Aynı şekilde mükemmel bir ziyafet sofrası ya da en güzel, en gösterişli ev bile, tek başına iken bir insana çok fazla çekici gelmeyebilir. Çünkü Allah (c.c.) insan fıtratını, sevmekten ve sevilmekten zevk alacak, dostluktan ve yakınlıktan hoşlanacak şekilde yaratmıştır. Kur’an ahlâkını yaşayan insanlarla bir arada olmak, onlarla dostluğu ve sevgiyi yaşamak ise, iman eden bir insana birçok nimetten çok daha fazla zevk verir.

 

Bu nedenle Allah (c.c.)’ın sevdiği ve hoşnut olduğu kullarına vadettiği cennet, gerçek sevginin, dostluğun ve yakınlığın sonsuza kadar büyük bir coşku ile yaşanacağı olağanüstü güzellikte bir yerdir. Allah (c.c.)’ın Kur’an’da cennet hayatına dair verdiği haberlerde hep neşe, arkadaşlık, sevgi, muhabbet, güzel söz ve huzurdan bahsedilmektedir. Sevgi ve dostluğu engelleyecek her şey cennetteki insanlardan uzak tutulmuştur. Örneğin, Allah (c.c.) bir ayetinde cennete girecek olan müminlerin kalbinden ‘kin’den ne varsa alındığını bildirmiştir. [25]

 

Kıskançlık, düşmanlık, rekabet, öfke, darılma, alınma gibi sevgiyi ve dostluğu engelleyen bütün kötü özellikler cennetin dışında kalacaktır.

 

Cennette yaşayacak olan Müslümanların önemli özelliklerinden biri, onların dünya hayatında iken de, tüm peygamberleri, Allah (c.c.)’a iman eden, ibadet için çaba gösteren her Salih insanı ve geçmişte yaşamış bütün Müslümanları çok sevmeleridir. İman edenler Allah’ın rızasını kazanmak için çaba gösteren tüm Salih müminlere yakınlık duyar, onları kendilerine yakın birer dost ve veli edinirler. Her koşulda ve kayıtsız şartsız onlarla birlikte olmaktan büyük zevk alırlar; bütün Müslümanlara vefa ile bağlıdırlar. Allah Teala, müminlerin kalplerindeki imanlarından, Allah (c.c.) korkularından kaynaklanan bu güzel sevgiye ve Rabbimiz’e olan içten bağlılıklarına karşılık, onları sevginin ve sadakatin en güzel mekanı olan cennetle ödüllendirecektir.

 

Müminlerin kalplerindeki sevginin asıl kaynağı ise Allah (c.c.)’a olan derin sevgileridir. Bu sevgiye, ‘Muhabbetullah’ denir. Müminler, Allah (c.c.)’ı çok severler ve hayatlarının her anında Allah (c.c.)’ın sevgisini ve rızasını kazanmak için ciddi bir çaba gösterirler.

 

 

 

Allah (c.c.), tüm insanları yoktan var etmiştir. İnsan bir ‘hiç’ iken Allah (c.c.)’ın rahmeti ile bir can sahibi olmuştur. Kullarını bu dünyada barındıran, çeşit çeşit yiyecekler, meyveler sunan, binbir türlü çiçekle, sevimli hayvanlarla bize zevk verecek manzaralar yaratan, güneşten suya, havadan vitaminlere kadar ihtiyacımız olan her şeyi kusursuzca var eden, uzayın boşluğunda binlerce kilometre hızla yol alan dünyayı her an güvenlik içinde tutan, Rahman, Rahim ve sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimizdir. Allah (c.c.)’ın üzerindeki nimetlerini, O’nun her şeye güç yetiren ve tüm evrenin tek hakimi olduğunu, her şeyin en güzel ve hayırlı şekliyle yarattığını düşünen her müminin Allah’a olan sevgisi daha da güçlenir. Allah (c.c.)’ı seven ve Allah’tan korkan bir insan, O’nun sınırlarını büyük bir şevk ve istekle korur; Allah (c.c.)’ın her emrini kusursuzca yerine getirmek için büyük bir titizlik gösterir, Allah (c.c.)’ın  hoşnutluğunu, sevgisini, rahmetini ve cennetini kazanmak için hayatı boyunca bütün gücüyle çalışır. Allah (c.c.)’ı çok seven Allah (c.c.)’tan korkan, O’nun kendisinden hoşnut olması için samimi bir gayret gösteren her mümin, dünyaya güzellik kazandıran hayırlı insanlardır. Allah (c.c.)’ı seven insan, Allah (c.c.)’ın yarattıklarını da sever, onlara karşı sefkat ve merhamet duyar, onları korumak, onlara hayır ve güzellik getirmek ister. Dünyanın en hayırlı, en üstün ahlâklı insanlarından olan Allah (c.c.)’ın elçileri de, çevrelerindeki, insanları sevgiye ve yakınlığa davet etmişlerdir.

