3 Eylül 2019 Salı

Avrupa ilmi müslümanlardan öğrendi


Avrupa ilmi müslümanlardan öğrendi

Endülüs Emevileri Döneminde dünyanın en önemli kütüphanelerinden biri haline gelen Granada'daki 1 milyon cilt kitap, bölge işgal edildikten sonra Babü'r-Remle Meydanı'nda yakılmıştır. 

Bu konuda Marie Curie'nin eşi, 1903'te Nobel Fizik Ödülü alan ünlü fizikçi Pierre Curie şunları söylemiştir: 

« Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. »
**********
Face'den alıntı



2 Eylül 2019 Pazartesi

PAZARTESİ SENDROMU NASIL AŞILIR?

PAZARTESİ SENDROMU NASIL AŞILIR?


 0
Pazartesi sendromlarından muzdarip olmak istemiyorsanız, hafta sonuna kadar her günü dakika dakika işkence gibi yaşamayı çekilmez buluyorsanız, haftaya asık suratla ve keyifsiz olarak başlamak zor geliyorsa yapabileceğiniz tek şey var: Sevdiğiniz işi yapmak. 
Pazartesi sendromu olarak bilinen hafta sonu istirahatının ardından hafta başında yeniden işe başlamanın getirdiği psikolojik sıkıntı doğuda batıda iş sektörü ile ilgili en büyük problemlerden bir tanesi. Pazartesiye düşman olarak bir türlü açılmayan gözlerle zoraki başlanan gün stres ve sıkıntı içerisinde devam eder ve bütün bir gün işlere yeniden alışmaya çalışmakla geçer.
BİR HAFTA NASIL GEÇER?
Pazartesi günü içerisinde ve Salı günü boyunca duyulan karamsarlık hafta sonu yapılan faaliyetlerin paylaşılmasıyla dağıtılmaya çalışılır. Çarşamba biraz daha rahat geçer. Ne de olsa haftanın ortası olmuş, hafta sonu planları zihne üşüşmeye başlamıştır. Perşembe hafta sonu neler yapılacağı düşüncesiyle geçer. Cuma günü ise hafta sonunu düşünmekten işe yoğunlaşmak mümkün değildir neredeyse. Her ne ise hafta sonu gelir ve bitmesin umuduyla dakika dakika keyfi sürülür. Sonrasında yine pazartesi vardır, yine iş vardır, yine stres vardır.
SEVDİĞİNİZ İŞİ YAPIN
Bir gazete bütün ünlü yazarlarla nerede ve ne zamanlar tatil yaptıkları hakkında kısa röportajlar yapmıştı geçtiğimiz senelerde. Çetin Altan’a da sormuşlardı aynı soruları fakat aldıkları cevap diğer bütün yazarlardan farklı, şaşırtıcı ve dikkat çekiciydi. Şöyle diyordu:
“Benim tatil yerim daktilomun başı ve tatil zamanın işimi yaptığım her gün. Ben işimi seviyorum o yüzden çalıştığım sürece her gün tatil yapıyorum.
Çetin Altan’ın bu sözlerini okuduğumda, aklıma Konfüçyüs’ün şu sözleri geldi: “Sevdiğiniz işi yapın, çalışmazsınız.”
Pazartesi sendromlarından muzdarip olmak istemiyorsanız, hafta sonuna kadar her günü dakika dakika işkence gibi yaşamayı çekilmez buluyorsanız, haftaya asık suratla ve keyifsiz olarak başlamak zor geliyorsa yapabileceğiniz tek şey var: Sevdiğiniz işi yapmak.
ÇALIŞARAK DİNLENİN!
Şu an yaptığınız iş sevdiğiniz iş olmayabilir. Elinizden geliyor, gücünüz yetiyorsa değiştirin işinizi ve sevdiğiniz işi yapmaya başlayın. Şayet elinizden gelmiyorsa, yaptığınız işten zevk almaya ve keyif duymaya çalışın.Ürettiğiniz ürün ya da hizmetten faydalanan insanları düşünün. Sizin sayenizde işi kolaylaşan, sevinen, gülümseyen yüzleri getirin gözünüzün önüne. Siz olmazsanız o işin olmayacağını, en azından sizin yaptığınız kadar güzel olmayacağını düşünün.
İş yerinin bütün yüklerini yüklenin üzerinize demiyorum. Diyorum ki; her ne iş yapıyorsanız yapın, yüreğinizi ve sevginizi katarak yaptığınız işe, o işi en iyi yapan insan olun. Malzemesi, hazırlanışı, kıvamı, her şeyi tamamıyla aynı olsa da iki yemeğin, sevgiyle yapılanın fark edildiği gibi sevgiyle yapılan işin kalitesi fark edilir. Böyle olunca da hem sizin ürettiğiniz ürün ya da hizmetten faydalanan insanlar mutlu olur, hem de siz; sevdiğiniz işi yaparak çalışmış değil dinlenmiş olursunuz.
Çalışarak yorulmayı bırakın artık, çalışarak dinlenin…
Kaynak: Mehmet Dinç, Altınoluk Dergisi, 361. Sayı



1 Eylül 2019 Pazar

ŞÜKÜR NEDİR, NASIL ŞÜKREDİLİR?

