31 Temmuz 2015 Cuma

Her derde deva ibadet Hacet Namazı


29 Temmuz 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Yaz boyunca hangi duygularınız besleniyor?

Ahmed Şahin - Yaz boyunca hangi duygularınız besleniyor?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Yaz boyunca hangi duygularınız besleniyor?


Yaz sıcaklarının etkisini artırdığı şu günlerde hemen herkesin şikayetçi olduğu önemli bir konuyu bir daha düşünelim mi?

Evet, diyorsanız, buyurun, şu yorumu birlikte okuyalım. Bakalım siz nasıl bakacaksınız yaz boyunca ‘duyguların beslenip azdırılması' olayına?

Bilindiği üzere insanda hem akıl ve iman vardır, hem de nefis ve şeytan.

Her ikisi de insanı yönlendirme görevini yüklenmişlerdir. Bu sebeple insan hayatı boyunca ya aklının ve imanının yönetiminde, ya da nefsinin ve şeytanın etkisindedir. Davranışlarını bunlar yönlendirirler.

Bilinen bir gerçektir ki, kimse aklının, imanının yönetimini bırakıp da nefsinin ve şeytanının etkisine girmek istemez. Çünkü akıl ve imanda kötüye yönlendirme yoktur. Ama nefis ve şeytanda kötüye yönlendirme çoktur. Buna rağmen akıllı ve imanlı insan da zaman zaman nefsinin ve şeytanının yönlendirmesine girer, yanlışlar yapar.

Niçin yapar bu yanlışları akıllı ve imanlı insan? Hiç düşündünüz mü?

Çünkü nefsini ve şeytanını besleyip kuvvetlendirmiş, onun baskı ve kıskacına girmiş de onun için.

İşte bütün mesele burada. Beslenme meselesinde! Gün boyu aklı ve imanı mı besliyoruz, nefsi ve şeytanı mı?

Şayet nefsi ve şeytanı teşhirli, tahrikli görüntülerle besliyor, onları kuvvetlendirip azgınlaştırıyorsa, artık bu kimsenin akıllı, imanlı olması yeterli değildir. Aklı tasvip etmemesine, imanı rıza göstermemesine rağmen günahlara yönelir, yanlışları yapar. Hatta bu günahlara aklından, imanından feryatlar yüksele yüksele sürüklenir gider. Çünkü nefsi ve şeytanı öylesine beslenip azgınlaşmış ki, artık imanını da, aklını da dinlemez hale gelmişler. Bu yüzden sürükleye sürükleye götürür beslenmediğinden zayıf kalmış iman ve akıl sahibini.

Öyle ise, aklın, imanın tasvip etmeyeceği yanlışlara düşmemek için nefsi ve şeytanı teşhir ve tahrikli görüntülerle besleyip de azgınlaştırmamaya çok dikkat etmek gerekmektedir.

Mevsim boyunca bir numaralı meselemiz, kendimizi korunmaya almak olmalıdır.

Bilinen bir gerçektir ki, nefis ve şeytanı besleyen mevsimlik fitneler çok yaygınlaşmıştır. Özel bir dikkatle kendinizi korumaya almadığınız takdirde nefis ve şeytanın beslenerek azgınlaşması an meselesidir. Hatta okuduğunuz bazı yayınlar, sokakta ve ekranlarda seyrettiğiniz bazı teşhirli görüntüler nefsi ve şeytanı azgınlaştırma etkisi yapmaktadır. Şayet kullanımına sınır koymadığınız cihazlarınız da devreye girerse beslenme daha da azgınlaşır, korkunçlaşır.

Bir de bakarsınız ki, imanından, aklından şüphe etmediğiniz sağlam kimseler bile direnememiş, dayanamamış, sürüklenmiş. Çünkü nefsi beslenmiş, şeytanı kuvvetlenmiş. Beslenip kuvvetlenen, zayıf kalanı elbette sürükler.

Ayrıca gözler baktığı haramın resmini çeker, hayale havale eder. Uzun bir müddet bakılan müstehcenin görüntüsü hayalde canlı bir görüntü halinde tesirini icra eder. Tekrar bakıyor gibi hayali kirletir, zararlı etkisini uzun zaman sürdürür. Namazda bile hayalinize akseder baktığınız haram görüntülerin hayali.

Onun için söylemiş Müceddidü'z-zaman şu meşhur sözü:

-Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır! Tevbe, istiğfarla o günah hemen silinmez de devam edilirse bağımlılık halini alır, kurtulmak zorlaşır. Küfre götürecek bir tünelde ilerleme dahi söz konusu olur.

-İşte bunun için arkadaş mühim, bunun için çevre mühim. Bunun için okunan gazete, dergi, kitap, dinlenen radyo, seyredilen televizyon, gidilen sohbetler mühim. Neyi besliyorlar, aklı ve imanı mı, yoksa nefsi ve şeytanı mı? Unutma, hangisini besliyorsan hayatın onun yönlendirmesindedir. Sen istemesen de.

Şimdi düşünme sırası bizde: Neyi besliyoruz, akıl ve imanı mı, nefis ve şeytanı mı?

Bu beslenme olayını mevsim boyunca hep düşünmeli, kendimizi büyük bir dikkatle korumaya almalıyız demek istiyorum.
 
 
 

28 Temmuz 2015 Salı

Ahmed Şahin - Utanma duygusu imandan!

Ahmed Şahin - Utanma duygusu imandan!


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Utanma duygusu imandan!


Evet, utanma duygusu insana imandan gelen yeri doldurulamaz özel bir duygudur.

Bundan dolayı insan utanma duygusunu hiçbir mevsimde kaybetmemelidir. Çünkü utanma duygusunu yitiren insan, en önemli insanî vasfını yitirmiş, koruyucu ve kurtarıcı bir özelliğini kaybetmiş olur.

Nitekim diğer yaratıklarda utanma duygusu yoktur. Her türlü müstehcenliği ve yanlışı herkesin gözleri önünde işlemekten kaçınmazlar. Çünkü haya duygusu verilmemiştir onlara. Bu özel ve güzel duygu sadece insana ait bir özellik ve üstünlüktür.

Bu sebeple utanma duygusu insanın hem kendini, hem de içinde yaşadığı toplumu zırh gibi koruyucu ve kurtarıcı bir duygu görevini yapar.

Nitekim utanan insan bir yanlış yapacağı, bir yerini açacağı, bir günaha yöneleceği sırada hemen utanma duygusu onu sımsıcak sarar, bu yanlışı yaptığı takdirde önce Rabb'inin huzurunda, sonra da dostlarının ve komşularının yanında utanıp mahcup olacağını düşünür, kızarır, bozarır, sonra da ‘utanacak duruma düşmektense bu yanlışı yapmamalıyım' diyerek vazgeçer yanlışa yönelme niyetinden.

-Neden utanma duygusunda böyle sahibini koruyucu ve kurtarıcı bir özellik vardır?

Çünkü utanma duygusunun kaynağı imanıdır da ondan. İmandan kaynaklanan duygularda hep koruyucu, kurtarıcı özellikler bulunur.

Nitekim utangaçlığıyla bilinen bir gence bir yakını, ‘bu kadar utangaç olma, biraz yırtıl, serpil, kimseyi takma' manasına gelen tavsiyelerde bulunurken, oradan geçmekte olan Efendimiz (sas) Hazretleri'nin yaptığı şu uyarısı bunu ifade etmektedir. Buyurur ki:

-Dokunma utanan gence, utansın! Çünkü utanma duygusu imandandır. Sahibini yanlışlardan korur!

Demek ki vazgeçilecek basit bir duygu değildir utanma duygusu. Sahibini kötülüklerden koruyucu ve kurtarıcı etkisi söz konusudur hayatı boyunca.

Maneviyat büyükleri utanma duygusunun bütün faziletleri içine aldığını şu çarpıcı sözleriyle dikkate vermişler:

-Utanmadıktan sonra istediğini yap! Çünkü en büyük kayıp utanma duygusunun kaybıdır. Onu kaybettikten sonra geriye koruyabileceğin bir değerin kalmamış demektir.

Tenbihü'l-Gafilin'de Hazret-i Ali Efendimiz'den şu tarihi uyarı nakledilir:

-Bedenini teşhir ederek kendine baktırana da bakana da Allah lanet etmiştir!

Çünkü mahrem yerini açmakta da, bakmakta da kötü duyguların depreşmesine, günahlara yönelme hissinin azgınlaşmasına sebep olma sonucu vardır. Utanma duygusunu yitirenlerde ise ne baktırmaktan çekinme ne de bakmaktan kaçınma duygusu kalmaz.

Bundan dolayı Efendimiz (sas) Hazretleri bakışları koruma konusunda şu uyarıda bulunmuştur:

-Harama ansızın bakışınızda bağışlanırsınız, ancak sonraki kasti bakışların vebali bakana da, baktırana da yazılır. Bakışlarınızı haramlardan koruyunuz! Utanma duygunuzu hırpalamayınız.

Utanmayı korumada tesettür önemli bir yer alır. Şöyle ki: Her insanın koruyucu muhafaza melekleri vardır. Bu melekler onu gölgesi gibi takip edip kötü ruhların şerrinden korurlar. Ancak korudukları insan, avret yerini açar da bedenini teşhir ederse, muhafaza melekleri o teşhire bakmaktan utanır, uzaklaşırlar. Meleklerin uzaklaştığı yere ise şerir ruhlar ve şeytanlar üşüşür, kötü duygular depreşir, fitneli bakışlar başlar. Zaten kötülükler de meleklerin uzaklaşıp fitneli bakışların başladığı yerde başlar.

