30 Nisan 2015 Perşembe

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - Evliyâullaha Düşmanlık Etmek

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - Evliyâullaha Düşmanlık Etmek

Prof Dr. Mahmud Esad Coşan (1938-2001)

HAYIRLI CUMALAR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..

Cumanız mübarek olsun, aziz ve sevgili Akra dinleyicileri! Allah bu mübarek sevaplı, nurlu günün hayrından, bereketinden en güzel tarzda hissemend olmayı cümlenize nasîb eylesin...

(EMEKLİ OLMADAN İŞYERİNDE KULAKLIKLA; ŞİMDİ İSE YATAĞIMDA KÜÇÜK RADYOMDAN HERGÜN SABAH 9:30'DA VE ÖĞLEDEN SONRA 15'DE M. ESAD HOCAEFENDİNİN AKRA FM'DE SOHBETLERİNİ DİNLİYORUM. Ankara Akra FM: 107.4 )

Bismillâhir-rahmânir-rahîm

b. Riyânın Azı Bile Şirktir

İkinci hadis-i şerif... Muaz RA'den Taberânî ve Hàkim rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

RE. 110/2 (İnnel-yesîre miner-riyâi şirkün) "Riyanın az bir miktarı bile şirktir, müşrikliktir, Allah'a şerik koşmak demektir."

Riyâ ne demek?.. Ahiret amelini, sevap kazanılacak bir işi Allah için yapmamak, gösteriş için yapmak; işte bu riyadır. Riyâ zâten reâ-rü'yet kökünden geliyor. Başkasına göstermek için, gösteriş olsun diye bir iş yapmak demek.

Yesîr küçük, az bir miktar demek. Az miktar bir riyâkârlık bile şirktir. Neden?.. Allah'ı düşünmüyor, Allah'ın rızasını düşünmüyor da, gösteriş yapmak istediği, göstermek istediği kimseyi düşünüyor. Ordan gelecek aferini, ordan gelecek menfaati hesaba katıyor da, o güzel işi riyâkârca yapıyor. İşte onun için o da Allah'a şirk koşmaktır.

Yâni bir insan yaptığı iyi bir işi Allah rızası için yapacak. Birisi beğensin veya alkışlasın, veya birisinin gözüne gireyim de o da benim işimi görsün filân gibi bir hesapla yapmayacak. Azı da yasak, çoğu da yasak... Az diye bazıları önemsemez, yapar; hayır, azı bile doğru değil... Hiç riyâkâryık yapmamalı, hiç gösteriş düşünmemeli, her işini Allah rızası için yapmalı... Her zaman, (İlâhî ente maksdî ve rıdàke matlûbî) "Yâ Rabbi, benim maksûdum sensin, ben senin rızanı taleb ediyorum. Senin rızandır benim istediğim şey..." demeli ve hep Allah'ın rızasını düşünmeli!..

İyi müslümanlık bu işte... Her yaptığı şeyi Allah rızası için yapmak...

c. Evliyâullaha Düşmanlık Etmek

Sonra hadis-i şerifin devamında buyuruyor ki Peygamber Efendimiz: (Men àdâ evliyâallah, fekad bârezallàhe bil-muhàrabeh) Allah'ın evliyâsına düşmanlık yapanlar, Allah'la harb için meydana çıkıp, Allah'a meydan okumuş gibi olur. "Çık karşıma da çarpışalım seninle de, hadi bakalım gör!" demiş gibi olur.

İki insanın birbirini er meydanına çağırmasına mübâreze deniliyor. Harpte, "Ortaya çık da, hadi bakalım bir çarpışalım!.. Çık meydana..." demiş gibi, Allah'a böyle bir küstahça diklenme yapmış gibi olur. Allah'ın sevgili kullarına düşmanlık yapan, Allah'a düşmanlık yapmış gibi olur.

Neden?.. Biliyor ki, o kimse Allah'ın sevgili kulu, bir taraftan da ona ezâ, cefâ ediyor. Yâni bu ne demek?.. "Ben Allah'tan korkmuyorum, onunla çarpışırım, onunla düşmanım!" demek oluyor.

Çünkü, Allah'ı seven Allah'ın evliyâsını da sever, Allah'ın kitabını da sever, Allah'ın peygamberlerini de sever, Alah'ın ahkâmını da sever, Allah'ın dinini de sever, Allah'la ilgili olan, Allah'ın sevdiği her şeyi sever; Allah'ın sevmediği her şeyi Allah için sevmez.

Allah içkiyi sevmiyor; ben de sevmiyorum... Allah kumarı yasaklamış; ben de sevmiyorum... Allah şu günahı yasaklamış, bu günahı yasaklamış; ben de onlardan uzaklaşıyorum. Yâni Allah'ı seven, Allah'ın hatırı için, Allah'ın rızası için sevdiklerini sever, sevmediklerini sevmez. Allah'ın düşmanlarını dost edinmez, Allah'ın dostlarını da düşman edinmez.

Kim Allah'ın evliyâsına düşmanlık yapar, düşman bilir, düşman olarak karşısına dikilir, ona ezâ cefâ yaparsa, Allah'la harp ilan etmiş, Allah'a meydan okumuş gibi olur.

Meydan okumak ne demek, meydana çağırmak, "Çık meydana! Meydana seni davet ediyorum, çık da seninle çarpışacağım!" demek.

Demek ki Allah'ın sevgili kullarına düşmanlık etmeyeceğiz. Ben bu devirde bakıyorum, diyar diyar gezdiğim yerlerde görüyorum. Böyle kitaplarda medhedile medhedile anlatılmış olan çok büyük alim, arif, zarîf, kâmil, velî, mahbub, makbul kulları, bazıları bakıyorum yerden yere çalmağa çalışıyor, bir sürü ağır hakaret, laf söylüyor. Kimisi İmam-ı Azam'a çatıyor, kimisi İmam Mâtüridî'ye çatıyor, kimisi tasavvufa çatıyor, kimisi tasavvuf büyüklerine, mürşid-i kâmillere, kerametleri zâhir evliyâullaha çatıyor... Kimisi müslüman diye müslümanlara çatıyor.

Biliyorsunuz Kur'an-ı Kerim'de ayet-i kerimeler var: Allah müslümanların dostudur, velîsidir, müslümanlar da Allah'ın evliyâsıdır, sevgili kullarıdır; bu kesin... Mü'mini Allah seviyor; müşriki sevmiyor, kâfiri sevmiyor, mü'mini seviyor.

E mü'minlerle düşmanlık yapıyor bir insan, ne olur?.. Allah'a meydan okumuş olur, Allah onun cezasını verir. Allah'a meydan okuyup da Allah'la çarpışanın sonu hüsrandır. Ama bunun bir zamanı vardır. Bir zaman gelecek, Allah onu bizim gözümüze gösterecek. Allah düşmanının, bir zaman gelip Firavun gibi hor ve zelil, bütün dediklerinden dönmüş, perişan bir şekilde kötü akıbetine uğradığı çok görülmüştür.

DEVAMI:

http://esadcosankulliyati.com/arsiv/cuma/c981009.html
 
HAYIRLI CUMALAR

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


 

Ölüm Hayatın Neresinde?

Ölüm Hayatın Neresinde?


Ölüm Hayatın Neresinde?
 


Tarihî camilerimizin hemen bitişiğindeki küçük kabristanlıklar eminim dikkatinizi çekmiştir. Hazîre denilen bu küçük kabristan sadece büyük camilerin değil, külliye, tekke ve mahalle mescitlerinin yanı başında da bulunur. Daha doğru bir ifadeyle bulunur-du.

Artık cenazelerimizi şehirlerimizin kasabalarımızın hayli uzağında mezarlık olarak ayrılmış, büyük bölümü duvarlarla dış dünyadan tecrit edilmiş alanlara defnediyoruz. Köylerimizin çoğunda vefat edenlerle hayatta olanlar büyük ölçüde komşuluğunu devam ettiriyor ama genel eğilim oralarda da uzaklaştırmak şeklinde.

Sadece bu değişim üzerinden, ölüm ve ahiretle münasebetimizde yaşadığımız dönüşümü okumak mümkün. Meseleyi yeni ihtiyaçların getirdiği bir zorunluluk olarak görmemek için hayli sebep var. Bunların tahlili başlı başına bir yazı konusudur, detaya girmeyelim ama dipteki asıl etkenin ölüm ve hayata dair eski ve yeni telakkimizle alakalı olduğunu anlamak zor olmasa gerek.