ŞÜKÜR NEDİR, NASIL ŞÜKREDİLİR?


 0
Nîmetin hakkı, onun üzerinde tefekkür etmek, onu yaratanın varlığına istidlâl etmek, O’nun kudret ve ihsânını düşünerek şükretmektir.
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Allâh’ı zikrederek sohbet etmek çok güzeldir. Allâh’ın nîmetleri üzerinde tefekkür ise, ibadetlerin en fazîletlilerindendir.” (Ebû Nuaym, Hilye, V, 314; İmâm Gazâlî, İhyâ, VI, 45)
Küfrân-ı nîmet; yani nankörlük ise, nîmetin şükrünü ihmâl etmek, onu hoyratça, nefsânî ölçüler içinde ve ten plânında tüketip ziyân etmektir. Bu hâller kişiyi, nîmetleri lûtfeden Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırır.
Şükür üç kısımdır:
1. Kalbin şükrü: Nîmeti düşünmektir.
2. Dilin şükrü: Nîmete karşılık hamd ü senâ etmektir.
3. Diğer âzâların şükrü: İstihkākı kadar nîmetin karşılığını vermektir.
Öte yandan; “Her nîmetin şükrü kendi cinsinden olur.” denilmiştir. Yani Cenâb-ı Hak bize ne lûtfetmişse, ondan mahrumlara ihsan ve ikram etmemiz îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de ihsân et!..” (el-Kasas, 77)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Tefekkür, Erkam Yayınları