Ayrıca utanma duygusu herkeste güzeldir. Ama kadında ise daha güzeldir. Çünkü kadının en değerli ziyneti boynuna taktığı altınları değil, imandan gelen utanma duygusudur. Bundan dolayı maneviyat büyükleri diyorlar ki:

-Altın ziynetlerini kaybeden kadın, kadınlık ziynetlerinden hiçbir şey kaybetmemiştir! Ancak utanma duygusunu kaybeden kadın, kadınlık ziynetini tümüyle kaybetmiş demektir. Çünkü altın ziynetlere parayla tekrar sahip olunabilir ama kaybedilen utanma duygusu, satın alınarak tekrar sahip olunamaz! Buna iman kuvveti gerekir. Bunun için: “El-haya-ü minel iman” denmiştir!

-Fetabiru ya ülil ebsar! Düşünün ey iman sahipleri!
 
 
 

27 Temmuz 2015 Pazartesi

Efkan Vural - Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-86

Efkan Vural - Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-86

SEVGİLİ EFKAN HOCAM Milliyet Blog'daki Yazı dizisine ÖZETLEYEREK ŞÖYLE DEVAM ETMİŞ... 

SEVGİLİ EFKAN HOCAM , YAZIDAKİ KONULARI VE ÇOK KIYMETLİ TAVSİYELERİNİ MADDELER HALİNDE ÖZETLEMİŞ AŞAĞIDAKİ YAZININ SONUNDA...

Allah razı olsun hocam... Sizi çok seviyorum canım hocam...

Sevgili Efkan hocam benim en iyi dostum, akıl danıştığım büyüğüm, kendime örnek aldığım mütevazi, dürüst, ahlaklı, dindar, çalışkan, Allah'ın -inşallah- salih bir kuludur.

Benim namaza başlamama vesile oldu, yani beni Rabbimle buluşturdu. Allah ebediyyen razı olsun.
Allah bizleri sevdiklerimizle birlikte cennette de komşu etsin.

YALNIZ ŞUNU BELİRMEK İSTİYORUM. BEN BUNLARI YAYINLARKEN EFKAN HOCAMA HEP ŞUNU DEMİŞİMDİR:

HOCAM UTANIYORUM, İNŞALLAH BİRGÜN VUSLAT OLUNCA BUNLARI YAYINLAMAN DAHA GÜZEL OLMAZ MI?

OLSUN CELAL MERAK ETME, SEN ÖLÜRSEN YİNE YAYINLARIM... DİYOR.

Çok emek harcayıp özet haline  getirmişsiniz. İyi ki varsınız hocam, bizi komşu yapana hamdolsun...

http://blog.milliyet.com.tr/her-seye-ragmen-yasamak-cok-guzel-86/Blog/?BlogNo=505781

Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-86


Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-86


 Celal ÇELİK ’in hayata dair, ahlaki, dini ve felsefi yorumlarını yayınladığım yazı dizisini, sevgili Celal ÇELİK’in tüm yazılarını gözden geçirerek kısa ve öz olarak sizlere sunmaya devam ediyorum.

Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.

Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.

Güven vermek önemlidir. Güven duymak önemlidir. Duyulan güveni boşa çıkarmamak daha da önemlidir.

Bize ölüm gelmeden önce tövbe etmeli ve Allah’ın koyduğu islam kurallarına göre bir hayat sürmeliyiz... Ama samimi bir tövbe ile günahsız bir hayata başlamalıyız...

Allah insanlara akıl denen cihazı kendisini bulmamız için vermiştir

İnsan, kendi yaratılışındaki ve kainattaki mükemmel tasarımı düşününce, herşeyin bir hikmetle yaratıldığını keşfeder.

Mesela bir telefon veya kitap bile kendi kendine olamaz ise, nasıl oluyorda bu harika düzen, muhteşem varlıklar tesadüfen olur.

Mesela hiç düşündük mü? Herşeyin katı halinin kütlesi ağırdır. Neden suyun katı halinin yani buzun kütlesi hafiftir.

Eğer buz ağır olsaydı dibe çökerdi. Bütün okyanus buz tutardı. Bir kışta bütün balıklar ölürdü.

Allah buzu yukarı kaldırıyor ki aşağıda yaşam devam etsin.

Biz herşeyi başımızdaki gözümüzle göremeyiz.

Mesela telefondaki sesi kulak gözümüzle,

yemeğin tuzunu dil gözümüzle,

çiçeğin kokusunu burun gözümüzle görürüz.

Allah’ın varlığını ise akıl ve kalp gözü ile anlıyoruz.

Başağrısını, elektriği, havadaki ses dalgalarını, mikropları vs. gözle göremediğimiz gibi ...

Allah tüm dünyayı insan için yarattı.

Yeryüzü sanki bir sofradır.

Odunlar , (meyve ağaçları) tabaklarında (dallarıyla),üzüm, elma, kiraz, şeftali, karpuz, muz uzatıyorlar.

Bir ağaç çamurlu su içer, bal gibi muz, kavun vs. verir.

Mesela bir inek ot yer, su içer, vitaminli süt veriyor...

Ayrıca eti, sütü, derisi, faydalı ; dışkısı gübre oluyor, köylerde tezek olup sobada yanıyor.

Peki insan ne için yaratıldı
İnsanın eti yenmez, sütü, derisi işe yaramaz, saçından çorap örülmez, kereste olmaz.

Celal ÇELİK’in Yukardaki yazı ve yorumlarından hareketle şu sonuçlara ulaşabiliriz:

1-Helal kazanç alın teriyle elde edilir.

2-Sevgi ve paylaşmak yakın çevreden başlar. İnsan önce kendisini sevmeli, sonra ailesini,sonra akraba ve yakın çevresini daha sonra da herkesi sevmeye çalışmalı.

3-Her zaman güvenilir olmak ve çevremize güven vermek gerekir.

4-Aklımızı kullanarak yaratılışımızı düşünmeliyiz. Yaptığımız günahlara tevbe etmeliyiz.

5-Allah’ın bize vermis olduğu sayısız nimetleri düşünerek O’na ibadet etmeliyiz.

6-Allah insanın dışındaki herşeyi insana hizmet için yarattı İnsanı da kendisine kulluk etsin diye yarattı.(Allah’I tanısın O’na ibadet etsin diye yarattı)
 
Efkan Vural

  (Devam edecek)
 
 
 

26 Temmuz 2015 Pazar

Müslüman Terörist Olamaz

Müslüman Terörist Olamaz

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
24 Temmuz 2015, 01:49

 
İlahi mesajdan uzaklaşan insanlık, Allah’ın insana verdiği değeri unutmuş, insanın hayatına hiç yoktan sebeplerle son vermeyi bir fazilet gibi kabul ediyordu. Namus sebebiyle, şeref kaygısıyla, kabile taassubuyla, menfaat bahanesiyle öldürülen canların haddi hesabı yoktu. Asırlar süren cahiliye karanlığı, İslam nuruyla aydınlandığında, birçok yanlış anlayış da yavaş yavaş düzelmeye başladı.

İslam, insana gerçek değerini vermiş ve temel olarak korunması gereken din, mal, namus ve aklın yanında canı da saymıştır. İnsan, Allah katında çok değerli bir varlıktır. Kâinat, insan için yaratılmıştır. Zira kâinatta Allah’ı en iyi idrak edebilecek varlık insandır. Allah’a yakın olmada melekleri bile geride bırakabilecek varlık yine insanoğludur. İşte bu özelliğinden dolayıdır ki dinimiz bize, insanın dirisine saygı duymamız gerektiği gibi ölüsüne bile saygı göstermemiz gerektiğini söyler. Ruhu çıkmış cansız bir beden bile bir törenle, yeniden dirilmek üzere toprağa emanet edilir.
 
İnsana gösterilen bu önemi anlayan birinin, onun canına kıyması imkânsızdır. Mü’min olsun kâfir olsun; suçlu olsun suçsuz olsun, bir kimse, başka bir kimsenin canına kıyamaz. Eğer kıyarsa, Mâide suresi 32. ayette geçtiği üzere bütün insanları öldürmüş gibi bir günahı yüklenmiş olur. Eğer birine bir ceza verilecekse bunu fertler değil idari otoriteler, belli kurallar çerçevesinde ve adaletle verir.

İnsanı Yaşatmak Esastır
 
Barış zamanları bir tarafa, savaşta bile İslamiyet bir kural koymuş, savaşa bizzat dahil olmayan kadın, çocuk, yaşlı ve din adamlarının canlarına kıymayı yasaklamıştır. Meşhur hadisedir; Efendimiz, çok sevdiği Usame bin Zeyd’in, savaşın kızıştığı bir esnada – belki de ölüm korkusuyla- şehadet getiren birini öldürmesini şiddetle kınamış ve ‘kalbini yarıp da baktın mı?’ buyurmuştur.
 
Bu açıdan baktığımızda günümüzde bilhassa İslam adına gerçekleştirilen terör hadiselerinin İslam ve Müslümanlıkla uzaktan-yakında ilgisinin olmadığı ortaya çıkar. Bırakın İslamiyeti, başka hiçbir din, mezhep veya anlayış, silahsız insanların, masum ve günahkâr ayrımı yapılmaksızın topluca imha edilmesini tasvip etmez. Bu durum isterse savaş şartları içerisinde olsun böyle bir anlayışı İslam asla benimsemez. Bu tür terör hadiseleri, nihayetinde dinimize büyük zarar vermekte, İslamiyetin adını terörle yan yana getirerek, gelecekte iman etmeleri muhtemel inanmayanların imanlarına da şimdiden set çekmektedir.