İliklerine kadar İslâm’ı özümsemiş, içselleştirmiş eski kültür dünyamızda hayat ve ölüm bir zıtlığı değil, ilahî kaderin belirlediği tabii bir bütünlüğü ifade ediyordu. İnsanın ezelde başlayan yolculuğunda ömür kısacık bir evre, bir misafirlik, ahiret ise asıl vatan olarak kabul ediliyordu.

Tamam, bugün de farklı düşünmüyoruz, denilebilir. Elbette öyle düşünmek gerekir ama bunun sadece ferdî bir kabulleniş olması başka, bütün bir hayatın; şehirlerin, evlerin, işlerin yani medeniyetin buna göre inşa edilmesi başka… İşte kabirlerin artık uzak tutulmak istenmesi bunun bir tezahürü.

Bugünkü batılı-batıcı-dünyacı kültür, yok oluş olarak gördüğü ölümü sevmez. Unutmak, unutturmak ister. Tek gerçek ve dolayısıyla önemli olan tek şey dünyadır. Ona sahip olmak için başkaları kitlesel ölüme dahi mahkûm edilebilir.

Bu anlayış sadece dünyayı vahşet arenasına çevirmekle kalmıyor, ölüm fikriyle barışık, hayatı ahiretle terbiye ve tanzim etmek isteyenleri de pençesine alıyor. Yani ölüm bize unutturuluyor, ölümü unutuyoruz.

“Ölümü Hatırla!” başlığı altında, İmam Gazalî rahmetullahi aleyh hazretlerinin meşhur eseri İhyau Ulûmi’d-Din’den kısaltarak ve biraz da değiştirerek aldığımız bölüm inşallah hatırlamaya, daima akılda tutarak yaşamaya vesile olur. Bu arada bu kıymetli eseri bilmeyenlerimiz için de bir keşif ve İhya okumaya davet olacağını düşünüyoruz.


http://semerkanddergisi.com/olum-hayatin-neresinde/



Allah'ın kullarına karşı olan şefkat ve merhameti

Allah'ın kullarına karşı olan şefkat ve merhameti

                                                                                                                                                                                                                                                             Hiç düşündünüz mü; Hazreti Allah (cc) kullarını ne kadar seviyor, cehenneme gitmemelerini ne kadar istiyor?

İsterseniz sözü uzatmadan bir kudsî hadisin hatırlatmasına bir göz atalım, sonra diğer misallere geçebiliriz.

Rabbimizin en çok sevdiği şey nedir, biliyor musunuz?

Kudsî hadiste şöyle bildiriliyor:

– Rabbimiz kulunun işlediği amelleri içinde en çok tevbesini sever.

– Neden?

– Çünkü tevbe eden kul cehennemden kurtulur da ondan. Rabbimiz de kulunu cehennemden kurtaran ameli çok sever.

Hatta bir ana, yavrusunu ateşe atmayı nasıl istemezse Rabbimiz de kulunu cehenneme atmayı ondan çok daha fazla istemez.

Nitekim bir defasında ashabdan biri bir çocukluk hatırasını anlatırken demişti ki:

– Çalılıkta dolaşırken bulduğum bir kuş yuvasından yavruları alıp koynuma koymuştum. Tam bu sırada yavrunun anası başımda dolaşmaya başladı, acıdım, yavruları bırakmak için ihramımı açmaya çalıştığım sırada kuş hemen koynumdaki yavrusunun yanına daldı, kanatlarını yavruları üzerine gerip kollamaya başladı.

Efendimiz (sav)in buna sorusu şöyle oldu:

– Bu annenin yavrusuna bu kadar acıması sizi hayrete mi düşürdü?

Efendimiz (sav) şunu ilave etti:

– Hiç şüpheniz olmasın Allah (cc)ın kullarına acıması bu annenin acımasından (kıyas kabul etmeyecek derecede) fazladır.
Bir defasında kadının biri çocuğunu kaybetmiş, deli gibi bir oraya bir buraya koşuyor, yavrusunu arıyor, bulduğu yabancı çocukları da bağrına basıp hemen oracıkta emdiriyordu.

Kadının bu heyecanını gören Efendimiz (sav) yanındakilere;

– Böylesine şefkatli şu kadın hiç yavrusunu ateşe atar mı, diye sordu.

– Atmaz! dediler.

Efendimiz (sav) de tasdik etti;

– Ben de öyle biliyorum, atmaz, dedikten sonra buyurdu ki:

– İşte Allah (cc) da bu kadından çok fazla merhametlidir. Kullarını ateşe atmaz, onlar kendilerini ateşlik amelin içine atmadıkça!

Evet, evet. Allah (cc) kullarını ateşe atmaz, kullar kendilerini ateşlik işin içine atmadıkça!

Bir yolculuktan dönülüyordu. Mola verilmiş, bir kadın da ateş yakarak hazırlık yapmaya başlamıştı. Ateşin alevleri yükselince kadın koşuşturan çocuğunun ateşe düşmesinden korktuğu için hemen onu bağrına bastı ve ateşe düşmesi halindeki dehşeti de tasavvur ederek buna gönlünün dayanamayacağını hayal edip orada bulunan Efendimiz (sav)e dönerek sordu:

– Sen Allah (cc)ın peygamberisin değil mi? Efendimiz (sav) de;

– Hiç şüphen olmasın, buyurdu.

Bunun üzerine kadın şöyle dedi:

– Allah (cc)ın kullarına merhameti bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok değil mi?

Efendimiz (sav):

– Hiç şüphen olmasın öyledir, buyurunca kadın:

– Öyle ise bir ana yavrusunu ateşe atmaz, diye sızlandı.

Efendimiz (sav)in gözleri yaşardı da buyurdu ki:

– Yüce Allah (cc) ancak kendisine isyan edenleri ateşe atar. Müstahak olmayanları asla!

Demek oluyor ki, Allah (cc) kullarını ateşe atmayı asla istemiyor, sonsuz merhamet ve şefkati ateşi gerektirmiyor.

Ancak kullar dürüst hareket etmiyor, ille de ateşlik işler yapıyor, birilerine zulmediyor, haksızlıkta bulunuyor,

Yaradanına da isyandan geri kalmıyor, böylece kendi amelleriyle kendilerini ateşe attırıyorlarsa bu da kulların kendi tercihleri

Sözün özü bu olsa gerektir!..



Haftanın Esma'ül Hüsna'sı: Veli

Haftanın Esma'ül Hüsna'sı: Veli


El-Veli

Dost, seven, görüp gözeten, yardım eden

"Allah, iman edenlerin Veli'si'dir, Onları karanlıklardan nura çıkarır..."

Allah, sevdiği kullarına yardım eder. Sıkıntılarını, darlıklarını kaldırır, ferahlık verir. Karanlıklardan kurtarır, nurlara çıkarır.

Ebu’d-Derdâ (ra) Hazret-i Rasûlullah’ın Dâvud peygamber için İnsanların en çok ibadet edeniydi- dedikten sonra şöyle anlatıyor:

“-Dâvud’un duasında sözü şuydu: “Allah’ım Senden Seni sevmeyi, Seni seveni sevmeyi, Senin sevgini ulaştıracak ameli sevmeyi dilerim. Allah’ım, sevgini bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevgili kıl!”


Günün Menkıbesi: Vaktinizin kıymetini bilin!

Günün Menkıbesi: Vaktinizin kıymetini bilin!
 

Nişabur’da yetişen Velilerden İmam-ı Kuşeyri hazretleri "rahmetullahi aleyh", bir gün sevdiklerine;
- Kardeşlerim, vakit çok kıymetlidir, buyurdu.

Ve ekledi:
- Onu boş ve faydasız şeylerle geçirmeyin. Zamanınızın kıymetini bilin ve onu en iyi şeylere sarfedin!

Nitekim;
- Sevgili Peygamberimiz; “Musibetlerin en büyüğü, vakti faydasız şeylerle geçirmektir” buyuruyor.

Şöyle devam etti:
- Namazlarınızı da vaktinde kılın ki, kıyamet günü pişman olmayasınız.

Sordular:
- Kıyamette pişmanlık çok mu olur efendim?
- Evet, buyurdu.

Ve ekledi:
- Hadis-i şerifte; “Bir vakit namazı kazaya bırakan ve kazasını kılmadan ölen kimsenin mezarına, Cehennemden yetmiş pencere açılır ve kıyamete kadar azab çeker” buyuruldu.


İman nedir?