31 Ağustos 2019 Cumartesi

MEMNUNİYETSİZ EŞLERE NASİHATLER

MEMNUNİYETSİZ EŞLERE NASİHATLER


 1

Aile huzurunu baltalayan, saâdete gölge düşüren temel sebeplerden biri de memnuniyetsizliktir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde bu mesele net bir şekilde ele alınmıştır.
Rabbimiz, Nisâ Sûresi 19. âyette şöyle buyurmuştur:
“…Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmadıysanız, olabilir ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah onda pek çok hayır yaratmış olur.”
“BEN”LİKTEN “BİZ” OLMAYA GEÇİŞ
Âyetin tefsiri kabîlinden bir hadîs-i şerîfte ise;
“Bir kimse karısına kin beslemesin, onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ, 61) ifadesi ile yol-yordam öğretilmiştir.
Tabii ki, bu durum, hanımların da kulaklarına küpe yapmaları gereken bir husustur.
İki farklı fert ve karşı cinsin, bir âile olmasının tamamen sancısız olmasını beklemek, toz pembe tablolar hayal etmek; insaf ve gerçek dışıdır. Kimi çizgi film veya filmlerde sergilenen, neredeyse kusursuz sevda ve birliktelikler, gençlerde maalesef o türden beklentilere yol açabilmektedir.
Romantizmin, hoşgörü ve nezâketin en üst seviyede yaşandığı hikâyelerle büyüyen gençler, gerçek hayatla karşılaştıklarında ciddî bocalamalarla yüz yüze gelebilmektedir. Hele kişide şımarıklık ve maymun iştahlılık da varsa, kimi zaman yuva kurmadan önce “Bir deneyelim bakalım, yürümezse boşanırız!” fikrine sahip olarak, baştan sakat bir tutumla yola çıkanlar giderek çoğalmakta, maalesef…
aile
Evlilik gibi ciddî bir müesseseye, büyüklerimizin tabiriyle “geçinmeye gönlü olmayan”“burnu Kaf Dağı’nda”fertler olarak adım atılınca, “ben”likten “biz” olmaya değil geçmek; geçmeye niyette bile sıkıntılar yaşanmaktadır.
Yukarıdaki âyette geçen “hoşlanmak” kavramının üzerinde bir müslüman olarak kafa yormak gerek önce… “Hoşlanmadığımız durumlar, gerçek problemler mi; yoksa bizim problemli bakış açımızdan kaynaklanan görme bozuklukları mı?” sorusuna cevap bulmalıyız. Yanlış numaralı ya da puslu gözlükle net görüş elde edilemeyeceği gibi, problemli bakış tarzıyla da sağlıklı tesbit yapılamaz. Kriterlerimiz, evlilik kurumuna yüklediğimiz misyon, bu hususta çok önemli mihenk taşları…
Hayat çizgimizde “pergelin sabit ayağı, Kur’ân ve Sünnet çizgisine oturtulmadıkça”, hevâ ve nefsten yana zikzaklar çizmemiz kaçınılmaz olacaktır.
MÜSLÜMAN AİLENİN FARKI NEREDE?
Meselâ dar bir geçimle imtihan edilen bir âile reisi düşünelim. “İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta…”diye başlayan klasik söz cümlelerine cân u gönülden ve belki de üzerinde fazla düşünmeden “evet” diyerek başlanan bir âile yuvasında, böyle bir maddî sıkıntı oluştuğunda, müslüman âilenin farkının ortaya çıkması gerekmez mi?
Ümmetinden olmakla şeref duyduğumuz Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âile efrâdının, Medîne’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar üç gün arka arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmadığını[1], iki ayda üç hilâli görünceye dek evlerinde hiç ateş yanmadığı günler olduğunu[2] ve daha nice sıkıntılar içinde hayat sürdüklerini bilenlerin, maddî beklentilerini tekrar gözden geçirmesi gerekir şüphesiz…
Kâ’bına varılmayacak bu mütevâzî hayat hikâyelerini, pek çok hadîs-i şerîf ve siyer kitabı vesîlesiyle iç geçirerek okuyup, açlığın şiddetinden karnına taş bağlayan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ı kirâmı yâd ederek gözleri dolanlar, dünyanın fânîliği ve yalan oluşu ile ilgili ilâhîleri vecdle dinleyenler, pratik hayattaki sonu gelmez dünyevî isteklerindeki çelişkiyi nasıl îzah edebilirler acaba? Âdeta sonu gelmeyip sürekli uzayan istek listeleriyle, eşlerini bunaltan ve bir türlü memnun da olmayan kişiler, yıldız sahabîlerle aralarındaki uçurumu fark etmiyorlar mı?
ailehukuku2
Böylesine mütevâzî hayatlarına rağmen, günümüze kıyasla çok mâsum bazı dünyevî isteklerde bulunduklarında, şu âyetle ikaz ediliyor Ümmetin Anneleri:
“Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: «Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız; gelin, size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle salıvereyim. Yok, eğer Allâh’ı, Rasûl’ünü ve âhiret yurdunu istiyorsanız, muhakkak ki Allah, içinizden ihsan sahibi olan kadınlara büyük mükâfat hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 28-29)
TATLI BİR SÖZ VE SICAK BİR GÜLERYÜZ 
Tamamı, Allah ve Rasûl’ünü seve seve seçen Annelerimizin bu uyarılış tarzı, bizim de kendimize çeki düzen vermemizi gerektiriyor.
Beklenti listesi, her zaman dünya malı şeklinde olmayabilir elbette… Memnuniyetsizlik pek çok şekilde kendini gösterebilir. Meselâ evi, eşi ve çocukları için pek çok fedâkârlığa katlanan bir hanımın çabaları görmezden gelinerek eksik ve hatalarının büyütülüp yüzüne vurulması da hazin bir vâkıa… Akşama kadar bir çift tatlı söz ve sıcacık güler yüz umuduyla türlü yorgunluklara aldırmadan koşturan bir hanım ya da beyin çeşitli hata ve eksikleri sebebiyle sitem ve eleştirilere mâruz kaldığını düşünsenize… Ne büyük bir hayal kırıklığı olur kim bilir?! Bardağın boş tarafını görmek, meselelere dar pencerelerden bakıp bütünü keşfedememek bu olsa gerek…