Kur’an’ın fesahat ve belagatıyla Arabistan’ı sarstığını. Mesela bir edibin Yusuf suresi 80. ayetini işittiğinde; “Şahadet ederim ki hiçbir kimse buna benzer söz söyleyemez” dediğini…
 
Efendimizin (sav) Hz. Hatice’ye; “Ya Hatice! Bu dünyada dört şeyden hiç hoşlanmam ve Allah’a sığınırım; ‘korkaklık, cimrilik, tembellik, bir de pislik” buyurduğunu…
 
Ali Himmet Berki’nin (Hz. Muhammed ve Hayatı) dediğine göre 628 yılında Efendimizin ashabından birinin Çin imparatoru Taî Dsung’a hediyeler götürdüğünü ve ondan Çin’de İslamiyet’i neşretmek için izin aldığını…
 
Hudeybiye sulhundan bir sene sonra yapılan Kaza umresinin Mekkelileri çok yumuşattığını. Hatta İkrime bin Ebu Cehil’in Ebu Süfyan’a; “Vallahi ben, sene geçmeden bütün Mekke halkının Muhammed’e tabi olmasından endişe etmeye başladım” dediğini…
 
Mekke fethedildiğinde Resulullah’ın (aleyhissalatu vesselam) Kâbe’nin içerisine girdiğini. Burada Hz. İbrahim’in, elinde fal okları ile tasvir edildiği resmi gördüğünde; “İbrahim böyle bir şey yapmadı. O Müslüman’dı, tevhid dininin hadimi idi” buyurduğunu, Meleklerin güzel kadınlar şeklinde yapılmış resimleri için de “Meleklerde erkeklik ve dişilik yoktur” diye ferman ettiğini ve bu resimlerin üzerlerinin kapattırıldığını…
 
Mekkelilerin meşhur putu Hubel’in parçalanıp çöpe atıldığı gün Zübeyir bin Avvam’ın, Ebu Süfyan’a; “Uhud’da övündüğün Hubel’i görüyor musun?” dediğinde onun; “Artık kınamayı bırak. Görüyorum ki Muhammed’in Allah’ından başka tanrı olsaydı işler başka türlü giderdi” dediğini…biliyor muydunuz?

İnsan, Sevdiğine Verdiği Şeyi Sayar mı Hiç?
 
Bir gün yaşlıca bir derviş, kucak dolusu elma taşıyan bir genç kıza rastlar. Sıcakta, yorgunluktan zor yürüyen kıza “Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?” diye sorar derviş.
 
Uzak bir tarlayı işaret eden kız “Sevdiğim çalışıyor orada. Ona elma götürüyorum” der. Allah sorduracak ya, derviş “Kaç tane” diye soruverir. Kız şaşkın: “İnsan, sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?” Bu cevabı duyan dervişin zihninde birden şimşekler çakar ve zikrini saydığı elindeki tespihi usulca yere bırakıverir.
 
 
 
 

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Benim yegâne vazifem…

Hekimoğlu İsmail - Benim yegâne vazifem…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Benim yegâne vazifem…


Allah, yarattığı her şeyin vazifesini de tayin etmiş; bitkileri yaratan, onlara tozlaşmayı emreden Allah, rüzgârları vazifelendirmiş. Yediğimiz her gıda topraktan yaratılmış ve ölü. Bu gıdalardan organlarımız yaratılmış, her organın vazifesi ayrı. Mesela beyin atlasına baktığımızda, görme, işitme, okuma, hafıza, zeka... Her bölgenin yapısı birbirinin aynı... Her bölgenin vazifesi ayrı ayrı...

İnsanı yaratan, ona din gönderen Allah, dinini yaşamak ve onu insanlığa anlatmakla görevli peygamberler göndermiş ki Kur'an, beşer planında yaşansın, İslamiyet anlaşılsın. Çünkü insanın en mühim vazifesi Kur'an'ı okumak, anlamak ve yaşamak.

Her şey bir nizam içindedir. Allah bazı kullarına bir kısım kabiliyetler vermiş ve buna bağlı olarak da İslam'a hizmetle vazifelendirmiş; peygamberler gitti sahabe geldi, sahabe gitti alimler geldi; işte böylece ilim adamlarıyla beraber Allah, dinini kıyamete kadar devam ettirecektir.

Zaten her İslâm âliminin vazifesi, İslâmiyet'le Müslüman'ın irtibatını ahenkli bir şekilde sağlamaktır. Meyve ile dal arasındaki irtibat gibi. Allah'ın insanlar için yarattığı vitamin ve mineraller nasıl ki şifa kaynağıdır; aynen öyle de vazifeli insanlar, Kur'an deryasından zemzem akıtan çeşmelere benzerler; sanki manevi birer eczanedirler.

Osmanlı'dan kalan eski bir binanın taşları arasında bitkilerin büyüdüğünü gördüm. Bu bitkiler, şartların olumsuzluğuna bakmadan ‘Benim vazifem kök salmak ve büyümektir. Gerisi ne olursa olsun.' demişler. İşte dava adamları böyledir. Bu mübarek insanlarda vehbî ilim vardır. Beyinleri yaratan Allah, onlara ilim vermiştir. Bu tür insanlar yeryüzü hastanesine baştabip olarak çıkarlar, hastalığı teşhis ederler, eserleri, sözleri, yaşayışları birer reçete gibidir. Bu sebepten İslam'a hizmetle vazifeli olanların hizmetleri durdurulamaz. Onlar mağlup olmazlar. Vazifeyi veren Allah, memurunu her şartta korur. Onlara yollar açılır, insanlara tesir ederler, öldürülemezler.

En çok kar dağların başına yağar. Aynen öyle de vazifeli insanlar en zor şartlarda yaşarlar. Gerçi o zorluk bize göre zorluktur. Onlara göre zevktir, şereftir. İmkânsızlıklar içinde de olsalar hizmetlerine ihlasla devam ederler. Nasıl ki mıknatıs demir tozlarını toplarsa, İslam'a hizmetle vazifeli olanlar da etrafına insanları öyle toplar. Mesela peygamberlerin hepsi çok büyük dertler çekmiştir, ağır musibetlerle dostluk imtihanından geçmişlerdir. Âlimler de öyle. Çileleri çok fazla olmuştur. Hiçbiri şikâyet etmemiştir, Allah'ın kendilerine verdiği vazifeyi ihmal etmemişlerdir. İşte gerçek imanın tezahürü budur.

Kur'an'ın toplatıldığı, Arapçanın yasak edildiği, modernizm felsefesinin hayata geçirildiği, Kur'an basmanın, satmanın, okumanın yasak olduğu devirlerde İslam'dan uzak bir nesil yetiştirmek için çalışanlara inat, Süleyman Efendi, Kur'an kursları açtı; dünyanın her tarafında Kur'an okuyan, öğreten insanlar yetişti. Aynı şekilde Said Nursi de dünyanın dört bucağında dershaneler açtı. Üstat, 80 yaşındayken, dağın tepesinde ağacın üstüne çıkmış, oturmuş, Risale-i Nurları okuyor, tashih ediyordu. Yani “İhtiyarladım, çalışamam.” demedi!

Ömer Nasuhi Bilmen hastalanmıştı, onu ziyarete gittim. Yere serili bir yatağın üzerinde yorganı sırtına almış oturuyor... “Nasılsınız?” diye sordum. Buyurdu ki, “Şu tefsiri bitirip ölmeyi diliyorum Allah'tan...” Gerçekten Allah onun duasını kabul etti. On ciltlik tefsirini tamamladı ve vefat etti. Görülüyor ki her insanın yapısı birbirinin aynı amma kabiliyetleri ölçüsünde vazifeleri ayrı ayrı.

Vazifeli insanlar, Allah'ın hâkimiyetinden bir saniye bile gaflete düşmeyen insanlardır…

Bediüzzaman, vazifeli olduğunu biliyordu, Üstad'ın bu konudaki kesin sözünü yazdım, odamın kapısına yapıştırdım, her gün okuyorum: “Benim yegâne vazifem, tahkiki imanı temin etmektir. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum!”
 
 
 

24 Temmuz 2015 Cuma

Allah tövbe edenleri sever

Allah tövbe edenleri sever

 
Cemil Tokpınar - [İslami Hayat]

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
24 Temmuz 2015, 01:44


 
 
Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Adalet güzeldir, fakat idarecilerde olursa daha güzeldir. Cömertlik güzeldir, fakat zenginlerde olursa daha güzeldir. Dinde titiz olmak güzeldir, fakat âlimlerde olursa daha güzeldir. Sabır güzeldir, fakat fakirlerde olursa daha güzeldir. Tövbe güzeldir, fakat gençlerde olursa daha güzeldir. Hayâ güzeldir, fakat kadınlarda olursa daha güzeldir." (Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs)

Görüldüğü gibi, burada sayılan güzel huylara en çok kim muhtaç ise onda daha güzel olacağı belirtilmiştir. İdareci, başkaları hakkında çok hüküm verdiğinden, adalete herkesten daha muhtaçtır. Cömertlik zenginlerde daha güzeldir, çünkü bu huyunun gereğini yapacak imkânı vardır. Herkes dinde titiz olmalıdır. Ancak âlimler, başkalarına yol gösterdikleri ve örnek oldukları için daha fazla hassas olmalıdır. Sabır herkes için lazımdır. Fakat fakirlik çeken birisinin günaha girmemesi için daha sabırlı olması gerekir. Tövbe herkese lazımdır, fakat günaha girmeye en eğilimli olan gençlerde daha güzeldir. Utanma duygusu güzeldir, ancak kadınlarda olursa, güzelliklerini başkalarına göstermezler ve günahtan çekinirler.