Bir gün de bazı sevdikleri bu zata gelip;
- Efendim, Muhammed aleyhisselamın, Allahü teâlânın Peygamberi olduğuna inanmak ne demektir? diye sordular.

Cevabında;
- Onun bildirdiği emir ve yasakların hepsinin, Allahü teâlânın emir ve yasakları olduğuna inanmak, hepsini kabul etmek ve beğenmek demektir, buyurdu.

Sordular:
- Böyle inanan kimse, bunlardan bazılarına uymazsa imanı gider mi efendim?

- Hayır, gitmez.

Sordular yine:
- Hangi halde iman gider hocam?

Buyurdu ki:
- Bu emir ve yasaklardan birini bile hafife alır, uymadığına üzülmez, hatta bu haliyle öğünürse, Peygambere inanmamış olur ve imanı gider.

- Ya üzülürse efendim?
- Üzülürse, yani bunun için Allahü teâlâya karşı mahcup ve boynu bükük olur, kalbi sızlarsa, imanının kuvvetli olduğu anlaşılır.

Merak etmişlerdi:
- Yani amel ve ibadetlerdeki bozukluk, insanı dinden çıkarmaz mı efendim?
- Hayır, günah işlemek imanı gidermez, buyurdu.

Ve izah etti:
- Fakat o işin günah olduğuna inanmayarak yapar, veya inanıp da ehemmiyet vermeyerek, aldırmayarak yapar ve günah işlediğine hiç üzülmez, umursamaz, azabından korkmazsa, o zaman imanı gider.

 

29 Nisan 2015 Çarşamba

Haftanın Hikayesi: Köle Ayaz – Aslını Unutma

Haftanın Hikayesi: Köle Ayaz – Aslını Unutma

Bir zamanlar Ayaz adlı bir köle varmış. Takdir bu ya, köle bir gün Sultan Mahmud’un kölesi olmuş. Sultan, köleyi taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevmiş. Derken Sultan’ın öylesine itimadını kazanmış ki, bütün sultanlığın haznedarı tayin edilmiş ve en kıymetli ve zarif mücevherler, taşlar ona emanet edilir olmuş.

Bu gelişmeyi gören saraylılar ise durumdan pek rahatsız olmuşlar. Hasetleri ve kibirleri yüzünden, sözüm ona basit bir köleye böyle bir mevki verilmesini ve kendi rütbelerine çıkarılmasını bir türlü hazmedememişler.

Bu duygular içinde, özellikle Sultan yakınlardaysa ondan gün geçtikçe daha çok şikayet etmeye başlamışlar ve asil ruhlu kölenin itibarını zedelemek için ellerinden geleni yapmışlar. Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulmuş:

– “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim.” Sultan kulaklarına inanamamış.

– “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” demiş. Duvara küçük bir delik yaptırıp, içeride olanları seyretmeye hazırlanmış. Kölenin sessizce içeri girdiğini, kapıyı kapattığını ve sandığa gittiğini görmüş. Orada sakladığı küçük bir bohçaymış bu. Bohçayı öpmüş alnına koymuş ve sonra da açmış. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbise! Aynanın karşısına geçmiş. Kendi kendine,

“Daha önceleri bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun?” diye sormuş.
– “Bir hiçtin sen… Hepsi hepsi satılacak bir köleydin ve Allah, Sultan’ın eliyle sana rahmetinden belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve daima hatırla Ayaz, hatırla!”



Sandığı kapatmış, kilitlemiş ve sessizce kapıya doğru yürümüş. Hazine dairesinden çıkarken birden Sultan’la yüz yüze gelmiş. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyormuş ve boğazı öyle düğümlenmiş ki, konuşmakta güçlük çekmiş.

– “Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedarıydın, ama şimdi… Kalbimin hazinedarısın. Bana benim de önünde bir hiç olduğum kendi Sultanımın huzurunda nasıl davranmam gerektiği dersini verdin.”

Mesneviden


Ahmed Şahin - Musibetlere karşı Müslüman’ın teslimiyet edebi!

Ahmed Şahin - Musibetlere karşı Müslüman’ın teslimiyet edebi!


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Musibetlere karşı Müslüman’ın teslimiyet edebi!


Hayat boyunca eksik olmayan sıkıntı ve musibetleri sabır ve teslimiyetle karşılama edebimiz, bizim koruyucu ve kurtarıcı teslimiyet ve tevekkül edebimizdir.

Bu kurtarıcı teslimiyet ve tevekkül edebimizi sıkça hatırlamalı, musibetler karşısında kaymadan ayakta kalmalıyız. Bunun için (Kalb İbresi) kitabındaki fevkalade değerli tespitleri bir daha hatırlama ihtiyacı duymaktayım. İzin verirseniz birlikte okuyalım bu koruyucu ve kurtarıcı teslimiyet ve tevekkül edebimizi!

-Musibet karşısındaki temel disiplin, onun Cenab-ı Hakk’ın emirber bir neferi olduğunu düşünmek ve şikâyet ifade eden sözlerden kesinlikle kaçınmaktır! Hususiyle musibetin gelip çarptığı ilk anlarda sızlanmaların şikâyete dönüşmemesi için sükutu tercih etmek lazımdır.

-Resulü Ekrem Efendimiz’in (sas) “Sükutu tefekkür, bakışı ibret ve konuşması da hikmet olan kurtulmuştur!” beyanı istikametinde, inanan bir insan, eşya ve hadiseleri ibret nazarlarıyla süzmeli, konuşmadan önce bir tefekkür etmeli ve dile geldiği zaman da hep hikmet incileri dile getirmelidir. Zaten hikmet, tefekkürün bağrında gelişir, tefekkür de sükut serasında olgunlaşır, dolayısıyla bir bela ve musibet isabet edince yapılması gereken, iradi olarak susmak, hadiselerin çehresindeki kaderî yazıları okumaya çalışmak, düşünmek, ondan mesajlar çıkarmak, sonra kulluk adabına uygun şekilde konuşmak ama mutlaka sabırlı ve teslimiyetli davranmaktır!

Her insan hemen her an türlü türlü musibetlerle karşı karşıyadır. Bilhassa iman dairesinde iç içe ızdıraplar ve küme küme mahrumiyetler saklıdır…

Aslında insanların ebedi nimetlerden nasipleri, Hak yolunda çektikleri meşakkat ve çile nispetinde olacaktır; ahiretteki mükâfatın büyüklüğü ölçüsünde burada bir kısım zorlukların yaşanması normaldir. “Belanın en şiddetlisi peygamberlere, sonra Hakk’ın makbulü velilerine ve derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” hadis-i şerifi de bu hakikati hatırlamaktadır.

Zaten Allah Teala, her bela ve musibeti, neticesi itibarıyla mü’min kulları için bir rahmet vesilesi ve arınma vasıtası kılmıştır. Elverir ki insan, zahiren çirkin yüzlü hadiseler karşısında kadere taş atmasın ve Cenab-ı Hak’tan şikâyetçi olmasın.

Her türlü olumsuzluğu, ister sebepler açısından, isterse de Allah ile münasebetlerimiz zaviyesinden kendi hatalarımıza bağlamamız ve kendi kusurlarımıza vermemiz lazımdır! Zira, bu mülahaza, kadere taş atmamıza mani olur, üslup itibarıyla -haşa ve kella- Allah’a suç isnat etmemizin ve dışta suçlu aramamızın da önüne geçer!

Her musibet karşısında bu duygu ve düşünceyi esas almamız bizi birer tedbir ve dikkat insanı haline getirir. Aksi halde -hafizanallah- “Falan şunu yaptı, filan şöyle davrandı” diyerek sürekli suçlu aramaktan kurtulamayız. Ya da “Biz ne yaptık da bunlar başımıza geldi?” demek suretiyle İlahi icraatı ve kaderi tenkit etme küstahlığına düşmekten kendimizi koruyamayız!

Esasen “Bizim suçumuz ne, biz ne yaptık ki?” demek, en büyük bir suçtur! İçinde yaşadığımız zaman ve şartlarda hemen her insan tepeden tırnağa bir kusur abidesi olmuş gibidir. Herkes başına taşların yağması için mevcudiyetinin dahi yeterli olduğunu düşünmelidir!

Evet, Hak karşısındaki konumunun farkında olan bir insan, gökten bir meteor gelip çarparak kendisini yerin dibine batırsa, o zaman bile “Öyle günahkârım ki, bilmem bu taş günahlarımın hangi birine kefaret oldu; hamd olsun ki, Cenab-ı Hak daha dünyadayken başıma taş yağdırdı da günahlarımın vebalini cehenneme bırakmadı” demeli, bu edeb içinde kulluğunu sürdürmeli, bu örneği vermelidir!