Müşkülpesentlik, bir türlü memnun ve mutlu olamama, çoğu zaman bir karakter zaafı ve kişilik bozukluğu olarak kendini gösterir. Bu durumda olan kişiler, hayatı hem kendilerine, hem de sevdiklerine zorlaştırırlar. Nefis terbiyesi, gerektiğinde terapi ve tedavi ile çaresine bakılmazsa, bahsettiğimiz uzayıp giden listeler ve surat asma bahaneleri çoğu zaman bitmez maalesef… Ufkumuzu Güneş gibi aydınlatan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavrı ise, bu tutuma taban tabana zıt… Engin hoşgörü, insanî hataları görmezden gelme, yüreklere inşirah veren dâimî mütebessim bir çehre ve her vaziyette güzellikleri görme çabası onun şiârı… Kendisinde, yüz çevrilen ölü köpeğin dişlerindeki güzelliği fark edecek kadar pozitif bakış açısında zirve… Bize yakışansa, yolunda ölmeye gayret olmalı, mü’min olarak…
Bu kısmın başında zikrettiğimiz Nisâ Sûresi’nin 19. âyet-i kerîmesini tefekkür etmeye dönelim bu noktada… Hoşlanmadığımız şeyde Allâh’ın pek çok hayır yaratmış olabileceği gerçeğine dikkatimiz çekilerek, kendi kendimize nasıl telkinde bulunabileceğimiz tâlim ediliyor. Bu hâliyle, hâdiselerin sadece görünen yüzüyle değil; esas perde arkasındaki mesajları ile ilgilenmemiz, bunu keşfetmek için fikir işçiliğine soyunmamız hususunda bir îkaz var âyet-i kerîmede…
DUA İLE BİRBİRİMİZİ DESTEKLEMELİYİZ
Çevremizdeki bütün gölge varlıklar, bizi yaratılış gayemize ulaştıracak vasıta ve basamaklar aslında… Bunu bilsek de bu vasıta ve basamaklar, zihnimizi, gönlümüzü gereğinden fazla meşgul ediyor, çoğu zaman… Araç olması gereken pek çok şey, gayeye dönüşüyor. Hâlbuki “hayat” denilen kişiye özel imtihanda birer soru, karşılaştığımız bütün hâdiseler… Hoşlandığımız hâdiselerde de şükür mü yoksa nankörlük ve rehâvet mi göstereceğimiz tartılıyor. Madem ki “esas hayat, âhiret hayatı”[3]; fânî hayatın çalkantılarındaki mesajları iyi okumaya çalışmak, bir soru üzerinde gereğinden fazla zaman kaybetmemek, başka sorularla puanlarımızı artırmaya gayret etmek akıllıca olan…
(Yazımın en başından sonuna kadar bütün tahlil ve tavsiyelerimi önce kendi nefsime yaptığımı, mü’min kardeşler olarak birbirimizi duâ ile desteklememiz gerektiğini de hatırlatmak isterim.)
Rabbimiz, kıyametten önceki son uyarıcısı olan Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aracılığı ile temel ve umûmî mesajlarını iletmiş insanlık âlemine… Karakterimize, zaaf ve eksiklerimize yönelik bize has soruları ise, çevremizdeki insanlar; özellikle de en yakınlarımız aracılığı ile bize yönlendiriyor.
gec_evlilik2
Söyleyene takılmadan, söyletene gönlümüzü açabilirsek; kimi zaman egoist ya da kibirli benliğimizin burnunu sürtmek, Kaf Dağlarında fütursuzca dolaşan ayaklarını yere bastırmak gibi sayısız hikmet ve sebepleri, kendimizi geliştirdiğimiz ölçüde ve tabiî ki Mevlâ’mızın izin verdiği nisbette fark edebiliriz. Gerçek ve kalıcı kazanç, âhiret kazancı olduğuna göre, Allah Teâlâ’nın dikkatimizi yoğunlaştırmamızı istediği pek çok hayrı da o yönde vereceğini ummalıyız.
“İlâhî, ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” (Ey Rabbim! Maksadım Sensin, isteğim de Senin rızândır.) cümlesini dille söylemenin yanında, hayatımıza yaygınlaştırdığımız sürece, gerçek huzur ve tevekkülü tatmaya yaklaşabiliriz, inşâallah…
Peygamberler, sahâbîler ve Allah dostlarının hayatlarında bu lezzeti tadıştan kaynaklanan bir engin gönüllülüğün pek çok misalini bulabiliriz.
BÖLÜŞÜLEN ŞÜKÜR VE MUTLULUK
“Bir olduklarında samanlığın seyran olduğu gönüller”, sadece sıradan ve avâm gönüller değildir diye düşünüyorum. Dünyadaki vakti açısından, kendisini “bir ağaç gölgesi altında dinlenen yolcu”ya benzeten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetinin vasfıdır, maddî ve mânevî kanaat hazinesine sahip olabilmek!.. Bölüşülen bir hurmada şükür ve mutluluğu paylaşabilmek… O kıvamdaki gönlün harcıdır sadece, Vahşî -radıyallâhu anh- için bile geçmişe bir şal örterek, beyaz bir sayfa açabilmek…
“Rabbimiz, bu geniş bahis üzerinde tefekkür ufkumuzu genişletsin ve râzı olacağı bir hâle büründürsün bizleri!..” diye duâ edelim ve Üstad Necip Fâzıl’ın şu güzelim sabır telkini ile bu maddeye son verelim:
Seni dağladılar, değil mi kalbim?Her yanın, içi su dolu kabarcık,Bulunmaz bu hâlden anlar bir ilim,Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık…
Sensin gökten gelen oklara hedef,Oyası ateşle işlenen gergef,Çekme üç-beş günlük dünyada esef,Dayan kalbim, üç-beş nefes kadarcık…
DİPNOTLAR
[1] Buhârî, Eymân, 22; Müslim, Zühd, 22.
[2] Buhârî, Hibe, 1; Müslim, Zühd, 28. Ayrıntılı bilgi için bkz: Riyazu’s-Sâlihîn Şerhi (Cep boy), Erkam Yayınları,“Zühdün Üstünlüğü” bahsi (cilt 3, s: 220-306) ile “Açlığın ve Sade Yaşamanın Üstünlüğü” bahsi (cilt 3, s: 307-393)…[3] “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikâk, 1; Müslim, Cihad, 126)
Kaynak: Dîdar Meltem Erdem, Şebnem Dergisi, Sayı: 126