Burada, gençlerle ilgili tövbe konusuna biraz daha ağırlık verelim.

Her sözünde bir nur ve ümit bulunan Efendimizin (a.s.m.) bu hadisinde de, gençler için mühim bir uyarı ve müjde vardır.

Tövbe, kişinin yaptığı günahtan dolayı pişman olmasıdır. Rabbimiz mealen, "Ey iman edenler! Allah'a tam bir ihlasla tövbe edin. Umulur ki Allah günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar" (Tahrim: 8) buyurmuştur.

Tövbe, "pişmanlık" olduğu için bizzat günah işleyen kişi tarafından yapılmalıdır. Kişi, bir başkası için tövbe edemez. Ama, istiğfar edebilir. Çünkü istiğfar Allah'tan bağışlanma istemektir ki, bir başkası için bunu isteyebiliriz.

Bağışlanma istemek için önce tövbe edilmelidir. Kişi işlediği günahtan pişman olmalıdır ki, onun bağışlanması için Allah'a yalvarabilsin.

Tövbe etmeyi teşvik eden pek çok hadis vardır. Nitekim, "Günahtan tövbe eden hiç günahı olmayan gibidir" (İbn-i Mâce, Zühd:30) mealindeki hadis, günahkârlar için önemli bir müjde verirken, şu hadis meali de, Rabbimizin tövbe eden kullarından memnun olduğunu belirtir: "Allah birinizin tövbe etmesine, o kimsenin kayıp hayvanını bulunca duyduğu sevinçten muhakkak daha çok sevinir." (İbn-i Mace, Zühd: 30)

Rabbimizin bir ismi de, "Tevvâb"dır. Yani O, tövbeleri çok kabul edendir. O kadar ki, Peygamberimiz, insanlar hiç günah işlemese dahi Rabbimizin yeni insanlar yaratıp, onlara günah işleteceğini ve tövbe ettirip bağışlayacağını söylemiştir.  Çünkü, günahkârların ve tövbe edenlerin bulunması, Allah'ın Tevvâb isminin gereğidir. Kur'an'da, "Allah çok tövbe edenleri sever" mealinde buyurulması da, tövbenin, Allah'ın sevgisine sebep olacağını ortaya koymaktadır.

Allah, "Rahmetim gazabımı geçmiştir" (Müslim, Tövbe: 4) buyurduğuna göre, O’nun rahmetini celbetmek için bol bol tövbe etmemiz, af dilememiz gerekir. Peygamberimiz bile, günahsız olduğu halde, tövbe ve istiğfarın güzelliğinden dolayı, "Ben günde 70 kez tövbe ve istiğfar ederim" buyurmuştur.

Peygamberimiz (a.s.m.) Ebû Zerr'e (r.a.) şöyle buyurdu: Nerede olursan ol, Allah'tan kork ve kötülüğün peşinden hemen iyiliği yetiştir ki, onu silip yok etsin. Ayrıca insanlarla da güzel geçin." (Tirmizi, Birr: 55)

Demek ki, günahtan sonra tövbeyle birlikte hemen bir iyilik yapmak gerekir. Böylece o günah yok olur.

Bu kadar güzel olan tövbe, niçin gençlerde daha güzeldir?
Önce konuyu açıklayan iki ayet meali verelim:

"Allah katında makbul olan tövbe, o kimsenin tövbesidir ki, onlar cahillik edip kötülük işlerler de, çok geçmeden pişman olup tövbe ederler. İşte onların tövbesini Allah kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her işi hikmetle yapar. Yoksa Allah katında makbul olan tövbe, ömürleri boyunca günahları işleyip de, nihayet her birine ölüm gelip çattığında 'Ben şimdi tövbe ettim' diyenlerin tövbesi değildir. Öyleleri için biz acı bir azap hazırladık." (Nisâ:17-18)

Görüldüğü gibi, asıl tövbe, günah denizine dalmadan, henüz ömrün baharında yapılan tövbedir. Çünkü, genç iken duygular, kabiliyetler daha temiz ve nezihtir. Genç iken tövbe eden, ömrünü güzel amellerle geçirir. Tabii, her şeye rağmen kaç yaşında olursa olsun tövbe etmek, mutlaka güzeldir ve yapılmalıdır.

Yukarıdaki ayet ve hadisler, "Henüz gençsin. Ye iç, gül eğlen, yaşamaya bak. Bırak namazı niyazı, ihtiyarlayınca kılarsın" gibi sözlerin ne kadar anlamsız ve ahmakça olduğunu açıklamaktadır.

"Allah tövbe eden genci sever" (Câmiüssağîr: 1866) hadisi de bizi tövbe etmeye sevk etmelidir. Allah'ın bizi sevmesinden daha büyük bir nimet olamaz. Buna rağmen, eğer çok fazla günah işlemişsek veya ancak yaşlanınca şuurlanmışsak, yine ümitsiz olmamalıyız. Rabbimizin rahmeti geniştir. Bol bol tövbe ve istiğfar etmeli, hayır hasenatta bulunmalıyız. Allah, gençlerimizi, henüz genç iken tövbe eden kullarından eylesin. Yaşlı kardeşlerimize de geçmişin eksik ve hatalarını telâfi edecek salih ameller nasip etsin.

Tövbenin güzelliği

 Rabbimiz, kendisinden asla ümit kesilmemesini emrederek, şöyle buyurur:

“Ey günah işleyerek nefislerine zarar vermede haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah dilerse bütün günahları bağışlar. Çünkü O çok affedici ve çok merhametlidir.” (Zümer suresi, 39:53)

Üstelik şu hadisten anlıyoruz ki, Cenab-ı Hak tövbe eden kulundan dolayı Zatına mahsus mukaddes bir sevinç duyar:

“Öyle bir kimse ki çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerine de yiyecek ve içeceğini yüklemiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendine şöyle der: ‘Artık ilk bulunduğum yere gideyim de, ölünceye kadar orada uyuyayım.’ Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Bir ara uyanır. Bakar ki devesi yanı başında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devesinin üzerindedir. İşte Allah mümin kulunun tövbe ve istiğfarı ile böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden daha fazla sevinç ve lezzet alır.” (Müslim, Tövbe: 3)

Elbette ki, insanın günah işlemeye eğilimli yaratılması ve Rabbimizin affının genişliği, insanları günaha karşı umursamaz yapmamalıdır. Çünkü henüz günah işlemeden, bunları düşünüp günaha girilmez. Zira nereden biliyoruz ki, günahtan sonra tevbe ve istiğfara vakit bulacağız? Acaba tövbemiz kabul edilip affedilecek miyiz? Öyle bir imtihana muhatabız ki, gerçek sonuçlar ancak ahirette belli olacak. Bunun için salih kimseler zerre kadar bile olsa günaha girmemek için çırpınmışlardır.

Önemli bir husus da şudur: İyi ve faziletli bir mümin, günahlarını büyük, sevaplarını küçük görür. Çünkü asıl mesele, günah işlememek için olağanüstü bir gayret sarf etmektir; buna rağmen günaha düşülürse, hemen tövbe ve istiğfarla Allah’a sığınmaktır.
 
 
 
 

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Tatilde hayırlı insan-hayırlı hane fırsatı

Ahmed Şahin - Tatilde hayırlı insan-hayırlı hane fırsatı


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Tatilde hayırlı insan-hayırlı hane fırsatı


Yazımıza başlık olarak aldığımız bu konuyu, Kur'an öğrenip öğretmeye en müsait olan şu tatil devresinde size de sormayı düşünüyorum. Ne dersiniz sorayım mı? Sor, diyorsanız önce ‘hayırlı insan'ı, sonra da ‘hayırlı hane'yi sorayım izin verirseniz.

Söyler misiniz: “Hayırlı insan kimdir, hayırlı hane nasıl olur?”

-Kime göre hayırlı insan? diyorsanız hemen onu da arz edeyim.

-Hem Allah'a hem de Resulüllah'a göre hayırlı insanı ve hayırlı haneyi soruyorum!

Siz güzel ahlaklı amel sahibi kimseleri hayırlı insan ve evlerini de hayırlı hane sayabilirsiniz.

Bu doğru da olabilir. Ama benim dikkate vermek istediğim hayırlı insan ve hayırlı hane bunlar değildir.

Ben, Efendimiz'in (sas) tarifini yaptığı hayırlı insan ve hayırlı haneye dikkatinizi çekmek istiyorum. Hadiste tek cümle içinde hayırlı insan nasıl tarif ediliyor bakın:

-Hayırlı insan, Kur'an'ı öğrenen ve öğreten insandır!

Evet, tartışılmayan bir hayırlı insan tarifidir bu. Kur'an'ı önce öğrenen sonra da isteyene öğreten insan. Bu tarife göre hayırlı insan olmak hiç de zor değildir. Hiçbir maliyeti yoktur çünkü. Sadece gönülde duyulacak aşk ve şevke ihtiyaç vardır. Hepsi o kadar. Yaşadığımız bu tatil devresi ise, bu aşkı şevki duymak için bulunmaz bir fırsat. Hemen herkesin üstesinden geleceği hayırlı bir iştir bu. Yeter ki bu iradeyi göstersin, şimdiye kadar ihmal ettiği Kur'an'ı okumayı öğrensin, öğretsin.