İşte musibetler karşısında imtihan kazandıran tevekkül ve teslimiyet edebimiz!

-Fetaebiru ya ülil ebsar! Düşünün ey basiret sahipleri!
 
 
 
 

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN A.B.D. TEMSİLCİLER MECLİSİ’NDE

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN A.B.D. TEMSİLCİLER MECLİSİ’NDE



Kanuni Sultan Süleyman Han'ın ABD Temsilciler Meclisi'nde bulunan portresi,

Muhteşem Süleyman ile birlikte tarihteki en iyi 23 kanun yapıcı tespit edilerek
mermer plakalar üzerine portreleri yapılmıştır.

Sivil ve askeri alanda yaptığı kanuni düzenlemelerden dolayı
“Kanuni” ünvanıyla anılan Sultan I. Süleyman Han'ın portresi,
Temsilciler Meclisi'nin toplantı salonunun duvarında
büyük kanun yapıcıların arasında yerini alıyor.

Padişahımızın portresini dönemin meşhur heykeltıraşlarından Joseph A. Kiselewski (1901–1986) yapmıştır.


Günün Menkıbesi: Sevinçli bekleyiş

Günün Menkıbesi: Sevinçli bekleyiş
 

Rebi-ül evvelin onikinci Pazartesi gecesiydi.
Yer yüzü ve yedi kat gökler, büyük sevinç içinde bir şeyi bekliyordu.

Efendimiz aleyhisselamın teşrifini.
Sabaha karşı beklenen Nur doğdu.

Hazret-i Amine anlatıyor:
O Servere hamile olduğum günlerde hiç acı ve elem hissetmedim.
Altı aydan sonra bir ses işittim:

Diyordu ki:
- Ey Amine! Kime hamile olduğunu biliyor musun?
- Bilmiyorum, dedim.

- Peygamberlerin sonuncusuna hamilesin.

Aynı sesi yine duydum.
- Çocuğun ismini Muhammed koy! dedi bana.

Çok susamıştım.
Bir kâse şerbet verdiler.

İçtim.
Baldan tatlı ve serin idi.

Pek çok hanımlar bana hizmet ediyordu.
Ama onları tanımıyordum.

Biri tanıttı kendisini:
- Ben, Firavun’un hanımı Asiye’yim.

Sonra diğeri tanıttı:
- Ben, Meryem binti İmran’ım. Bunlar da Cennet hurileri.

Ve bir nida duydum:
- Onu, insanların gözünden örtün!
Korkudan terlemiştim.
Terimden misk kokusu yayılıyordu.

O Server doğar doğmaz, mübarek başını secdeye koydu.
Ve şehadet parmağını kaldırdı.

Bir ses işittim:
- Onu, mağribden meşrika kadar her yerde gezdirin. Tâ ki, cümle alem Onu ismiyle ve cismiyle tanısınlar! diyordu.

Şifa hatun diyor ki:

Doğum anında Amine’nin yanındaydım.
O Server doğar doğmaz dua ve niyaz ettiğini işittim.

Hazret-i Safiyye anlatıyor:
Doğar doğmaz secde etti.

Sonra mübarek başını kaldırdı.
Ve açık bir dil ile; “La ilahe illallah. İnni Resulullah” dedi.

Onu yıkamak istedim.
- Biz Onu yıkanmış olarak gönderdik, dediler.

Secdede, hafif sesle bir şeyler söylüyordu.

Kulak verdim;
- Ümmeti! Ümmeti! diyordu.

Abdülmuttalip anlatıyor:
Doğum anında Kâbe yanındaydım.
Kâbe’nin, makam-ı İbrahime doğru secde ettiğini gördüm.

Ve bir ses işittim Kâbe’den.
- Allahü ekber. Muhammed aleyhisselam beni putlardan temizler! diyordu.

Ve bir gürültü duydum.
Baktım, “Hübel putu” yerde yatıyordu.

 

28 Nisan 2015 Salı

Efkan Vural - Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-77

Efkan Vural - Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-77

SEVGİLİ EFKAN HOCAM FAKİRİNİZİN HAKKINDAKİ Milliyet Blog'daki Yazı dizisine ÖZETLEYEREK ŞÖYLE DEVAM ETMİŞ... 

Allah razı olsun hocam... Sizi çok seviyorum canım hocam...

Sevgili Efkan hocam kendisinden bahsettiğim bölümleri yazılardan çıkartmış. Kendisi benim en iyi dostum, akıl danıştığım büyüğüm, kendime örnek aldığım mütevazi, dürüst, ahlaklı, dindar, çalışkan, Allah'ın -inşallah- salih bir kuludur.

Benim namaza başlamama vesile oldu, yani beni Rabbimle buluşturdu. Allah ebediyyen razı olsun.
Allah bizleri sevdiklerimizle birlikte cennette de komşu etsin.

Çok emek harcayıp özet haline  getirmişsiniz. İyi ki varsınız hocam, bizi komşu yapana hamdolsun...

http://blog.milliyet.com.tr/her-seye-ragmen-yasamak-cok-guzel-77/Blog/?BlogNo=497338


Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-77


Her şeye rağmen yaşamak çok güzel-77
 

Celal ÇELİK’in hayata dair, ahlaki, dini ve felsefi yorumlarını yayınladığım yazı dizisini ,sevgili Celal ÇELİK’in tüm yazılarını yeniden gözden geçirerek kısa ve öz olarak özet şeklinde sizlere sunmaya devam ediyorum.

İhlas ve Samimiyet

İhlas ve samimiyet, sadece inanç ve ibadetlerimizde değil, insanlarla ilişkilerimizde de son derece önemlidir. Müslüman’ın Müslüman’a karşı samimi, içten ve gönülden davranması da dinin önemli bir ilkesidir.

Zira müminin en önemli vasfı olan güvenilirlik ancak içten ve samimi davranışlarla sağlanabilir. Aile ve akraba ortamında, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde, iş ve ticaret hayatında, kısacası hayatın her alanında insanlara karşı içten ve samimi davranmak en büyük ahlaki erdemlerdendir.

Bu erdemi kazanmanın en kısa yolu da her işimizde Allah rızasını ön planda tutmak ve O’nun her an bizi görüp gözettiğini aklımızdan çıkarmamaktır.

Halis ameller, riya ile, gösteriş arzusu ile, “desinler diye” yapılarak kirletildiğinde anlamını kaybeder. Samimiyet olmadan değerler, değerini yitirir. “Cömert” desinlerdiye infakta bulunan, “âlim” desinler diye ilim tahsil eden, “kahraman” desinler diye savaşan kimsenin çabasının Allah nezdinde hiçbir kıymeti yoktur.

Akıllı telefon, İnsan derisi, Şükür

Akıllı telefon veya tabletlerden daha hassas olan bir şey var ki, oda insan derisi, dokunma hissi ...

Gözünüzü kapatınca, vücudunuzun hangi noktasına bir sinek konsa hissedersiniz. Bu noktanın koordinatlarını hangi sistem tespit ediyor, beynimize nasıl ulaşıyor ve işlem yapılıyor.

Bu akıllı telefonun ekranı bir tasarım harikası da, insan derisi tesadüf, öyle mi?

İnsan derisi acıyı, soğuğu, sıcağı, sertliği, yumusaklığı vs. hissediyor. Yaralansa, yırtılsa kendini yeniliyor. Siz hiç kırık bir ekranın kendi kendine tamir olduğunu gördünüz mü?

Dilimiz ise daha da hassas bir deridir. Öyle bir et parçası ki, tad alıyor. Hele burun koku alıyor. Böyle mucizeleri görmeyip, dokunmatik ekrana hayran olmak, denizi seyrederek bir havuza hayranlığa benzer.

Allah’ın bize doğuştan verdiği bütün bu nimetlere şükür etmek için, bir ömür secde etsek bile, yine de şükür borcumuzu ödemiş sayılmayız..

Ki, onlar gibi daha nice nimetlere sahibiz. Allah’ım! aciz ve fakir Celal kuluna, gören göz, konuşan dil, duyan kulak, seven ve şükreden kalp verdin.

Sana sonsuz hamdolsun Allah’ım

Çoğumuz Fatiha suresinin anlamını bilmiyoruz.

Geçenlerde yine bir maç izlerken aklımdan şu düşünceler geçti.