 

İşte Allah (c.c.), iman edip salih  (iyi) amellerde bulunan kullarına şu şekilde müjde vermektedir.

 

“Deki: ‘Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum.’ Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir.” [26]    

 

Allah sevgisinden amaç, Allah (c.c.)’ı, Allah’ın sevmeyi emrettiği hayırlı kulları ve Allah (c.c.)’ın gönderdiği ilâhi dini (İslâm’ı) sevmektir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’i sevmek gibi.  Allah yolunda cihad gibi. Allah (c.c.)’ın emrettiği amel ve ibadetleri sevmek de böyledir.

   

Yüce Allah (c.c.) buyurmuştur:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabalarınız, kazandığınız mallar, zarar etmesinden korktuğunuz ticaretiniz, çok sevdiğiniz evleriniz, size Allah’tan, Resûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise o halde Allah emrini yerine getirinceye kadar gözetleyin. (Başınıza gelecekleri göreceksiniz) Allah (c.c.) yoldan çıkmış topluluğu (doğru) yola iletmez.” [27]

 

 

 

 

Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:

“Bir kimse Allah’a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı arzu eder.; aksine bir kimse Allah’a kavuşmak arzusunda olmazsa, Allah da ona kavuşmak arzusunda olmaz.” [28]

 

Allah sevgisi çok şerefli bir haldir. Allah (c.c.), sevginin kul için bir fazilet olduğunu ve kulunu sevdiğini bildirmiştir. Şu halde Allah Teala ‘O kulunu sever’ diye tanımlanır. Kul da ‘Allah’ı sever’ diye tanımlanır. [29]

 

Kulun Allah (c.c.) hakkındaki sevgisi, kulun kalbinde bulduğu ve duyduğu bir his olup, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar latiftir. Bu hal ve his, insanı Allah (c.c.)’ı tazim etmeye, yüceltmeye, O’nun rızasını her şeye tercih etmeye, O’ndan ayrı kalınca sabırsızlanmaya, O’nsuz edememeye, O’nsuz kalınca da kararsız hale düşmeye; ünsiyet ve ülfetini, devamlı surette kalbi ile O’nu zikrederek bulmaya ve O’na karşı içinde bir heyecan duymaya sevkeder.

 

Kulun Allah (c.c.)’ı sevmesi  meyil, sınır ve kuşatma gibi şeyler içermez. Elbette bu söz konusu edilemez. Çünkü Cenab-ı Hak, ilhak, idrak ve kuşatma gibi şeylerden uzaktır. Aşık bir çizgi ile ihata edilme tarzında tanımlanmaktan ziyade maşukta helak olma şeklinde vasfedilir. Allah aşkı tarif edilemez. Bununla beraber idrak için aşktan daha vazıh ve daha yakın bir şey yoktur. [30]

 

Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah (c.c.) bir kulunu sevdiği zaman Cebrail’e: Ey Cebrail, Ben falanca kulumu seviyorum, onu sen de sev, der. Cebrail, o kulu sever ve göktekilere: Allah Teala falanca kulunu seviyor, onu siz de seviniz, diye seslenir, bundan sonra göktekiler de o kulu severler. Sonra Allah (c.c.) yeryüzünde de sevilmesini sağlar, herkes ona yönelir.” [31]

 

Güzel ahlâkın en önemli esaslarından birisi de, ‘muhabbetullah’ın kulda var oluşudur. Kulun, kendisini yaratan, sonsuz nimetlerle rızıklandıran ve süsleyen  Rabbını sevmesinden daha doğal bir şey olamaz. İnsanın yaratılışı gereği, kendisine ikram ve ihsanda bulunan kimseleri sevmek zorunluluğunu hissetmektedir; yoksa nankörlük etmiş olur. Cenâb-ı Hakk’ın bize olan ihsanları ve ikramlarının, kulların ihsan ikramlarıyla, hiç de ölçülecek bir durumda olmadığı herkesçe bilinir. Bizlere verilen göz, kulak, dil, burun, idrâk, fehim, anlayış, seziş, sağlık, afiyet ömür, kuvvet, kudret ve diğer nimetler hep Cenâb-ı Hakk’ın bize nimetleri değil midir ? Bunlardan birisinde bir arıza olsa, onu verebilecek başka bir kuvvet ve kudret sahibi var mıdır ? Göz görmese, kulak işitmezse, dil de söylemezse, isterse dünyanın hepsi onun olsa neye yarar?