Bu takdirde ne olur biliyor musunuz? Bakın ne olur.

-Siz hayırlı insan olduğunuz gibi, içinde Kur'an okuduğunuz evinizi de hayırlı hane haline getirmiş olursunuz. İsterseniz hadislerden hayırlı hane tarifini de okuyalım. Bakalım evlerimiz nasıl hayırlı hane haline gelirmiş görelim. Efendimiz (sas) Hazretleri hayırlı haneyi de şöyle tarif buyuruyor:

-Hayırlı hane, içinde Kur'an okunan hanedir! Melekler, içinde Kur'an okunan bu haneye hayırlı misafirler olarak semadan üşüşürler, şeytanlar da o haneden şerli işgalciler olarak kaçışırlar!

Evet, içinde Kur'an okunan haneye melekler üşüşürler, şeytanlar da kaçışırlar. Çünkü, meleklerin üşüştüğü evde hep hayır olur, bereket olur, huzur olur. Şeytanın barınacağı mekan olmaktan çıkar artık orası.

Hatta böyle hayırlı hanede Kur'an'ı yanlışsız okuyanlarla yanlışlı okuyanlar da birlikte bulunabilirler. Yanlışsız okuyanlara her harf başına onar sevap verilirken, yanlışsız okumak için emek verip öğrenmeye çalışanlara daha fazla sevap verilir. Yanlışsız okumak için verdikleri emek, çektikleri zahmet, sevabın artmasına sebep olur. Kur'an'ı yanlışsız okumak için çaba gösterenlere verilen bu sevap fazlalığı öğrencilerin şevkini artırmalıdır!

Siyerde Kur'an okunan eve meleklerin semadan üşüştüklerine dair ibretli olaylar nakledilmektedir. Bunlardan birini kısaltarak arz edeyim izin verirseniz.

Büyük sahabi Üseyd bin Hudayr, Medine'deki evinde gece Kur'an okumaya başlar. Bu sırada avluda bağlı duran atın bir şeyler görmüş de ürkmüş gibi kişnemeye başladığını duyar. Üseyd ‘Bu at ne görüyor ki, ürküp kişniyor?' diye okumayı keserek dışarı çıkıp da baktığında, evin avlusunda kanatlarını kısmış sakince dinleyen ışıktan kuşların birden göklere yukarı çırpınarak uçuşup gözlerden kaybolduğunu görür. Sabah erkenden mescide giderek gördüklerini Efendimiz (sas) Hazretleri'ne aynen anlatır. Bakın Efendimiz (sas) Hazretleri ne buyurur:

-Biliyor musun o göklere doğru uçuşup giden nurdan varlıkların neler olduğunu? Onlar evinde okuduğun Kur'an'ı dinlemek için semadan inen meleklerdi. İçinde Kur'an okunan eve melekler dinleyici olarak inerler. Eğer okumayı bırakmayıp da sabaha kadar sürdürseydin, onlar da sabaha kadar seni dinlemeye devam ederlerdi.

İşte bu olaydan da anlıyoruz ki, Kur'an okuyan insan hayırlı insan, Kur'an okunan hanede hayırlı hane olma vasfını kazanır. Çünkü melekler hem hayırlı insana hem de hayırlı haneye gelirler.

-Ne dersiniz, hissemiz ne kadardır bu hayırlı insan ve hayırlı hane tarifinden? Kur'an okuma azim ve gayretimizle kendimizi hayırlı insan haline getiriyor, evimizi de meleklerin Kur'an dinlemek üzere gelecekleri hayırlı hane durumuna kavuşturuyor muyuz? Bir düşünsek mi?
 
 
 

21 Temmuz 2015 Salı

Ahmed Şahin - Siz de tatili böyle mi anlıyorsunuz?

Ahmed Şahin - Siz de tatili böyle mi anlıyorsunuz?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Siz de tatili böyle mi anlıyorsunuz?

   
Sizin tatil anlayışınız da, ‘hoşça fakat boşça' vakit geçirmek ise, bir düşünmek gerekiyor bu tatil anlayışımızı. Çünkü tatilde israf edip hoşça diyerek boşça geçirdiğimiz ‘vaktimiz, cebimizdeki nakdimizden' de kıymetlidir. Ha alın teriyle kazandığın nakdini boşa harcamışsın, ha vaktini! Hatta, vaktin nakitten de kıymetli olduğunu söyleyen alimler demişler ki: “Vakitle nakdi kazanabilirsiniz, ama nakitle boşa harcadığınız vaktinizi kazanamazsınız. Mesela para vererek dünkü harcadığınız vaktinizi bugün geri getiremezsiniz. Ama bugün çalışarak harcadığınız dünkü nakdinizi kazanabilir geri getirebilirsiniz.

Öyle ise nakitten de kıymetli olan vaktinizi tatillerde boşa harcamaktan kaçının, tıpkı paranızı da boşa harcamaktan kaçındığınız gibi.

Basra'nın sahabe ile sohbet eden büyük velisi Hasan Basri Hazretleri der ki: “Ben sahabeden öyle zatlara eriştim ki, onlar sizin paranızı boşa harcamaktan çekindiğiniz gibi vakitlerini boşa harcamaktan çekiniyorlar, hatta dakikalarının dahi boşa geçmesini istemiyorlardı!”

İmam-ı Şafii Hazretleri de tatili, meşguliyet değiştirme şeklinde yorumlayarak diyor ki:

-Tatil meşgul olduğun işi bırakıp yeni bir işle meşgul olmak, yani usandığın bir işten uzaklaşıp usanmadığın yeni bir işe başlamak demektir.

İmama göre, tatili fırsat bilip vakti yeni meşguliyetlerle değerlendirmeli, en azından kalbî, ruhî, fikrî mânâda kazançlar sağlamaya yönelik kitaplar okumalı, tefekkürde bulunmalı, böylece nakitten de kıymetli olan vakit asla israf edilmemeli, yeni meşguliyetlerle değerlendirilmelidir.

Selef alimlerinden Abdullah bin Âmir'e gelen bir ziyaretçi: ‘Efendi otur da şurada seninle biraz sohbet edelim.' demişti de şu karşılığı almıştı: “Tut Güneş'i gitmesin, seninle oturup vakit öldürelim.”

Adam şaşırmış: ‘Ne demek bu?' deyince Âmir:

–Çünkü demişti, güneş durmuyor gidiyor, böylece vakit harcanıyor; ya vakti durdur seninle muhabbet edelim ya da geriye çekil, akıp giden vakti değerlendirelim. Nakitten de değerli olan vakti boşa harcama vebaline girmeyelim.

Geçmiş ilim adamlarının vakit değerlendirme konusundaki titizlikleri çok farklıdır. Basralı Halil bin Ahmed'in vakit harcama konusundaki bir sözü kitaplara şöyle geçmiştir:

–Ah şu yemek saatleri. Bana en ağır gelen saat yemek saatidir. Çünkü onda mideden başka bir şeyle meşgul olamıyor insan.

Hayatı boyunca hiçbir vaktini boşa geçirmemiş olan İmam-ı Ebu Yusuf Hazretleri, vefatı anında bir ara bayılarak gözlerini yummuştu. Neden sonra gözlerini açtı, başında durana hemen bir ilmî mesele sordu. O da, ‘Şimdi mesele halletmenin zamanı değil. Biraz istirahat eyle.' deyince şöyle cevap verdi:

–Keşke ilimle meşgulken gelse bana gelecek olan. Ben de öylesine değerli bir meşguliyet içinde iken gitsem öbür tarafa! Ne büyük şeref olur benim için ilimle meşgulken gitmek.

Vakti en iyi değerlendirenlerden biri de Hammad bin Seleme idi. Ya namaz kılar, ya halka hadis rivayet eder ya da öğrencilerine ders verir, gençlerle meşgul olurdu. Yani boş vakti hiç yoktu onun. Nitekim vefatı da namaz kılarken vaki olmuş, secdede iken ruhunu Rahman'a teslim etmiştir.

Anlaşılan, bizim kıymetini pek takdir etmeden kolayca harcadığımız değerimiz, maalesef vakitlerimizdir. Hem de etek dolusu nakit harcasak da geri getiremeyeceğimiz vakitlerimiz. Onun için Efendimiz (sas) şöyle ikaz etmiştir insanları:

–İki nimet vardır ki insanlar kıymetini bilmiyorlar. Biri sıhhatleri, diğeri de boş vakitleri!

Evet hem sıhhatin hem de boş vaktin kıymetini tam olarak bildiğimiz söylenemez.

Bu konuda halk arasında vaktin değerini ifade etmek için söylenen bir misalle bağlayalım bahsimizi isterseniz.

Rivayete göre Efendimiz (sas) yolda giderken kenarda bomboş oturan bir adam görmüş fakat selam vermeden geçip gitmiş. Sonra dönüşte aynı adama bu defa selam verip geçmiş. Bunun sebebini soranlara şöyle açıklamada bulunmuş:

–Geçerken bomboş duruyor, vaktini değerlendirmiyordu. O yüzden boş durduğu için selam vermeden geçtim. Dönüşte ise hiç olmazsa eline bir çöp almış toprağı karıştırıyor, bir şeyle meşgul oluyor, vaktini değerlendiriyordu. O yüzden selam verdim.