Maçı izlerken şunu farkettim. Ben bu yabancı takımda oynayan tüm futbolcuların isimlerini, yaşlarını, hangi takımdan transfer olduklarını, kaç gol attıklarını, vs... biliyorum.

Naçizane ben çocukluğumdan beri (belki 27 yıldır) futbolu iyi takip ediyorum ve neredeyse yakın futbol tarihi kitabı yazacak kadar çok şey bildiğimi farkettim.

Fakat 2005’te namaza başladım. Namaza başlayana kadar fatiha suresinin kısa manasını bilsem de, açıklamalı mealini hiç okumamıştım. Yani gerçek Fatihayla 32 yaşımda tanıştım.

İnternette bir istatistik okudum. Namazını kılan insanların %90’ı fatihanın manasını bilmiyorlarmış. Haddim olmasa da, güzel niyetle Fatiha Suresi hakkında yazmak istiyorum.

Biliyorsunuz, her kitabın başında, içindekiler diye bir bölüm vardır. Orada, kitap içerisinde hangi konulardan bahsedildiğini görebilirsiniz...

Yani insan, nasılki şu kainat kitabının fihristidir, Fatiha da, Kuran’ın özetidir.
***

Celal ÇELİK' in yukardaki üç bölümlük yazıdan şunları okuyucularla paylaşmak istiyorum.


1-Yapacağımız işlerde ve hareketlerde gösterişten ve menfaatten uzak durmalıyız.

2-Allah'ın bizi her an görüp gözetlediğini bilerek adımlarımıza dikkat etmeliyiz.

3- Akıllı telefon gibi yüksek teknolojiyi nice çalışmalar sonucu elde ediyoruz. Ama vucüdumuzu Allah'ın bize bahşettiğini unutmamalıyız. Bu nedenle Allah'a şükredip,bolca ibadet etmeliyiz.İyiliklerde bulunmalıyız.

4-Namaz kılan bir müslüman her rekat okuduğu fatiha suresinin anlamını okumalı,namazda düşünmeli.

5- Fatiha suresinin anlamı Kur'an'ın özü ve özeti olduğunu bilmeliyiz.
 
Efkan Vural

 (Devam edecek)
 
 

 

​En Kötü Kazanç!

En Kötü Kazanç!
 
Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. Kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının! Allah'a ve Resûl'üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.” (Âli İmrân, 130-132)
 
Rasûlullah (sav) buyurdular:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak! Kişi doğrudan yemese bile ona tozundan bulaşacak.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3331. Ayrıca bkz. Nesâî, Büyû’, 2/4452; İbn-i Mâce Ticârât, 58)



--

​​

Ahmed Şahin - Kardeşlik Haftası’nda kardeşlik görevimizi yapıyor muyuz?

Ahmed Şahin - Kardeşlik Haftası’nda kardeşlik görevimizi yapıyor muyuz?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK
 

Kardeşlik Haftası’nda kardeşlik görevimizi yapıyor muyuz?


Takvimlerde 28 Nisan-4 Mayıs arası ‘Kardeşlik Haftası’ olarak ilan edilmektedir.

Kutlu Doğum Haftası’ndan sonra kutlu kardeşlik haftasının başlatılması sevinilecek bir gelişmedir. Yeter ki bu haftalar, sadece takvim kayıtlarında kalmasın fiilen ve fikren kardeşlik haftasına dönüşsün, kalb kalbe kucaklaşarak kardeşliğimizin gereği olan sevgi saygıyı hep birlikte yaşayalım.

Kardeşler arasındaki küslüğü barışa çevirmek için gayret gösterilmesi gerektiğine işarette bulunan Resulullah (sas) Efendimiz, Ebu Eyyub el-Ensari’ye (ra), “Hem Allah’ın hem de Resulü’nün razı olacağı önemli bir iyilikten haber vereyim mi?” diye sormuş, ‘Ver ya Resulallah’ demesi üzerine de, ‘Birbirine kırılıp incinen kardeşlerin arasını bulup barıştırmaya çalışmak, hem Allah’ı hem de Resulü’nü razı eden iyiliklerin başında gelir’ buyurmuştur.

Bu durumda biz Müslümanlar şu anda hem Allah’ı, hem de Resulullah’ı memnun eden böyle bir barıştırma görevimizin ne kadar farkında ve uygulama çabası içindeyiz, düşünülmesi gereken bir ihmalimiz söz konusu değil mi?

Halbuki bir Müslüman’ın din kardeşine karşı üç günden fazla küs durmasının helal olmayacağını da haber veren Efendimiz (sas) Hazretleri, küslerin içinde en hayırlı kişinin de, en önce selam verip küslüğü barışa çeviren kişi olduğuna da dikkat çekmiş, Müslümanları barışma ve barıştırmaya davette bulunmuştur.

Ayrıca küslüğü uzatanların vebalinin büyüklüğüne çarpıcı bir misalle işarette bulunan Efendimiz (sas) Hazretleri, “Müslüman kardeşine bir sene küs duran kişi, sanki sene boyunca kardeşinin kanını döken kimse gibi vebale girer.” ikazını da yapmıştır.

Tüm bu uyarılara rağmen yine de kardeşler arasında bir dargınlık ve kırgınlık bulunuyorsa bir an önce bu irtibat kopukluğunu tamir etmeye yönelmeli, aradaki küslüğü barışa ve kucaklaşmaya çevirmenin ihmal edilmez görevimiz olduğunun da farkında olmalı, her birimiz nefsimizi bu sonuçtan sorumlu tutmalıyız.

Bu hizmet sırasında muhatap olduğun mümin kardeşinde görmen gereken taraf, imana, İslam’a ait güzellikler olmalıdır. Yoksa görmemen gereken önemsiz kusurları büyüterek öne çıkarıp da kardeşliğe gölge düşürmek gibi uzaklaştırıcı bir yanlışa takılıp kalmamalıdır.

Bu konuda maneviyat büyüklerinin şu uyarıları da hep hatırlanmalıdır:

-Kardeşliği zedeleyecek duygu ve düşüncenin rüyalarınıza dahi girmesine fırsat vermeyin! Size sırtını döneni dahi kucaklama fazileti gösterin, bu sevimli tavrınızla yine siz kazanın!

-Allah’tan muvaffakiyet isteyenler, uyuşmazlık, kırgınlık ve ayrılık sebebi olabilecek düşünce ve tavırlardan mutlaka uzak durmalı, hep kardeşliği besleyip büyüten feragat ve fedakarlık örnekleri vermelidirler. Hatta size hasımca yaklaşanlara bile bir gül uzatıp ‘Bunu mu istiyordunuz?’ diyebilmeli ve onu da sıcak bir tebessümle kardeşlik duygularıyla karşılama olgunluğu göstermelidir!

-Bir beldede veya toplulukta müminler arasında uyuşmazlık ve kırgınlık görülüyorsa, bunun ilk sebebinin her şeyden önce kardeşlik ahlakının korunmadığında aranmalıdır. Kardeşlik hislerini kaybetmiş ve birbirinin kurdu haline gelmiş insanların ortak hedeflere ulaşmalarının mümkün olmayacağı gerçeği hep hatırda tutulmalıdır.

Tüm bu ikazlardan sonra buyurun bir de Rabb’imizin uyarısını dinleyelim Hucurat Sûresi 10. ayetten: “Mü’minler kardeştirler! Kardeşlerinizin arasında barışı sağlayın!”

“Ey iman edenler! Hepiniz toptan barışa girin de şeytanın peşine düşünlerden olmayın!” (Bakara-208)

Son söz:

Fatebiru ya ülil ebsar! Düşünün ey basiret sahipleri! Kardeşler arasında barış sağlayıcı himmet ve hizmetiniz söz konusu mu?
 
 
 
 

İlk bakıştan sonra

İlk bakıştan sonra

Allah Tealâ kitabında buyuruyor:
“Ey Rasulüm! Müminlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramlardan korusunlar! İmanı olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar!” (Nur, 30).

Dolayısıyla işin başı insanın gözlerine hakim olmaya çalışmasıdır. Hz. Peygamber s.a.v. isteyerek olmayan ilk bakışın affedildiğini, fakat sonrakinden sorumlu olunduğunu belirtmektedir:

“Ya Ali, ilk bakıştan sonra ikinci kez bakma. İlk bakış bağışlanabilir, ama ikincisi değil.” (Tirmizî, 1837) buyurmuştur.