30 Ağustos 2019 Cuma

30.08.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: VATAN BİZE EMANETTİR


30.08.2019 Tarihli Diyanet Cuma Hutbesi: VATAN BİZE EMANETTİR


Muhterem Müslümanlar!

Okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.”1 

Okuduğum hadis-i şerifte ise Resûl-i Ekrem (s.a.s) “Hangi amel daha hayırlıdır!” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Allah’a inanıp O’nun yolunda cihad etmek.”2


Aziz Müminler!

Üzerinde yaşadığımız vatan bizim için bir toprak parçasından çok daha fazla anlam ifade eder.  Vatan, hür yaşadığımız ve hür yaşamak için her türlü hayâsızca akına göğsümüzü siper ettiğimiz yerdir. Bütün dünyalar verilse dahi bir karışından bile vazgeçemeyeceğimiz cennet yurdumuzdur. Vatan, uğruna canını, cananını, bütün varını feda edip şehadet şerbeti içenlerin, varlığından vazgeçip gazi olanların bize miras bıraktığı mukaddes bir emanettir.


Değerli Müslümanlar!

Bizler, vatan müdafaasını sadece bir toprak parçasını korumaktan ibaret görmeyiz. Bu toprakları vatan yapan yüce değerlerimizi muhafaza etmek için her türlü gayreti gösteririz. Bu vatanda yaşayan her ferdin canını, dinini, malını, neslini, şeref ve haysiyetini koruruz. Din, dil ve ırk ayrımı yapmaksızın mazlumların ve mağdurların yanında yer alır; bize bel bağlayanların ümitlerini boşa çıkarmayız. İstiklal ve istikbalimizin sembolü olan şanlı bayrağımızın gönderden inmemesi için mücadele ederiz. Şehadetleri dinin temeli olan ezanlarımızın dinmemesi için her türlü fedakârlığı göğüsleriz.


Kıymetli Müminler!

Vatanı sevmek ve korumak her Müslüman için kutsal bir vazifedir. Düşman karşısında psikolojik, teknolojik ve ekonomik her türlü savaşa hazırlıklı olmak dinimizin emridir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususta şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Sabredin; düşman karşısında sebat gösterin; cihad için hazırlıklı ve uyanık olun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.”3 Peygamber Efendimiz (s.a.s) ise hak ve hakikat yolundaki bu kutsal mücadele
hakkında şöyle buyurur: “Ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla cihad edin.”4 



Aziz Müslümanlar!

İçinde bulunduğumuz ay, ecdadımızın vatanını ve mukaddesatını koruma uğruna eşsiz kahramanlıklar gösterdiği nadide bir aydır. Şanlı ecdadımız, iman dolu göğsüyle, cesaret ve kararlılığıyla nice Ağustos ayına damga vuran eşsiz zaferler kazanmıştır. Malazgirt’ten Kosova’ya, Mohaç’tan Büyük Taarruz’a kadar kazanılan zaferler bunun en büyük şahididir.  

Bu zaferler bize göstermiştir ki, Allah’ın yardımı daima müminlerle beraberdir. İnananlar    “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diye niyazda bulunduklarında, Yüce Rabbimiz,  “Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.”5 müjdesiyle müminleri daima desteklemiştir. 


Muhterem Müminler!

Yurdumuzun üstünde tüten en son ocak sönmeden vatanımıza namahrem eli asla değmeyecektir. Birlik ve beraberliğini her türlü menfaatin üstünde tutan, cesaret ve azimle çalışan aziz milletimiz, hiçbir zilletin boyunduruğu altına girmeyecektir. Kardeşliğimizi, muhabbetimizi ve dirliğimizi bozmak isteyenler dün olduğu gibi bugün de kaybetmeye mahkûmdur. Zira Hakk’ın yanında yer alanlar, adalet ve samimiyetle çalışanlar muhakkak zafere ulaşacaktır. Batılın destekçisi olanlar, zulmün, korkaklığın ve karanlığın pençesine düşenler ise bir gün mutlaka yok olacaktır. Nitekim Kur’an’ın beyanıyla “Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.”6


Kıymetli Müslümanlar!