-Fatebiru ya ülil ebsar! Düşünün ey basiret sahibi tatilciler!
 
 
 

19 Temmuz 2015 Pazar

Bayramlarda Zikir ve Şükür

Bayramlarda Zikir ve Şükür

 
Bayramlarda Zikir ve Şükür

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
17 Temmuz 2015, 08:43

Bayramlar, Allah’ın lütuf ve ihsanlarının, kulları üzerine sağanak sağanak boşaldığı önemli zaman dilimidir. Bu ilahî lütuf ve hediyeler karşısında yapılması gereken ise şükür ve hamd duygularıyla dolup dolup boşalmaktır.
 
Yoksa bayram günlerini, sadece eğlenilen, hoplanıp-zıplanılan günler olarak telakki etmek doğru değildir. Evet, bayram günleri, Cenâb-ı Hakk’ın, insanları affetme adına onlara lütfettiği özel günlerdir. O halde insanın, elden geldiğince bu kutlu zaman dilimlerini kalp ve his uyanıklığı içinde, manevi derinlik ve enginlikle yaşayarak geçirmesi gerekir.
 
Bediüzzaman da bir yerde bu hususa şu ifadeleriyle dikkat çekmiştir: “Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru yollara sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok büyük teşvik vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürûr nimetlerini şükre çevirip, o nimeti devam ettirsin, artırsın. Çünkü şükür, nimeti artırır, gaflet ise kaçırır.”
Aslında ne Efendimiz döneminde ne de ondan sonraki nurlu asırlarda bu mübarek bayram günleriyle alâkalı günümüzdekine benzer faaliyet ve aktivitelerde bulunulmamıştır. Yani İslam’ın ilk asırlarında bayram günlerinde seyahatler tertip etme, şölenler yapma, maytaplar altında günü geçirme, ev ev dolaşıp el öpme, çocuklar için arafalık toplama gibi bir kısım uygulamalara rastlamıyoruz. Fakat Türkler İslam’a girerken kendilerine ait âdetlerini dinin esaslarıyla test etmiş ve sonra bazı âdetleriyle beraber Müslüman olmuşlardır. İşte milletimiz, bayramlarda el öpme, akrabaları ziyaret etme, insanları neşe ve tebessümle karşılama gibi bir kısım âdetlerin devam etmesinde dinimiz açısından bir mahzur görmemiş ve böylece bunlar, gelenek ve âdet şeklinde dünden bugüne devam edegelmiştir.

Duanın Kabul Olması İçin 

 
Dönemin Horasan emiri Yakub b. Leys bir gün rahatsızlanır. Tabipler, hastalığını tedavi etmekten aciz kalırlar. Kendisine: "Burada Sehl bin Abdullah adında, Allah’ın sevgili bir kulu vardır. Bu zat size dua ederse inşallah faydasını görürsünüz” derler. Bunun üzerine emir: "Onu mutlaka getirmem lâzım" der. Yanına geldiği vakit emir:
 
“Beni bu hastalıktan kurtarması için Allah’a dua eder misin?" der. Sehl b. Abdullah ise: "Ben, senin için nasıl dua edeyim ki, sen halka zulümle hükmediyorsun" der. Yakub bin Leys bunun üzerine, o güne kadar yaptıklarından dolayı Allah’a tevbe eder ve zulümle hükmetmekten vazgeçer. Halkına güzel ve adaletle muamele etmeye başlar.
 
Bunun üzerine Sehl, emirin iyileşmesi için Allah’a şu duada bulunur: “Ey Allah’ım! Ona maişetin zilletini gösterdiğin gibi itaatin de izzetini göster. Ona şifalar ihsan et, hastalığından onu kurtar." Sehl bu duayı yaptıktan sonra Yakub bin Leys sanki ipten çözülmüş gibi o anda iyileşip yerinden kalkar. Emir, Sehl bin Abdullah’a birçok mal teklif ederse de o, bunları almaktan kaçınır ve memleketine geri döner.

Bayramları Nasıl Değerlendirebiliriz? 

 
Bayramlarda, Efendimiz döneminde ve daha sonraki asırlarda günümüzdeki gibi aktivitelerin yapılmaması, fıkıh kitaplarında bunların yer almaması bizim, kalplerin yumuşadığı bu mübarek zaman dilimlerini vesile kabul ederek ve önemli bir fırsat aralığı görerek hayırlı bir kısım faaliyetler yapmamıza mani değildir. 
 
Nitekim kandil gecelerinin mübarekliği bir yana, İslam’ın ilk asırlarında bu gün ve geceleri değerlendirme adına günümüzdekine benzer aktiviteler yapılmamıştır. Sırf bu gecelere mahsus belirlenmiş bir kısım ibadetlerden bahsetmek de zordur. Bununla birlikte bu gün ve gecelerde çokça namaz kılınması, Kur’an okunması, tesbih çekilmesi, dua edilmesi gibi ibadet ü taat adına bazı şeyleri tavsiye etmede de hiçbir mahzur yoktur. 
 
Bayram günleri, yapılan amellerin katbekat karşılığının verildiği mübarek ve feyizli bir zaman dilimi olduğundan, onun bu fevkalade bereketinden istifade için her anının sevgi, dostluk, kardeşlik ve hayır-hasenat adına dolu dolu geçirilmesi gerekir. Mesela küskünlükler giderilebilir, insanlar arasında kaynaşma sağlayacak faaliyetlerde bulunulabilir, gerçekleştirilen ziyaretlerle büyüklerin gönülleri alınabilir, iltifat ve hediyelerle küçükler sevindirilebilir. 
 
 
 

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Gönlümde bir bayram var…

Hekimoğlu İsmail - Gönlümde bir bayram var…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Gönlümde bir bayram var…


Sevinmek, insanların hakkıdır. Hep beraber sevinmenin tadı da bir başkadır. İşte bayramlar, insanları kaynaştırıp bir araya getiren güzel vesilelerden biridir.

30 gün aç, susuz kalarak “nefis” denilen şehvete, hırsa, kine, haram zevklere itaat etmeyip, Allah'a itaat etmenin bayramını yapıyoruz. Elhamdülillah, Müslüman'ız; Müslüman olmanın bayramını yapıyoruz; küfrün, dalaletin liderlerine tabi olmayıp, ‘Ölmeden evvel ölünüz' sırrınca günah âleminde ölüp sevap dünyasında dirilmenin bayramını yapıyoruz.

İbadetlerin bir “zâhir”i, yani dış görünüşü, merasim yönü bir de “bâtın”ı, yani içyüzü, mazrufu, özü, mânâsı vardır. Bayramın zahiri barışmak, hediyeleşmek, sevinmektir; o gün farklı şeyler yemek, farklı kıyafetler giyinmek, bayramlaşmak zahiri yöndür. Batını yöne gelince; “Allah'ım, emrine uyduk, becerebildiğimiz kadarıyla ibadet ettik, oruç tuttuk, namaz kıldık, zekât verdik. Herhalde bunların mükâfatı olarak sen de bize bayramı verdin. Çok şükür.” demektir.

Çocukken bayram günü babam beni sabahın erken saatinde “Bugün bayram.” diye kaldırırdı. Bayramlık elbisemizi giyer, babamla beraber erkenden camiye gider, yer bulurduk. Ulu Cami taş duvarlarıyla yüzlerce insanı içinde toplamış; babam sevinçli gözlerle yüzüme bakar; “Oğlum namaz kılıyor.” derdi. Büyükler beni gerideki saflara gönderecekler diye korkardım. Cemaati taklit ederek bayram namazımı kılardım. O zamanlar bayram yemekleri vardı. Bayramda bize harçlık verirlerdi. Zaten yeni elbise alınmışsa, cebine üç beş kuruş konulmuşsa uçar sevincinden çocuk, ne yapacağını bilemez.

İslamiyet'in gayesi dünyayı cennet etmektir; bunun için de insanların birbirine yardımcı olması esastır. Sevinenlerin sayıları arttıkça bayramlar bayram olur. Yani hem biz sevineceğiz, hem başkalarını sevindireceğiz. Bayramı da ibadetleri de külli planda yaşamaya gayret edeceğiz.

Onun için kandiller, bayramlar birer inkılap olmalı. Yani iyiliğe doğru değişim olmalı. Bu değişim olmazsa bayram çocukların bayramı olur o zaman.

Çünkü dindarlık, sadece Ramazan ayına ve muayyen günlere mahsus değildir; hakikî dindarlık ömürlük bir takvâ hayatı sürmektir. Nasıl ki hasta olan şahsa doktor ilaç verir, perhiz verir ve “Perhizine devam edeceksin, ilaçlarını her gün kullanacaksın!” der, bırakmak yok! Çünkü hasta şahıs ilacı almayı bıraksa hastalık tekrar başlayacak. Aynı şekilde Ramazan ayında nefsimizle ettiğimiz mücadeleyi bayramda bırakamayız; ekonomik, tıbbi, ahlaki hastalıklar devam ettikçe Ramazan da devam etmelidir. Yani hastalık devam ettikçe ilacı almak da devam eder; Ramazan'da sigarayı bırakan şahıs, kül tablasını, sigara paketini evden çıkarmamışsa o hastalık da tedavi olmamış demektir; geri gelir.