Ayrıca şöyle sakındırmaktadırlar:
“Gözlerin zinası bakmak, kulakların zinası dinlemek, dilin zinası konuşmak, elin zinası tutmak, ayağın zinası da yürümektir.” (Müslim, 6754).

“Bakış şeytanın zehirli oklarından biridir. Kim Allah korkusuyla onu terk ederse, tadını kalbinde duyacağı bir imanla mükâfatlandırılır.” (Taberanî, 10362).

“Bir müslüman tesadüfen bir kadının güzelliğine bakar ve sonra gözlerini çevirirse Allah ona ibadet nimeti verir ve bu nimeti ona tatlandırır.” (Müsned, 21247)

Her yaptığı ve her söylediği bizim için çok önemli bir örnek olan Hz. Peygamber s.a.v. genç kuzeni Fadl’ı kadınlara bakmaktan çok nezih bir yolla sakındırmıştı.

Veda Haccı dönüşünde terkisinde Fadl olduğu halde giderken, onun soru sormak isteyen bir kadına bakmaya başladığını fark eder. Elini yüzüne koyar ve nazik bir şekilde öte tarafa çevirir. (Buharî, 1417)

Bugün bizler de birbirimizi uyarıp kardeş ellerimizi birbirimizin yüzüne koymalıyız. Uyaracak kimse olmasa bile iman elimiz, takva ve vicdan elimiz hep kendi yüzümüzde olmalıdır.

Çünkü Allah Tealâ’nın müjdesidir: Gözüne hakim olanların kalbi en güzelleri görmeye layık olacaktır.

Güzel dururken başkasına kim bakmak ister?!

http://semerkanddergisi.com/goz-ve-haram/


Günün Menkıbesi: Sana vasiyetim var

Günün Menkıbesi: Sana vasiyetim var
 

Adem aleyhisselam kırkbin evladını gördü.
Vefatına yakın oğlu Şit aleyhisselamı çağırdı huzuruna:

- Ya Şit!
- Buyur baba.

- Sana beş vasiyetim var.
- Emret babacığım!

- Bir, dünyaya gönül bağlama! İki, bir iş yaparken, sonunun nereye varacağını düşün! Üç, kadın sözüyle hareket etme! Dört, bir işe başladığında, kalbine sıkıntı gelirse o işi yapma! Beşincisi ve en mühimi, alnında parlayan “Nur”, ahir zaman Peygamberi Muhammed Mustafa’nın “sallallahü aleyhi ve sellem” nurudur. Bu Nuru iyi muhafaza et!

Oğlu Şit aleyhisselam;
- Baş üstüne babacığım! dedi.

Ve sordu peşinden:
- Babacığım! Muhammed aleyhisselamdan çok bahsediyorsun. Allah katında sen mi kıymetlisin, O mu?
- O kıymetli evladım.

- Neden babacığım?
- Çünkü Cenâb-ı Hak, bana vermediği altı fazileti Onun ümmetine verdi oğlum.

Şit aleyhisselam merak etti:
- Onlar nedir babacığım?

- Birincisi, Hak teâlâ bir hatamdan dolayı beni Cennetten çıkardı. Onun ümmeti çok günah yapsalar da yine Cennetine alır.

İkincisi, benim hatamı, bütün yer ve gök ehli duydu. O ümmetin binlerce günahını örter, göstermez.

Üçüncüsü, beni, bir hatam sebebiyle Havva’dan ayırdı. Onun ümmetini, binlerce günahları olsa da, eşlerinden ayırmaz.

Dördüncüsü, ben üçyüz yıl ağladıktan sonra tövbem kabul olundu. Onlar ise sadece pişman olsalar, affolurlar.

Beşincisi, ben bir hata işlemekle, üzerimden Cennet elbisesi alındı. Onlar, nice günahlar işlese de elbiseleri alınmaz.

Altıncısı, bana, tövbem kabul olunması için Arafat’a gitmem emrolundu. Onlar ise gönülden pişman olup, “Affet ya Rabbi!” deseler, Hak teâlâ; “Affettim!” buyurur.

Son olarak;
- Ey evladım! Ecelim yaklaştı. Benden sonra halifem ol! buyurdu.

Ve ruhunu teslim etti.
Vefat ettiğinde “bin” yaşındaydı.

 

27 Nisan 2015 Pazartesi

Haftanın Kuran-ı Kerim mesajları – 42


Haftanın Kuran-ı Kerim mesajları – 42


 


1 - Rum sûresi 31,32. âyet

 

Başka her şeyden geçerek O’na tam gönül verin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı hakkıyla ifa edin! Ve asla dinlerini parça parça edip kendileri de öbek öbek olan o müşriklerden olmayın! Öyle ki her hizip, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.

 

***************

 

2 - Kamer sûresi 4. âyet


Oysa onlara kendilerini inkârdan vazgeçirecek ibretler ihtiva eden nice olaylar bildirilmişti!

 

***************

 

3 - Kureyş sûresi 1-4. âyetler


Kureyş’i ısındırıp alıştırdığı; onları kışın (Yemen’e) ve yazın (Şam’a) yaptıkları yolculuğa ısındırıp alıştırdığı için, Kureyş de, kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsin.

 

***************

 

4 - Zuhruf sûresi 80. âyet


Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz (melekler) yazmaktadırlar.

 

*****************

 

5 - Teğabun sûresi 17. âyet

 

Eğer Allah’a ödünç verirseniz O sizin için, onun kârını kat kat artırarak verir, hem de sizin günahlarınızı bağışlar. Çünkü Allah şekûr’dur, halîmdir (küçük iyiliklerden ötürü bile büyük mükâfat verir, müsamahakârdır, cezalandırmada acele etmez).

 

 

 

Kalp kararması

Kalp kararması

Burada olup biten, göz görürken kalbin körleşmesidir. Çünkü işlenen haramlar yavaş yavaş kalbi karartır. İnsanın safiyetini, temizliğini alıp götürür.

Mümin işlediği her günahın zararına karşılık Allah’ı anarak, ibadete yoğunlaşarak kalbini tekrar temizlemeye çalışmazsa zamanla kapkara kesilir. Hz. Peygamber s.a.v. şöyle buyurmuşlardır:

“Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahından tövbe edip uzaklaşırsa kalbi arınır. Tövbe etmeyip günah işlemeye devam ederse o siyah nokta artar ve nihayet kalbin her tarafını kaplar.” (İbn Mâce, 4234).

Efendimiz s.a.v. başka bir hadislerinde de tövbeye, kalbi temiz tutmaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadırlar:

“Bir kul bir günah işler ve ‘Ey Allahım günahımı bağışla’ der. Allah Tealâ, ‘Kulum günah işledi, günahını bağışlayan ve ondan dolayı hesaba çeken bir rabbinin olduğunu da bildi’ buyurur.

Sonra adam yine döner bir günah daha işler. Bunun üzerine de, ‘Ey Rabbim, günahımı bağışla’ der. Allah Tebâreke ve Tealâ, ‘Kulum bir günah işledi ve de günahı bağışlayan ve ondan dolayı hesaba çeken bir rabbinin bulunduğunu bildi’ buyurur.

Kul sonra yine döner ve bir günah daha işler. Bunun ardından da, ‘Ey Rabbim, günahımı bağışla’ der. Allah Tebâreke ve Tealâ, ‘Kulum bir günah işledi, aynı zamanda günahını bağışlayan ve günahtan dolayı hesaba çeken bir rabbinin olduğunu da bildi. (Bundan sonra günaha düşmeden) istediğini yap, seni bağışladım’ diye buyurur.” (Müslim, 4953)

http://semerkanddergisi.com/goz-ve-haram/


İsmail Aybey - Peygamberimizden Eğitim Metodları

İsmail Aybey - Peygamberimizden Eğitim Metodları

İsmail AYBEY

 

Nisan ayı boyunca, Alemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimizle ilgili değişik etkinlikler düzenlendi. Yazılı ve görsel medyada da onun güzel ahlakı anlatıldı.
           
Şüphesiz ümmet olarak, onun anlatmak bizim vazifemiz olmalı. Onu anlatmalı, şayet anlatamıyorsak onu güzel anlatan kitapları, eserleri okumalı, okutmalıyız.
 
            Her şeyin en doğrusunu, en güzelini uygulayan Peygamberimiz, eğitimde de en güzel metotları kullanmıştır. Bilhassa eğitimcilerin, Peygamberimizin metotlarını uygulamaları, hem kendileri için hem de hitap ettikleri kitleler için çok faydalı olacaktır.
 