Geçmişten geleceğe onurlu yürüyüşünü sürdüren aziz milletimizin varlığı bu dünya için umuttur. Zalimlere karşı ayakta durmamız, mazlumlara kol kanat germemiz ancak vatanımızı, milletimizi ve mukaddes değerlerimizi topyekûn savunmakla, madden ve manen güçlü olmakla mümkündür. 

O halde genciyle yaşlısıyla ecdadımızı örnek alıp aynı imanı, aynı gayeyi, aynı azmi, aynı sadakat ve teslimiyeti bizler de kuşanalım. Ülkemizi baskı altına almak, birlik ve beraberliğimizi bozmak, fitne ve fesatla bu aziz vatanı karıştırmak isteyenlere fırsat vermeyelim. Doğruluktan, iyilikten, hak ve hakikatten asla ayrılmayalım. 

Hutbemi bitirirken, tarih boyunca İslam’ın bayraktarlığını yapan, bu cennet vatanı bizlere emanet eden aziz şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi bir kere daha rahmet, minnet ve şükranla yâd ediyoruz.                                                          
 

1 Âl-i İmrân, 3/160.
2 Buhârî, Itk, 2.
3 Âl-i İmrân, 3/200.
4 Nesâî, Cihâd, 48.
5 Bakara, 2/214.
6 İsrâ, 17/81.

Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü


http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Sayfalar/HutbelerListesi.aspx



Efkan VURAL - Allah’ın İsimleri (Esmâ-i Hüsnâ=En Güzel İsimler)- 47


Efkan VURAL - Allah’ın İsimleri (Esmâ-i Hüsnâ=En Güzel İsimler)- 47

HAKÎM


Allah'ın en güzel isimleri olan "Esmaü'l-Hüsnâ" dan biri de el-Hakîm'dir

Sözlükte “iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmek” anlamına gelen hükm masdarından sıfat olup “hüküm ve hikmet sahibi” demektir.

el-Hakîm, hüküm ve hikmetin sahibidir. Bu konuda tüm kemal sıfatlarla muttasıf ve noksanlıklardan da münezzehtir.

el-Hakîm, Bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan.

el-Hakîm, ,“Her şeyin en iyi yönünü,en üstün bir ilimle bilen.”

el-Hakîm, “Doğrudan başka bir şey söylemeyen ve yapmayan.”

el-Hakîm, "Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan" anlamına gelir.

el-Hakîm, Her iş ve emrinde hüküm ve hikmet sahibi, gerekeni en güzel şekilde yapan anlamındadır.
Allah Hakîm’dir. Faydasız, boş ve tesadüfî bir işi yoktur. Her emir ve filinin her yönüyle sonsuz fayda ve hikmetleri  vardır. Her yarattığı şey , her yaptığı iş bütün kâinat nizamı ile ilgilidir. Allah'ın evrende kurmuş olduğu nizamda hiçbir uyumsuzluk görülmez. Herşeyin bir yaratılış sebebi vardır. Her şey bir düzen ve intizam ile yaratılmıştır.Allah Teâlâ, yaptığı her şeyi yerli yerince, eksiksiz ve tam yapar. En üstün bir ilim sahibidir ve yaptığı her şeyin  mutlaka bir hikmeti vardır.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde bazı ayetlerde şöyle buyurmaktadır:

"O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır."
(Secde Suresi 7. ayet)

"...Her şeyi yaratmış ve her şeye bir ölçü ve oluş tarzı takdir etmiştir." (Furkân Suresi, 2.ayet)

"(De ki:) "Allah’tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açıklanmış olarak indiren O’dur." Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur’an’ın gerçekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma!" (En'âm Suresi,114 .ayet)

“...En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr Sûresi, 24.ayet)

"Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah'ı tesbih ederler. O, güçlüdür, Hakim'dir."
(Saff Suresi,1. ayet)

"O, kullarının üstünde eşsiz kudret ve yetki sahibidir. O, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyla haberdardır." (En’âm Suresi 18. ayet)

“Allah hükmedenlerin hâkimi değil midir? ” (Tin Süresi, 8.ayet)

"Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi,71.ayet)

 (Bu yazı,Diyanet İslam Ansiklopedisinden yararlanarak hazırlanmıştır.)
 