Hâlbuki oruçlu iken içilmeyen sigara, ömür boyu içilmezse... İnsan giyinirken, beslenirken, gezerken, çalışırken “Yaptığım bu işler İslam'a uygun mu?” deyip, ahirette hesap vermeyi düşünürse... Müslümanlar arasındaki ekonomik beraberliğe önem verilirse, ibadetler küllî planda da yaşanmış olur; Ramazan'daki hayat ömrümüzün her noktasına yayılır. Bayramın ne olduğu ancak böyle anlaşılır.

Aynı sofrada sevinen, aynı kıblede buluşan, aynı Peygamber'de birleşen, aynı kitaba inanan, yeryüzünde kimsenin burnu kanamasın diye çırpınan ecdadın torunlarıyız amma bugün İslam coğrafyasında esir Müslümanlar var; savaşanlar, işkence görenler, açlar, hapishanede yatanlar bayram arıyor…

Hasta, fakir, bayram arıyor…

Boynu bükük yetimler, ağlayan ihtiyarlar, sürünen gençler bayram arıyor...

İşte bu kara günlerin üzerine İslam güneşinin doğması bayram sabahıdır.

Çünkü insan, ağlatmak için değil, gözyaşı silmek için yaratılmıştır; yara açmak için değil, yara sarmak için, düşenin elinden tutmak için yaratılmıştır.

Gerçek bayram, insanın, insan olduğunun farkına varmasıdır…
 
 
 

17 Temmuz 2015 Cuma

Ölüm ve ahiret muhasabesi

Ölüm ve ahiret muhasabesi

 
Ölüm ve ahiret muhasabesi

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
17 Temmuz 2015, 08:36

 Rahmet ve gufran ayı Ramazan ayını bitirdik ve bugün bayram yapıyoruz. Gerçek bayram, hayatımızı Ramazan şuuruyla yaşayıp Cennette ebedî saadete kavuşmaktır. Bu düşünceyle bugün ölüm ve ahiret muhasebesini ele alacağız ki, ömrümüz gaflet içinde geçmesin.
 
Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) ölümü düşünmek ve ahiret muhasebesi yapmakla ilgili bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Gençlerinizin en hayırlısı ihtiyarlarınıza benzeyendir. İhtiyarlarınızın en şerlisi, gençlerinize benzeyendir." (Feyzü'-l Kadîr, 15:776)
 
Elbette buradaki "benzemek"ten kasıt, kılık-kıyâfette birbirlerini taklit etmek veya saçların ağarması, dökülmesi, yüzlerin kırışması değildir. Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîsi izah ederken, şunları söyler:
 
"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."
Gençlerin dünyanın fâniliğini kavrayıp, ebedî hayatları için çalışmalarında, ölümü düşünmelerinin büyük etkisi vardır. Bir gün mutlaka öleceğini düşünüp o şuur ile çalışmayan, kendisine âhireti kazanmak için verilen ömür sermayesini boş yere harcar. Gelip geçici lezzetlere dalar, dünyayı bir oyun ve eğlence alanı zanneder.
 
Peygamberimiz, "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz" (Tirmizi, Zühd: 2), buyurarak, bizleri bu gafletten kurtarmak ister.
 
Nitekim Abdullah ibni Ömer'in (r.a.) anlattığı şu hâdise ne kadar ibretlidir:
 
Ensardan bir adam gelerek, Peygamberimize (a.s.m.) şöyle sordu:
 
"Yâ Resûlâllah, mü'minlerin hangisi daha akıllı, daha şuurludur?"
 
"Ölümü en çok hatırlayanı ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananı. İşte onlar en akıllı, en şuurlu olanlarıdırlar." (İbn-i Mâce, Zühd: 31)
 
Yine Abdullah ibni Ömer (r.a.) şunları anlatır:
Resul-i Ekrem (a.s.m.) vücudumun bir yanından tutarak şöyle buyurdu:
 
"Dünyada sanki bir garîb (gurbette olan yabancı), hattâ yoldan geçen bir yolcu imişsin gibi ol ve kendini kabir halkından (biri) say. "
 
Daha sonra İbni Ömer (r.a.) sözüne şöyle devam etti: Sabaha çıktığın zaman kendine akşamın sözünü etme, akşama çıktığın zaman da kendine sabahın sözünü etme. Hastalığından önce sıhhatinden, ölümünden önce hayatından (istifâde edip tedbir) al. Çünkü sen, ey Abdullah! Yarın adının (mutlu mu, bedbaht mı) ne olacağını bilemezsin. (Tirmizi, Zühd: 25)
 
Gerçekten de, dünya hayatının fâniliğini bundan daha güzel anlatan bir söz olamaz. Çünkü, insanın elinde bulunan "ömür" ve sahip olduğu zaman, sadece bir "an"dır. Hiç kimse, bir sene, bir ay, bir gün, hattâ bir saat sonrasına kadar yaşayacağını garanti edemez. O halde bulunduğu ânı, en güzel bir şekilde değerlendirmeli, Allah'a hakkıyla kul olmalıdır.
Bununla birlikte, dünyanın fâniliğini anlamak ve zevklerini terk etmek demek, kendisini Allah'ın nimetlerinden mahrum etmek değildir.
 
Bu hususu şu hadîs çok güzel ifâde eder: "Dünya zevkinin terki, helâl bir şeyden kendini mahrum etmek veya malı elden çıkarmakla değildir. Fakat dünya sevgisinin terki, elinde bulunanların Allah'ın katında bulunanlardan daha güven verici olmaması ve bir musibete uğradığın zaman o musibet sende bırakılmış olsaydı sevabı için ona daha istekli olmandır." (Tirmizi, Zühd: 29)
 
Gençlerin dünyaya dalmamaları için sadece ölümü düşünmeleri yeterli değildir. Aynı zamanda ölümden sonrasını da tefekkür etmek gerekir. Kabir hayatını, Kıyâmeti, Haşir Meydanını, muhasebe ve muhâkemeyi, Mîzanı, Sıratı ve Cehennemi de iyice düşünmek lâzımdır ki, buraların azabından kurtulmak için Allah'a sığınalım ve zamanımızı Allah'ın istediği tarzda geçirelim.
İnsanın ölümden sonra uğrayacağı ilk durak kabirdir. Peygamberimiz (a.s.m.), "Kabir âhiret menzillerinden bir menzildir. Kişinin buradaki hesabı kolay olursa diğer duraklardaki hesabı da kolay olur, zor olursa diğerleri de zor olur" buyurmuştur.
 
Kabir azabı haktır. Kişi, dünyada yaptığı kötülüklerden dolayı önce kabirde azap görecektir. Hazret-i Osman (r.a.) ağlayarak, Resul-i Ekremin (a.s.m.) şu sözünü aktarırdı: "Kabirden daha korkunç bir manzara görmedim." (Tirmizi, Zühd: 5)
 
Peygamberimiz, kabirleri ziyaret ettiğinde, bura ehlinin vaziyetini görür ve sahabelere haber verirdi. Yukarıdaki hadiste kabrin korkunçluğunu belirttiğine göre, kabir azabına uğramamak için çok çalışmak gerekir.
Kabirden sonraki dehşetli zaman, kıyâmet günüdür. Bu hususta Efendimiz (a.s.m.) şunları söyler:
"Kıyâmet günü olunca güneş, kullara bir mil veya iki mil mesafede oluncaya kadar yaklaştırılacaktır. Güneş onları âdeta eritecek ve amelleri miktarınca ter içinde kalacaklardır. Onlardan kimini topuğuna kadar alacak, kimini diz kapaklarına kadar alacak, kimini beline kadar alacak, kimine de basbayağı gem vuracaktır." (Bu sırada Resulullah ağzını işaretliyordu.) (Tirmizi, Kıyame: 2)
 
İşte böyle dehşetli bir günde kurtuluşun yolu, dünyada iken Allah'ın emirlerine sarılarak yasaklarından kaçınmak, peygamberimizin sünnetini rehber edinmektir. Kişi, dünyada yaptığı her şeyden haşirde hesaba çekilecektir. O kadar ki, Zilzal Sûresinde, zerre kadar yaptığı bir iyiliği veya kötülüğü mutlaka göreceği belirtilir. Kişinin sevapları ve günahları tartılacak, iyilikleri fazlaysa Cennete, kötülükleri fazlaysa Cehenneme gidecektir.

Hesaba çekilmeden önce nefsimizihesaba çekelim
 
İnsan ahiretteki zorlu muhâsebeye uğramadan önce kendini hesaba çekmeli ve şu hadîsden ders almalıdır:
 
Abdullah bin Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
"Vallahi sizden hiç kimse yoktur ki, birinizin gördüğü dolunayla başbaşa kaldığı gibi Rabbiyle başbaşa kalmasın. Sonra Allah ona şöyle buyurur:
 
Ey Ademoğlu, benim hakkımda seni ne aldattı?
Ey Ademoğlu benim için ne amel işledin?
Ey Ademoğlu, Benden ne kadar hayâ ettin?
Ey Ademoğlu, peygamberlere ne cevap verdin?
 
Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayana bakarken Ben gözlerinin üzerinde gözcü değil miydim?
 
Sana helâl olmayan şeyleri dinlerken Ben kulaklarının üzerinde kontrolcü değil miydim? Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayan şeyleri söylerken Ben dilinin üzerinde murakıp değil miydim?
Sen ellerinle helâl olmayan şeyleri tutarken, Ben onların üzerinde gözcü değil miydim?
 
Ayaklarınla sana helâl olmayan şeylere giderken Ben ayaklarının üzerinde gözetleyici değil miydim?
Sana helâl olmayan şeylerle kalben ilgilenip dururken Ben, kalbinin üzerinde murakıp değil miydim?
Yoksa sana olan yakınlığımı ve sana gücümün yettiğini inkâr mı ettin?"
 