            Bu minvalde, Vahdet Gazetesi Yazarı İlhan ERANIL, “Bir Eğitimci Olarak Peygamber Efendimiz” başlığıyla güzel bir yazı kaleme almış. Yazısından dikkat çeken yerleri maddeler halinde sizlere sunmak istiyorum.
 
1-Peygamberimiz bireysel ayrılıklara önem vermiştir; bu konuda o, insanlara güçlerinin yetebileceği kadar sorumluluk verilmesini istemiş kendisi de öyle yapmıştır. Örneğin, kendisinden en iyi amelin hangisi olduğunu soranlara, durumlarına göre cevap vermiştir. Birine beş vakit namaz kılmandır derken bir başkasına anne ve babana iyilik etmendir, bir başkasına Allah yolunda cihat etmendir diye karşılık vermiştir.
 
2-İyi bir eğitimcinin her şeyden önce kendini sevdirmesi gerekir. Öğretmenini sevmeyen öğrencinin dersi de sevmediği bir gerçektir. Sahabenin onu ne kadar sevdiğine, ona karşı seslenişlerinden anlıyoruz. "Canımız sana feda olsun Ya Resûlallah, anam babam sana feda olsun ya Resûlallah" ifadeleriyle yaklaşılan birisinin o sahabeler üzerindeki etkisinin nasıl olacağını herhalde tahmin edebiliriz.
 
3-Peygamberimiz karşılıklı diyalog, tartışma ve soru-cevap yöntemlerini kullanırdı. Zaman zaman, latife ve şaka yoluyla öğretmeyi kullanmıştır. “Beğenilmek ve takdir edilmek” bütün insanlar tarafından önemsenen bir durumdur. Sosyal bir varlık olan insan, başkalarına kendini beğendirmek, saygın olmak ve saygı görmek ister. Bu ise küçük-büyük herkes tarafından önemsenmektedir.  Çocuklar, neyi doğru, neyi yanlış yaptıklarını büyüklerin beğenisine bakarak tayin ederler.
 
Soru sorarak ilgi uyandırırdı. Anlatacağı konuya dikkat çekmek, merak ve ilgi uyandırmak için soru sorardı. Bir gün sahabelere “Müslüman kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar da: “Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dediler.
 
Yeterince dikkat uyandırdıktan sonra: “Müslüman, diğer Müslümanlar’ın elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” buyurdu.
 
4-Bir konu ile ilgili anlatacaklarının tamamını bir anda anlatmıyor zamana yayıyordu. Dikkat etmişseniz kullandığı eğitim metotları da Kur'an-ı Kerim ile aynılık oluşturmaktadır. İçkinin yasaklanmasında olduğu gibi tedricilik önemli bir metot idi.
 
5-Bir olayı somutlaştırmak, öğrencilerin veya yetişkinlerin anlayacağı seviyeye indirmek eğitimdeki en önemli metotlardan birisidir. Peygamberimiz de örnekler vererek ve hikâyeleştirerek anlatırdı.
 
6-Peygamberimizin metotları arasında en önemlilerinden bir tanesi de yaparak ve yaşayarak öğrenmedir. İnsan duyduğunu unutur, gördüğünü hatırlar ama yaptığını öğrenir.
 
7-Eğitimde önemli konuların altını çizmek ve tekrarlamak, önemli bir öğretim metodudur. Çocuk, tekrarlanan şeylerin önemli olduğunu sezer. Bilgileri zihne yerleştirmek için sıkça tekrar ederiz. Tekrar sayesinde bilgiler kısa süreli hafızadan uzun süreli hafızaya aktarılır ve zihne iyice yerleşir.
 

http://www.gazetegordes.com/kose-yazisi-2913-peygamberimizden-egitim-metodlari.html


Anne Cennet Ne Kadar Güzel

Anne Cennet Ne Kadar Güzel

Bu olay gerçek mi bilemiyorum fakat yaşanması muhtemeldir, Sır kapısında benzerini görmüştüm. Acizane fakiri ağlattı ve keşke dedirtti...

   Stuttgart Waiblingen bölgesindeiki yılı aşkın haftalık çevre sohbetlerinden tanıdığımbir hanım telefonda şöyle ağlıyordu: Hocahanım, bizimburada bir komşu, kızını kaybetti. 18 yaşındaydı. Ani bir ölümle öldü. Annesi adeta çılgına döndü. Sürekli isyanda, Keşke kızım şöyle şöyle olsa idi de ölmese idi diye feryat figan ağlıyor. Ne olur bir gelseniz onunla siz konuşsanız. Sizi az çok tanıyor. Size saygısı var, belki sizi dinler. Biz ne yapacağımızı şaşırdık...

Ertesi gün gittim ve beni ölen genç kızın evine götürdüler. Evde matem, yas... Anne bir köşede hiç durmadan ağlıyor. Bana annesi şunları anlattı: "Kızım, ben ve babası her sene olduğu gibi geçen sene de memleketimiz izmir'e tatile gittik. Evimizin karşısındaki apartmanda bir genç adam oturuyor. Terbiyesi, asaleti, giyimi ve duruşu ile kızımın dikkatini çekmiş. Bana:

Anne bak! Evlenebileceğim genç dedi. Biz de 'tanışalım' diye bir tanıdığı ile haber gönderdik ve tanıştık. Maksadımızı arz ettik. Genç adam üniversite okuyan dindar ve kültürlü biri idi. Kızıma: 'Aramızda kültür farkı var, siz açık gezen bir hanımsınız, bense eşimin tesettürlü ve mazbut bir insan olmasını isterim.' deyince kızım 'En kısa zamanda dinimi öğrenecek ve tatbik edeceğim, bana zaman ver.' dedi. Ertesi yaz buluşmak üzere anlaştılar. Kızım ilk iş olarak kendisine dinimizi anlatacak, öğretecek bir yer aradı ve buldu. Çok gayretli dini bilgileri öğreniyor, namazlarını kılıyordu. Böylece izin bitti ve Stuttgart'a döndük. Burada bir göz doktorunun yanında sağlık teknisyeni olarak çalışıyor, iş zamanından arta kalan zamanında da Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek için çok gayret sarf ediyordu. Gelirken getirdiği mantoyu ve eşarbı evde giyip

'Anne yakışıyor mu?' diyordu. Bütün samimiyetiyle islam'ı öğreniyordu. Sivaslı bir komşumuz onu oğluna istemiş, o ise "ret" cevabı vermişti. Fakat o, bunu gurur meselesi yapmayarak Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek için onlardan yardım istemişti.

Bir gün 'Başım ağrıyor.' diye doktora gitti. 'Bir şeyin yok.' demişler. Ama baş ağrısı devam ediyordu. Göz, kulak ve diş tahlillerinin sonucunda da bir şey bulamamışlardı. Ama başının ağrısı da bir türlü geçmek bilmiyordu. Bana anlattığına göre, bir gün, evde kimse olmadığı halde, evimize bir genç delikanlı gelip ona kırmızı bir gül getirmiş 'Ben ahiretten geliyorum, Allah-u Teala Hazretleri seni benim kısmetim yazdı, cennette sen benimsin. Burada evlenmeyeceksin.' demiş.

Baş ağrısı durumu 15 gün sürdü. Son çare olarak şule'yi hastaneye tahlil için aldılar. Araştırmalar neticesinde hiçbir şey bulamadılar. Bir gün hastaneye gittiğimde yattığı odanın penceresinden bakıp bana şöyle dedi:

'Anne! Cennet ne kadar güzel.' Döndüm ve baktığı tarafa baktım, gördüğüm sadece park etmiş arabalardı. Ama o büyülenmiş gibi mutlu bir şekilde pencereden bakıyordu.

Bana dedi ki: 'Anneciğim, beni yarın saat 8.00'de götürecekler.' dedi. Çılgına döndüm. Babasına koştum, 'Kızımız ölüyor, yetiş.' dedim. Babası da çaresiz yüzüme baktı. Söylediklerine inanamıyorduk; ama yine de endişe ve telaşımız had safhadaydı. 'Ya doğruysa.' diyordum. O gece hiç uyuyamadım. Ertesi gün sabah 7.00'de hastanedeydim. Babası koridorda, içeri girmeye dayanamamış, çaresiz ağlıyordu. İçeriye girdim. Kızım bana şöyle vasiyette bulundu:

'Anneciğim, ben ölünce sakın ağlama. izmir'deki o gence de benden selam söyle, Cenab-ı Hak ona mutluluklar versin. Ona minnettarım, dinimi öğrenmemde bana sebep oldu. Anne, bu fakir gence maddi yardımda bulun ve onu istediği bir kızla evlendir. Hesabımda onun evlenmesi için yeterli miktarda para var.