 (Devam edecek)

Efkan VURAL
 

--


BİR NEFES


BİR NEFES


 0

Bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir.
Ebû’l-Hasan Harakanî -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Sabahleyin kalkan âlim ilminin, zâhid de zühdünün artmasını ister. Ebû’l-Hasan ise bir kardeşinin kalbine sevinç ve neşe verebilme derdindedir. Bir din kardeşini incitmeden sabahtan akşama çıkan bir mü’min, o gün akşama kadar Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile beraber yaşamış gibidir. Eğer bir mü’mini incitirse Allah Teâlâ onun o günkü ibadetini kabûl etmez. Türkistan’dan Şam’a kadar birinin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş benim ayağımı acıtmıştır, bir kalpte hüzün varsa o kalp benim kalbimdir. İlâhî! Bütün şartlar altında Sen’in ve Rasûlünün kölesi, mü’minlerin hizmetçisiyim!” (Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, 611-628)
YÂ RABBÎ İHLÂSIMI ARTIR
Herkesin dikkat edeceği en mühim husus, Cenâb-ı Hak’tan ihlâs taleb etmek. Bir mecliste ihlâs varsa, orada her şey vardır. İhlâs yoksa, istediği kadar kitaplar okunsun, tefsirler ve sâire okunsun, feyz olmaz. Fakir, duâlarımda dâimâ; «Yâ Rabbî ihlâsımı artır!» diye duâ ediyorum. İhlâs en güzel şey. İhlâsı olana Cenâb-ı Hak her şeyi bol bol ihsân eder.” (Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi ile Sohbetler, s. 181)
SENİ İLGİLENDİRMEYEN KONUDA KONUŞMA
Zeyd İbn Eslem -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Ebû Dücâne hasta iken ziyaretine giden birisi Ebû Dücâne’nin yüzünün (ışıl ışıl) parıldadığını görünce: “Yüzün neden böyle parıldıyor?” diye sorar. Şu cevabı verir: “İki amelime hüsn-i zannım var, herhâlde ondan olsa gerek:
1. Beni ilgilendirmeyen konularda konuşmam,
2. Müslümanlara karşı gönlümde kötülük beslemem.” (İbn-i Sa’d, III, 557.)
KENDİNİ BÜYÜKLERDEN BİLMEK KÜÇÜKLÜK İŞÂRETİDİR
“Müçtehid âlimlerimizden Ahmed b. Hanbel, Bağdat’ta pazardan dönüyordu. Onu elinde pazar çantasıyla gören biri, koşarak gelip çantasını alıp taşımak istedi. Vermek istemeyince de ısrar etti: “Efendim, büyüklerimize hizmet etmek, bizim vazifemizdir!” Ahmed b. Hanbel şu karşılığı verdi: “Biz kendimizi çantası taşınacak büyüklerden bilirsek, bu kibir olur, küçüklüğümüzün delili sayılır. Bu sebeple bizi çantası taşınacak büyüklerden bilmek size sevap kazandırsa da bize günah getirir. En iyisi, kendi yükümü kendim taşımalıyım. Çünkü mahşerde de herkes kendi yükünü kendisi taşıyacak, kimse kimsenin yükünü yüklenmeyecektir!”
HİZMET EDEN MÂNEN DE TERAKKİ ETMELİDİR
Hizmet eden kişi, hizmetine devam ettiği müddetçe mânen de terakkî etmelidir. Gönlünü Rabbine lâyıkı vechile verip, ihlâs, edep ve tevâzû üzere kulluk vazifesini kemâliyle yapmaya gayretli olmalıdır. Yoksa, mâneviyâta ve usûle uymayan hizmet ehli, rûhen inkişaf ve terakkî edemezse, yaptığı hizmetler, rûhâniyetini zâyî eder… Niyeti zayıf olduğu için Cenâb-ı Hak Teâla Hazretleri’nin nusretinden mahrum kalır. (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 237)
TAZESİN, ASLINDAN KOPMA
Şibli (k.s.) ağaçtan kopmuş taze bir dal gördü ve ağladı. Arkadaşları neden ağladığını sordular. Dedi ki: “Bu dal henüz taze olduğu halde aslından kopmuştur. Bilmiyor ki sonu kuruyup çöp olmaktır.” (Rûhu’l-Beyân, Cilt 20, 580)
ENÂNİYETİ NE KIRAR?
Şâh-ı Nakşibend Hz. şöyle buyurmuştur: “Gönül ehlinin yolu; yaptığı sâlih ameli az görmek, tevâzû, hiçlik, yokluk ve acz hâlinde bulunmak, amellerini kusurlu, hâllerini noksan bilmektir. Nefsin enâniyetinin kırılması hususunda, kendini kusurlu görmek kadar faydalı başka bir şey yoktur. Peygamberlerin bile zelle, yani küçük hatâlara düşmelerinin hikmetlerinden biri de budur.”
GÖNÜL ERLERİNİN İŞİ
Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî Hazretlerine:
“–Su üstünde yürüyormuşsunuz!” dediler.
“–Bir çöp de su üstünde yüzer.” cevâbını verdi.
“–Havada uçuyormuşsunuz!”
“–Kuş da havada uçar.”
“–Bir gecede Kâbe’ye gidiyormuşsunuz!”
“–Peki o hâlde gönül erlerinin işi nedir?”
“–Allah Teâlâ’dan başka kimseye gönül bağlamamak!” (Attâr, Tezkire, s. 201)
İHTİYACIN OLDUĞUNDA KİLERE DEĞİL BİZE GEL
Rivayete göre bir gece Şeyh Tâhâ’l-Hakkârî’nin kilerine bir hırsız girmiş ve un çuvalını sırtlayıp kaçmak istemişti. Fakat hırsız kaldırmaya güç yetiremeyince, çuvalın ağzını açtı ve içinden bir miktar un boşalttı. Tekrar kaldırmak için hamle ettiyse de başaramadı. Yine boşaltıp kaldırmaya çalıştığı bir sırada, Tâhâ hazretleri kilere girdi. Çuvalın arkasından tutup: “Evladım, yardım edeyim. Herhalde kaldıramıyorsun?” dedi. Şeyh’in ayak sesini, ardından konuşmasını işiten hırsız, iyice korkmuştu. Durumu farkeden Şeyh Tâhâ, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Haydi, ben yardımcı olayım da çuvalı sırtına yükleyelim; ama dikkat et, bizim adamlarımız görmesin. Belki seni üzerler. Bir daha da ihtiyacın olduğunda kilere değil, bize gel. Biz senin ihtiyacını görelim.” Hırsız bu müsamaha ve cömertlik karşısında çok etkilendi ve iyice mahcup oldu. Şeyhden af dileyerek onun bendeleri arasına katıldı.” (Tarık Velioğlu, Osmanlı’nın Manevi Sultanları, s. 303)
Kaynak: Altınoluk Dergisi, Sayı: 402