Rabbimizin bu hitabı, şu anda bile ürpertmekte, tüylerimizi diken diken etmekte.
 
 
 

16 Temmuz 2015 Perşembe

Hz Aişe r.anh. Validemiz

Hz Aişe  r.anh. Validemiz


    Aişe r.anha. Hz Ebu Bekir Sıddık r.a. kızıdır.
Hicret'ten dokuz sene önce Mekke-i mükerremede doğdu.
Kuvvetli bir zekaya sahipti, Faraiz ilmini bir çok İslami
hükümleri öğrendi. Resulullah’tan 2210 hadisi şerif
rivayet etti ve en çok hadis rivayet eden yedi sahabe arasına
girmişti. 


 Güçlü hafıza ve harika bir muhakeme kabiliyetine
sahip olan Hz. Aişe validemiz, güçlü hafızası sayesinde
Kab bin Malik’in kasideleri, Hassan bin Sabit ve
Abdullah bin Malik’in kasideleri ve manzumeleri tamamen
ezbere bildiği şiirler arasında idi. Ve bu konuda
“Çocuklarınıza şiir ezberletin ki dilleri tatlansın”
diye tavsiyede bulunmuştu.

Bir çok sahabi, Peygamberimizin s.a.v. çeşitli
Meseleler hakkındaki İslam hükümlerini ondan sorarak öğrendi.
Hz. Aişe'nin r.a faziletine delil olarak,
Ebu Musa el-Esari şöyle diyor:
'Biz Resulullah'ın ashabı, bir Hadis-i Şerifte güçlük
çektiğimiz zaman Aişe'den sorardık. Zira Hadis
ilminin kendisinde mevcut olduğunu müşahade ediyorduk.'
Tirmizi. 


 Kadınlarla ilgili bir çok meselenin kaynağını o teşkil etmiştir.
İlmi dirayeti bir çok erkeklerden daha üstündü.
Resulullah efendimiz, Hz. Aişe'yi çok sevdiği için, ona 'Humeyra'
derdi. Peygamberimiz s.a.v.:‘’Dininizin yarısını bu Humeyra
kadından öğreniniz.’’ Buyurdu.
Hz. Aişe Validemiz Peygamber Efendimizle s.a.v
Hicretin ikinci senesi Şevval ayında Resulullah s.a.v 55 yaşında
iken Aişe r.a ile nikahlandı. Hz. Aişe ile evlendiler. 


 Aişe r.anha. şöyle demiştir:
‘’ Ben Rasulullahın şöyle buyurduğunu işittim: Ya! Aişe
Sen bana iki defa rüyada gösterildin. Rüyamda ki adam,
Elinde beyaz bir ipek parçası tutuyor, bu ipek parçası
İçinde seni görüyor ve bana ‘’ İşte bu kadın senin zevcendir’’
Diyordu. Ben onun tuttuğu ipek parçasına baktığımda seni
Görüyor ve ‘’Eğer bu rüya Allah tarafından ise şüphesiz
Bu gerçekleşir’’ diyordum. Buhari, Müslim.

Hz.Aişe r.a
Hz. Hatice r.a den sonra en çok sevdiği hayat arkadaşıydı
Hz.Aişe r.a her bakımdan örnek bir hanım idi.
Vahyin sağanak sağanak boşaldığı Nübuvvet mabedinde
Hz Aişe validemiz, bir mürşide ve bir muallime idi.
Resulullah s.a.v. ile aralarında derin bir sevgi ve saygı
bağı vardı, fevkalade üstündü, hemen bütün İbadet hayatında
bütün yıl fasılalarla oruç tutar, hemen her gece namaza
kalkar, Allah Resuluü ile teheccüd kılardı. Cebrail a.s,
Dihye r.a suretinde geldiğinde Hz. Aişe onu görme
şerefine nail olan tek Peygamber hanımı olmuştur. 


 Hz. Aişe r.a hikmet ve şeriat kaynağı, din konusunda
sonsuz bir derya idi. İlim,fazilet ve takva sahibiydi. Bir diğer
husus da Aişe validemizin Cebrailin a.s kendisine selam ettiği,
Hadis-i Şerifle sabitlenmiştir.
Hz. Aişe r.a şöyle rivayet eder: 'Resulullah s.a.v bana:

'Ey Aişe! .. Cebrail sana selam eder', dedi. Ben de:

Ona da selam olsun, benim görmediğimi o görür, dedim.'
Buhari, Müslim.
Bir defasında Rasulullah Hanımlarından Ümmü Selemeye r.a. şöyle
Buyurdular:
‘’Beni, Aişe hakkında incitmeyiniz! Cebrail bana yalnız
Aişe'nin yanında iken geldi.’’

Ümm-i Seleme de dediğine pişman olup, tevbe ve af diledi.
Resulullah efendimiz bir defasında, kızı Hz. Fâtıma'ya buyurdu ki:

‘’Ey kızım, benim sevdiğimi, sen sevmez misin?
Hz. Fâtıma'nın, “Elbet severim” demesi üzerine, yine buyurdular ki:
- O hâlde, Aişe'yi sev! ’’


Bir diğer rivayette ise:Hz. Aişe Validemiz şöyle buyuruyor:
“Birgün Resulullah efendimiz, mübarek nalınlarının kayışlarını çakıyordu.
Ben de iplik eğiriyordum. Mübarek yüzüne baktım. Parlak alnından
ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nur saçıyor, gözlerimi kamaştırıyordu.
Şaşakaldım. Bana doğru bakarak buyurdular ki:
‘’ Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun? ’’


Ben de, 'Ya Resulallah! Mübarek yüzünüzdeki nurların parlaklığına ve
mübarek alnınızdaki ter tanelerinin saçtıkları ışıklara bakarak
kendimden geçtim” dedim.Bunun üzerine, Resulullah efendimiz
kalkıp yanıma geldi. Alnımdan öptü ve buyurdular ki:

‘’ Ya Aişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin
gibi, seni sevindiremedim.’’
Bir diğer mübarek sözlerinde Peygamber efendimiz buyurdular ki:
‘’Ey Aişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan uyuma:
Kur'an-ı kerimi hatim etmeden,
Benim ve diğer peygamberlerin şefaatlerine kavuşmadan,
Müminleri kendinden hoşnut etmeden, Hac etmeden.’’

Resulullah efendimiz bunları söyledikten sonra namaza durdu.
Namazını bitirip de yanıma geldiğinde, kendilerine dedim ki:
Ey iki cihanın güneşi olan Efendim! Annem, babam, canım
sana feda olsun. Bana dört şeyi yapmamı emrediyorsun.
Ben bunları bu kısa müddet içinde nasıl yapabilirim?
Bunun üzerine tebessüm ederek buyurdular ki:

‘’Ya Aişe! Ondan kolay ne var?
Üç İhlâs-ı şerifi ve bir Fâtiha suresini okursan, Kur'an-ı kerimi
hatmetmiş; bana ve diğer peygamberlere salevat getirirsen,
şefaatımıza kavuşmuş; önce müminlerin ve sonra da kendi
affını dilersen, müminleri kendinden hoşnut etmiş;
“Sübhânallahi velhamdülillahi ve lâ ilâhe illallahü vahdehû
lâ şerîke leh. Lehül mülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr”
tesbihini okursan hac etmiş sayılırsın.”

Bu büyük kadın, bir gün Efendimiz'in s.a.v. yanında birdenbire
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Allah Resûlü s.a.v. kendisine niye ağladığını sorduğunda da,
'Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Acaba, kıyamet
günü ailenizi hatırlar mısınız? ' der. Peygamber Efendimiz şu
cevabı verir:


‘’ Ya Aişe! 'Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz:
Mizan esnasında, tartının ağır mı hafif mi geldiğini
öğreninceye kadar. 


 Amel defterlerinin teati edildiği verildiği zaman ki,
acaba defter sağdan mı soldan mı, yoksa arkadan mı
geleceğini göreceği ana kadar. Cehennemin iki yakası
ortasına kurulan sıratı geçme esnasında ve geçinceye kadar.’’

Bu sözüyle Allah Rasulü s.a.v saydığı bu üç yerde,
kendi ailesi dahil hiç kimseyi hatırlayamayacağını
bildirmekte ve Hz. Aişe'ye adeta başının çaresine bakmasını
söylemektedir. 


 Hz. Aişe annemiz, hiç şüphesiz kadınlık âleminin baş tacı.
Hz. Aişe validemiz, bir peygamber hanımı,
Hz. Ebubekir'in kızı ve müminlerin anası olmasına rağmen
ahiretteki hesap endişesiyle ağlamaktadır.

Resulullah s.a.v. Hz. Aişe validemizin hücresinde ve onun gögsüne
Yaslanmış olduğu halde vefat etti. Hz.Aişe annemizin odasına defnedildi.
Aişe validemiz, Rasullullah ile dokuz sene evli kaldı.


Peygamberimizin vefatından sonra Hz.Aişe annemiz 47 yıl daha yaşadı.
Şanlı peygamberin mübarek zevcesi, 676 senesinin Ramazan ayının
17. salı günü Medine-i münevverede Hakkın rahmetine kavuştu.
Ebu Hüreyre’nin kıldırdığı cenaze namazının ardından hemen binlerce
insanın katılımıyla Cennet’ül Baki mezarlığına defnedi.
Rabbimiz de Hz. Aişe validemizden razı olsun.