 

 

Bu sebepledir ki, muhabbetin yani Allah (c.c.)’ı sevmenin farz olduğunu söylemişlerdir. Zîrâ gerek itikadda ve gerekse ibâdât ve muâmelâtta ve bütün farzların yapılmasında hep Allah (c.c.) sevgisinin yeri büyük ve mühimdir ki, bu sevgi ve muhabbet ne kadar galip olursa kimsenin Hâlık-ı zü’l-Celâl Hazretlerine karşı itâatı ve emirlerine imtisâli o nisbette çok ve güzel olacağı şüphesizdir. Bu sevginin gönüllerde belirmesi şüphesiz ki, Hak süphânehû ve teâlâ Hazretlerini bilme nispetine bağlıdır ki, buna ma’rifetullah denir. İnsanların bu muhabbetullahdan mahrum olmalarının, Hâlık-ı zü’l-Celâl’i bilmemelerinden neş’et ettiği tabiîdir. Şüphesiz insanın, insalık hisleri mevcut olurda gayet güzel ve emsalsiz güzellikte bir şey gördüğü vakitte, hislerinin uyanması ve onu sevmemesi mümkün müdür ? Eğer hisleri uyanmıyorsa, kendisinden bir hastalığın mevcudiyeti anlaşılır.

 

İnsandaki beş havas ki bunlar, göz, kulak, burun, ağız ve eldir. Bunarlın hisleri hep ayrı ayrıdır. Meselâ gözün zevk aldığı bir şeyden kulak bir şey anlamaz. Kulağın zevkinden de tabiî, göz ve burun bir şey anlamaz. Binâenaleyh, her âzânın zevkini Cenâb-ı Hak ayrı ayrı vermiştir. Bunlar, görme, işitme, koklama ve değme gibi hallerde çeşitli zevklerini alırlar da, kolay kolay bu zevklerinden ayrılmaz istemezler ve bu zevkler, devirlere ve yaşlara nispetle de değişir. Meselâ, bir çocuğun zevki oyunlarındadır. Ona daha kıymetli ehemmiyetli sevgilerden bahsederseniz, çocuk onları bilmez ve hoşlanmaz. Onu bir mevki veya riyâset makamının zevkini tattıramazsınız; tâki o çağa gelmedikçe. Büluğ çağını aşıp da .eşitli zevk yolarlına kapıldığı zaman da, onun önüne geçemezsiniz. Meselâ, bir oyuna dadanmış ve alışmış bir çocuğa 'Gel oğlum yemek vaktin geçiyor, yemeğini ye' diye ne kadar ısrar etseniz, o oyunu bitirmedikçe, yemek aklına bile gelmez. Bunun sebebi, oyundan aldığı lezzet, yemekten aldığı lezzete gelip olduğu içindir.

 

Gerek göz, kulak ve sair âzâların, görmek ve işitmek sureti ile telezuz ettikleri şeyler oldukları gibi bazan görmeden de onu hayalinde canlandırmak sûreti ile duyulan zevkler malûmdur. Bu hayalinde canlandırdığı düzeni ve saireyi, gözüyle gördüğü zaman duyacağı zevkin, tabiî kat kat artacağının da inkârı mümkün değildir. Görmeden, işitmek suretiyle de sevmediğimiz bir çok şeyler vardır. Bir misâl olarak Peygamberleri Sâhabe-i kirâm Hazretlerini ve Evliyâ-ı izâm Hazretlerini her ne kadar görmediysek de, belki onların vücutları toprağa inkilâb etmiş olsa bile, yine onların o güzel Suretlerîni dinledikçe, içten onları bayılır derecede sevdiğimiz inkâr edilemez. Hatta onları için canın, malın fedâ edilmektende çekinilmediğini tarih bize göstermektedir.

 

İmâm-ı Alî (k.v) Hazretleri ve sâir büyüklerin, İmâm-ı Azam ve Şâfiî gibi rahmetullahi aleyh’lerin müdâfaasını yapan sevgililerin had ve hâsabı yoktur. Halbuki bunlar, ne onları görmüşlerdir, ne de onların zamanına erişmişlerdir.fakat onların bıraktıkları kitablar, eserler kendilerinin sevilmelerine sebep olmuştur.