29 Ağustos 2019 Perşembe

BİR BEDEVİNİN PEYGAMBERİMİZE SORULARI

BİR BEDEVİNİN PEYGAMBERİMİZE SORULARI


 0
Bedevi birinin peygamberimize sorduğu ve sormadan önce “Suallerim biraz sert ve ağır olacak” dediği sorular neler? Peygamberimiz bu bedeviye nasıl cevaplar vermiştir? Bu hadisten nasıl bir hisse çıkartmalıyız? Dr. Murat Kaya anlatıyor…

Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:
“Bir defasında Nebiyy-i Muhterem (s.a.v) Efendimiz’le birlikte oturduğumuz esnâda deve üstünde biri gelip devesini Mescid’in kapısında çökerttikten sonra bağladı. Ondan sonra:
«‒Hanginiz Muhammed’dir?» diye sordu.
Nebiyy-i Mükerrem Efendimiz (s.a.v) ashâbı arasında dayanmış oturuyorlardı.
«‒İşte dayanmış olan şu beyaz zâttır» dedik. Adamcağız:
«‒Ey Abdü’l-Muttalib’in oğlu!» diye hitâb etti. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
«‒Seni dinliyorum buyurdular.
«‒Ben sana bâzı şeyler soracağım. Amma suallerim biraz sert ve ağır olacak, gönlün benden incinmesin!» dedi.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):
«‒Aklına geleni sor!» buyurdular.
«‒Sen’in ve Sen’den evvelkilerin Rabbi aşkına söyle, bütün insanlara Sen’i Allâh mı gönderdi?» dedi. Allah Rasûlü(s.a.v):
«‒Evet buyurdular.
«‒Allâh aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allâh mı emretti?» dedi.
«‒Evet buyurdular.
«‒Allâh aşkına söyle, senenin şu mâlûm ayında oruç tutmayı sana Allâh mı emretti?» dedi.
«‒Evet buyurdular. Yine:
«‒Allâh aşkına, şu mâlûm olan sadakayı zenginlerimizden alıp fukarâmıza dağıtmayı sana Allâh mı emretti?» dedi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v) buna da:
«‒Evet buyurunca adamcağız:
«‒Sen ne getirdiysen ben ona îmân ettim. Ve ben kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Sa’d bin Bekr kabîlesinden Dımâm bin Sa’lebe’yim.» dedi.” (Buhârî, İlim, 6. Bkz. Müslim, İman, 10)
BU HADİSTEN NE ANLAMALIYIZ?
Müslim’in rivâyetinden anlaşıldığına göre Efendimiz (s.a.v) bu kabîleye elçi göndermiş, onlar da meselenin aslını soruşturmak için Dımâm (r.a)’ı, Efendimiz’e göndermişlerdi.
Dımâm (r.a) bütün kabilesinin îmânına sebep olmuştur. İbn-i Abbâs (r.a):
“Dımâm bin Sa’lebe’den daha faziletli ve üstün bir heyetin geldiğini aslâ işitmedik!” buyurmuştur.
Talebe, duyduğu bazı şeyleri hocasına arzederek onun tasdikini alırsa, artık “Hocam bana böyle öğretti” demeye hak kazanır. Muhaddisler bunu, “Arz”, “Hocaya okumak” diye tâbir ederler.