Bu arada sık sık saate bakıyordu. Sonra büyülenmişçesine 'Geldiler.' dedi.

Yüzüme baktı, korku ifadesi vardı. 'Anne, Azrail'in ayakları ne kadar büyük.' dedi, odanın uzunluğu kadar.

'Babama selam söyle.' dedi. Başını yastığa koydu,

Kelime-i şehadet getirdi ve kızım öldü!!!

Adeta çıldırmıştım. Odadan kendimi dışarı attım, 'Bey' dedim 'Kızımız öldü'. ikimiz tekrar odaya daldık, kızımız vefat etmişti. Bizden istediklerini yerine getirdim. şimdi ben bu acıya nasıl dayanırım?'(S. Yerlikaya)

Bu ibret dolu olay, dinimizi öğrenme, marifetullah konusunda derinlememiz hususunda iyi bir ders olur inşaallah.


Günün Menkıbesi: Onu Melekler yıkadı

Günün Menkıbesi: Onu Melekler yıkadı
 

Hanzala “radıyallahü anh”, Medineli bir sahabi.
Gasil-ül melaike lakabıyla meşhurdur.

Uhud cenginden bir hafta önce nikahlandı.
Bir gün önce de düğün yapıp, gerdeğe girdi.

Girdi ama, başka bir heyecan içindeydi o gece.

Neydi o?
Yarınki savaş! Hele şehid olursa!
Ne büyük saadet olacaktı onun için.

“Ya yetişemezsem…!”
endişesi içindeydi gece boyu.
Bu korkuyla gözünü kırpmadı.

Ve bir ara geciktiğini hissetti.
Fırladı yataktan.

Kılıcını kapıp, yel gibi çıktı evden.
Koşturdu Uhud’a.

Ama unuttuğu bir şey vardı.
Gusletmek. Gusletmeyi unutmuştu.

Cenk yerine vardığında, Resulullah efendimiz aleyhisselam safları düzeltiyordu. Süratle koşup girdi son safa.
Ooh! Çok şükür, yetişmişti son anda.

Şimdi tek şeyi düşünüyordu.
“Şehit olmayı”.

Müşrik ordusu bozulmuş, küffâr sağa sola kaçıyordu artık.
Ama Hanzala mahzundu.
Çünkü şehit olamamıştı.

İşte tam o esnada, sırtına soğuk bir çeliğin girdiğini hissetti.
Evet, bir müşrik, sırtından mızraklamıştı Onu.

Vücudundan kan fışkırırken, ikincisi saplandı.
Derken üçüncüsü ve dördüncüsü...

Yığılıverdi oracığa.
Şehit olmuştu.

Savaş sona erince Müslümanlar Medine’ye dönmeye başladılar.
Harbe iştirak edenlerin yakınları, acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı.

Bunların arasında şehitlik şerbeti içen hazret-i Hanzala’nın hanımı da vardı. Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu.

Ancak sorulan soruları sevgili Peygamberimiz “aleyhisselam” cevaplıyordu.
En son olarak soru sorma sırası, Hanzala’nın hanımına gelmişti.

Resulullah efendimize yaklaşarak sordu:
-Ey Allah’ın Resulü! Hanzala nerede?

Sevgili Peygamberimiz cevabında buyurdu ki:
- Hanzala şehit oldu.
Bunu üzerine Hanzala’nın hanımı yere bakarak, sessizce;
-Ya Resulallah, şu anda söyleyeceğim, bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Hanzala, boy abdestini dahi alamadan hemen harbe katıldı. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi.

Peygamber efendimiz;
- (Sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala’yı meleklerin yıkadığını gördüm) buyurdu.

Bunun için ona “Gasil-ül melâike” denir.
Yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala)

 

26 Nisan 2015 Pazar

Kâinata meydan okumak ister misiniz?

Kâinata meydan okumak ister misiniz?

Kâinata meydan okumak ister misiniz?

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
10 Nisan 2015, 08:34
       
“Meydan okumak”, cesaretin göstergesi, korkusuzluğun belgesidir.
 
Meydan okumak, kavgaya, mücadeleye, savaşa çağrıdır.
 
Herkes kendi çapında sınırlı da olsa meydan okuyabilir.
 
Ancak küçük büyük her şeye, hatta bütün kâinata meydan okumak, her kişinin değil, er kişinin kârıdır.
 
Dahası, bütün kâinat birleşip üzerine gelse bile korkmamak, kaçmamak, üzülmemek, kâmil iman sahiplerinin özelliğidir.
 
Çünkü “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” demiştir Bediüzzaman.
 
İşte mükemmel imanın zirvesinde olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabeler, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” demiş, cihana kafa tutmuşlardır.
 
Onlar sayıca, makamca, malca yetersiz oldukları hâlde cesaretleriyle kahramanlık destanları yazmışlardır. Bunun sebebi, her şeyin yaratıcısı ve tek sahibi olan Allah’a sarsılmaz bir şekilde iman etmeleridir.
 
Çünkü “Kimin için Allah var, ona her şey var. Ve kimin için yoksa her şey ona yoktur, hiçtir.”
 
Allah’a inanan, O’na tevekkül eden kimseye Allah yardım eder, dertlerine deva, hastalıklarına şifa ve borçlarına eda imkânı verir.
 
Kim iman, ibadet, ahlâk ve dine hizmetiyle Allah’ı razı ederse, Allah da onu ikram, ihsan ve sıra dışı yardımlarıyla memnun eder.
 
Rabbimizin, “Beni zikredin, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin” buyurması da bu gerçeği ifade eder. (Bakara Suresi, 153).
 
Aslında dindar olmak demek, bir anlamda kâinata meydan okumak demektir.
 
Kimlere ve nelere meydan okumak?
 
Başta nefis ve şeytana, şeytanın yolundan gidenlere, inkârcılığa, ahlâksızlığa, adaletsizliğe meydan okumak…
 
Böylece hakiki mümin ve gerçek dindar, önce kendini, çevresini ve toplumu değiştirmeye ve düzeltmeye çalışmalıdır.
 
Bunun için gerekirse acı çekmeli, çileye katlanmalı, fedakârlıkta bulunmalıdır.
 
İşte insanlığı ıslah etmek ve güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ideal uğruna kâinata meydan okumaktan çekinmedi.
 
Nitekim yetim doğmuş, küçük yaşlarda annesini ve dedesini kaybetmiş, dayanılmaz işkence ve iftiralara uğramış, maddî ve manevî ambargolar yaşamış, en muhtaç olduğu bir zamanda hanımı ve amcası ölmüş, hicrete ve birçok savaşa mecbur olmuştur, ama asla iman davasından dönmemiş, Allah’a iman ve sadakatten vazgeçmemiştir.
 
Hikmetli bir ders...
Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden, yanına kadar gelerek, yalın kılıç elinde olduğu hâlde, Peygamber Efendimize:
 
“Şimdi seni elimden kim kurtaracak?” demiş, o da, sanki kâinatı titreten bir sesle haykırarak: “Allaaah!..” karşılığını vermiştir.
 
Efendimizin cesareti ve heybetli sesi karşısında Gavres, iki omzu ortasına gaipten bir darbe yemiş gibi kılıcı elinden düşürmüş, yere yuvarlanmıştır. Bu kez Allah Resûlü, yere düşen kılıcı eline alarak:
 
“Ya şimdi seni benden kim kurtaracak?” demiştir. Ama onu cezalandırmamış, yine affetmiştir. O adam kabilesinin yanına gidince, insanlar, “Ne oldu sana? Niçin bir şey yapamadın?” diyerek hayretlerini ifade etmiş, o da şöyle cevap vermiştir:
 
“Ben şimdi, insanların en hayırlısının yanından geliyorum.”
 
İşte imanın gücü! Resûlullah (s.a.v.) bir kişiye de bir orduya da aynı cesaret ve kararlılığı göstermiş bir kahramandır.
 
Onun ümmeti olarak bize yakışan, aynı iman ve kararlılıkla Allah’a dayanıp hiçbir şeyden korkmadan her türlü kötülüğe savaş açmak, her türlü iyiliği yaymak için çırpınmaktır.
Çünkü; İlâhî müjde kesindir:

“Sakın yılmayın ve üzüntüye kapılmayın! Eğer iman ediyorsanız mutlaka üstün gelirsiniz!” (Âl-i İmran Suresi, 139).