 

Ba’zan tabiî güzelliklerle dolu olan, gayet güzel bir yeşillik, bir orman, bir şelâle, bir deniz, bir akar suyun veyâ gölün ve kuşların ötüşlerinin insana verdiği lezzet de, sevgi de hiç yabana atılacak bir şey midir? Hattâ bir çok zaman insan; bunların hayaliyle kendini eylemekten de alamaz.

 

İşte insanı câzibesine alarak mest eden bu güzelliklerin sahibi, sânii, Hâlikı ve mûcidi olan ve hep bu kâinatı yoktan var eden, Allahü teâlâ ve tekaddes Hazretleri değil midir? Onlara bu güzellikleri bahş edip sevilmek kabiliyetini lûtuf ve ihsan eden Allahü teâlâ Hazretleri olduğunda hiç şüphe edilir mi? Binâenaleyh, asıl sevilmeye lâyık olan da O’dur. Zîrâ her sevdiğimiz canlı ve cansız her şey, günün birinde sona ermekte ve ölümle son bulmaktadır. Asıl hayat ise, ölümden sonra başladığına göre, buradaki fânî şeyleri sevmekle, o azîz ve kıymetli ömrünü de zâyî ettiği için büyük ve hem de pek büyük bir hüsrâna, bir zarara ve bir felâkete dûçâr olacağı da telâfîsî mümkün olmayan acılardandır.

 

Kâinatta hiçbir şey yoktur ki, varlığı kendisinden olsun. Bütün gördüğümüz veya görmediğimiz daha nice şeyler vardır ki, bunları hem yaratan hem de yine bizim için yaratan O’dur. Yer ve gökte gördüğümüz ay, güneş ve bütün yıldızları, Cenâb-ı Hak hep bizim için yaratmıştır. İnsan şöyle bir düşünecek olsa ki, bu yerin ve göklerin ucunu bucağını bulmak bile mümkün değil. Halbuki, Kürsî denilen ve görmeyip, yalnız varlığını işittiğimizbir âlem var ki, “Onun kürsüsü (mülk ve saltanatı) gökleri ve yeri çevrelemiş, kaplamıştır” (4/1) meâlindeki âyet-i celîlesi ile bildirilmiştir. Bu yer ve gökler, bunun yanında ufacık bir kulube halinde kalır. Bir de bunun fevkinde, bundan da çok büyük bir arşı vardır ki, onun tarifinde de, yeri ve gökleri muhît olan kürsî, Arşın yanında, okyanusların üstündeki bir kayık gibi kalır, denilmiştir.

 

İşte bu kadar havsalamıza sığmayan büyüklükleri yatırken, diğer taraftan da o kadar küçük fakat kuvvetli ve kudretli eşyayı yaratmış ta, biz onları bu gün gözlerimizle görmek kudretine ve imkânına sahip değiliz. Yalnız varlıklarını, bu ilimle uğraşan bilginlerden duyuyor ve inanıyoruz. Bunlar çeşitleri gittikçe artan mikroplar, atomlar gibidir ki, bu ufacık ve gözle görülemiyen zerreler içinde de, akılları hayretten hayrete düşüren korkunç varlıkların olduğu da artık güneş gibi meydanda iken, bu büyük ve kendisine hiçbir zaman yokluk ârız olmayan, Esmâ-i Hüsnâsıyla da kendini bize tanıtan, her varlığı kudret-i kâmilesiyle halk eden Allahu Teâlâ Hazretlerini bilmemek ve O’nu sevmemek, O’nun emirlerine ve yasaklarına riâyet etmemek kadar, acaba büyük gaflet, cehâlet hattâ cinâyet olur mu?..

 

Bir câhilin Allahü zü’l-Celâli sevmesiyle, bir fakihin, bir âlimin sevmesi de hiçbir zaman müsâvi olamaz. Çünkü, câhilin sevgisi basittir. Fakat âlim-fakîh olan zat, O’nun eserlerini inceledikçe, sevgisi saat be saat, dakika dakika artar durur. İşte dünyadaki bütün zevklerin bitip de âhiret kapısının açıldığı günden itibaren, bu zevâtın alacağı lezzetlerin tadına doyum olmaz. Nasıl olsun ki, bir kere kabri, bir Cennet bahçesi olup, her sabah, her akşam Cenâb-ı Hak’kın rızâ evi olan ve bu gibi bahtiyar kulları için hazırlanmış bulunan. Gözlerin görmediği, kulaklarında duymadığı, hattâ insan aklına bile gelmeyen, Cennet’teki yeri ve Cennetin çeşitli nimetleri kendilerine gösterilerek, nâmütenâhî sevinçlere gark oluyorlar. Bu da ne büyük bir nimettir. Bunun aksine, ömr-ü azîzini fânî âlemde boşa geçirip, günah yollarında zâyî etmiş ve bu sevgi, muhabbet ve marifetten mahrûm olarak dünyaya gözlerini yumup âhirete göçünce, artık böyle kimsenin acılarını acabâ tarif mümkün olur mu? Muhabbetullah ile içi dışı dolu olarak Hak’ka mülâkî olan Zât-ı Şerîfin o doyulmaz saâdetine mukabil, bu dünya heveslerine kendini kaptıran bedbahtlara da, evvelâ kabirleri Cehennem çukuru olur, sonra belâ üstüne belâ. Aman yâ Rab! Ne büyük ve çekilmez ıztırab. Cenâb-ı Hak bu fena ve çok acı akibetlere uğramaktan cümlemiz ve cümle ümett-i Muhammed-i muhafaza buyursun, âmîn. Bi hürmeti seyyidi’l-mürselîn.

 

Aziz kardeş bak, iki cihan sahibi Peygamberimiz (s.a.s) Hazretleri, muhabbet-i ilâhiyenin ehemmiyet ve lüzumuna binâen bir dualarında şöyle buyuruyorlar. 

  

 

Mânâsı: “Ya Rab bana muhabbet-i İlâhiyeni vermekle beni merzuk eyle”.(4/2) Bundan anlıyoruz ki, rızık yalnız yemek ve içmekten ve sâir lezzetlere nâil olmaktan ibâret değildir. Bu mânevî rızıkların tadı, bâhusûs muhabbetullahın zevki, maddi lezzetlerin hiç birine benzemediği gibi, lezzetide tükenip gitmez, dâimîdir. Hem dünyada, hem de âhirette mükâfatı kat kattır. Onun için bu güzel duâlârla Cenâb-ı Hak’dan bu sevgiyi istemek kadar da tabiî bir şey olamaz. Gaflet ve cehaletle dünyanın fanî ve hemde azabla karışık nimetlerini isterken, en mühim ve pek kıymetli bu dualardan mahrum kalmanın acısı da ayrı. Zîrâ , “ İnsandaki bütün kemaller, ancak bu muhabbetin gönülden doğuşundan sonradır” demişler ki, ne kadar yerinde bir sözdür. Çünkü, muhabbet ve ma’rifetullahdan mahrum kimseler, hüdâyınâbit kabîlinden kendi kendine bitip, sonra da yok olan otlar gibidir. Bir kıymet ifâde edemezler ki ömürler sayılsın. Ve yine hadîs-i şerîfin devam eden kısmın mânâsı : “Seni sevenleri de sevmek ve beni sana yakın kılacak Sâlih amelleri de sevmekle merzuk eyle.” İkinci cümle; Cenâb-ı Hak’kı sevmek ne kadar farz ve lâzımsa, onu sevenleride aynı zamanda sevmenin lüzumunu pek güzel bildirmiş oluyor. Cenâb-ı Zü’l-Celâl’i sevmekte ene önde Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz Hazretleri gelmektedir. Cenâb-ı Hakkın sevgisiyle beraber onuda sevmek mecburiyetindeyiz. Zîrâ Dîn-i İslâm ve ahkâm-ı îlahiyyeyi ve Hâlik-i Zü’l-Celâl i, bize en iyi ve en güzel şekilde bildiren O’dur. O’nu sevmeden Hâlik subhânehû ve teâlâyı sevmek mümkün değildir. Bir insan, “Ben Allah’ı seviyorum” diye ne kadar iddiâ ederse etsin, Peygamberimiz(s.a.s) Hazretlerini sevmedikçe iddiâsında kâzibtir. Yani yalancıdır. Binâenaleyh, Allah’ı sevmek ne kadar farz ise, peygamberleri de sevmek o kadar farzdır. Namaz kılmak için abdest nasıl şartsa ve abdestsiz namaz olmazsa, Allah’u teâlâ’nın sevgisi için Peygamberimiz (s.a.v.)’in ve diğer peygamberlerin sevgisi böylece şarttır.



[25]A’raf sûresi,  /43.
[26] Şûra sûresi,  42/23.
[27] Mümtehine sûresi,  60/4.
[28] Buhari, Rikak, 21.
[29] Maide sûresi,  5/54.
[30] Kuşeyri Risalesi, s. 404.
[31] Buhari, Edeb, 41.

KAYNAK:http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=538

--