12 Ekim 2015 Pazartesi

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - İnsanlardan Bir Şey İsteme!

Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN - İnsanlardan Bir Şey İsteme!

Prof Dr. Mahmud Esad Coşan (1938-2001)

Bismillâhir-rahmânir-rahîm

İnsanlardan Bir Şey İsteme!

Taberânî'nin Abdurrahman ibn-i Dâhin'den --veya ibn-i Delhem'den-- rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri şöyle buyurmuşlar:


RE. 473/1 (Lâ tes'elin-nâse şey'en ve lekel-cenneh, lâ tağdab ve lekel-cenneh. İstağfirillâhe fil-yevmi seb'îne merraten kable en tağribeş-şemsü yuğferu leke seb'îne âmen. Kàle: Leyse lî zenbü seb'îne âmen? Kàle: Feliebîke. Kàle: Leyse liebî zenbü seb'îne âmen? Kàle: Feliehli beytike. Kàle: Leyse liehli beytî?.. Kàle: Felicîrânik.) Sadaka rasûlüllah, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Efendimiz SAS, muhatabına buyurmuş ki:

(Lâ tes'elin-nâse şey'en ve lekel-cenneh) "İnsanlardan bir şey dilenme, isteme, taleb etme; sana cennet var! Yâni, dilencilik yapmazsan, bir şey istemezsen sana cennet var! (Lâ tağdab ve lekel-cenneh)

Kızma, gazablanma, sinirlenme, sakin olmayı öğren; sana cennet var! Cennetlik olursun."

(İstağfirillâhe fil-yevmi seb'îne merraten kable en tağribeş-şemsü) "Bir günde, güneş batmadan evvel yetmiş defa 'Estağfirullah' diye istiğfar eyle, yâni Allah'tan afv ü mağfiret taleb eyle; (yuğferu leke seb'îne âmen) böyle yaparsan yetmiş yıllık hataların, günahların mağfiret olunur, affolur."

(Kàle: Leyse lî zenbü seb'îne âmen?) Onun üzerine o kimse demiş ki --belki yaşı küçük olduğundan dedi: "Benim yetmiş yıllık günahım yok..."

(Kàle: Feliebîke) "O zaman babanın günahları da affolur."

(Kàle: Leyse liebî zenbü seb'îne âmen?) "Babamın da yetmiş yıllık günahı yoksa?.." dedi.

(Kàle: Feliehli beytike) "Aile fertleri, evinde barındırdığın kimlerse, onların günahları mağfiret olunur." dedi.

(Kàle: Leyse liehli beytî?..) "Benim ehl-i beytimin de o kadar günahı yoksa?.." dedi.

(Kàle: Felicîrânike.) "O zaman komşularınınki de affolur." buyurdu.

Şimdi dönelim, bu sözleri izah edelim: Peygamber SAS Efendimiz ashabını çalışmaya teşvik etmiştir. Helâl kazanmayı tavsiye buyurmuştur. Hattâ böyle el açıp isteyenlere, demiştir ki:

"--Git bir ip al! Git çölden, dağdan odun parçaları topla, bu ipe sar, sırtına vur, pazara getir!" demiştir.
O da öyle yapmıştır. Ondan sonra elhamdü lillâh, kimseden bir şey istememiştir.

Hattâ Peygamber Efendimiz bir şey istemeyin diye çok tavsiye buyurduğu için, sahabe-i kiram istememeğe, bu tavsiyeyi tutmağa çok ihtimam gösterirlermiş. Devesinin üstünde iken, sahabeden birisinin eğer kamçısı yere düşse, "Kardeşim, şu kamçıyı uzatıver!" diye, onu bile istemezlermiş. Kendi işini kendisi görmek, kimseye yük olmamak, kimseden bir şey istememek, taleb etmemek hususuna bu kadar dikkat ederlermiş.

Hakîkaten hayatlarında sünnet-i seniyyeyi tam uygulamak isteyen, sàlih, àrif, kâmil evliyâullah büyüklerimiz de böyle tavsiye etmişlerdir. Peygamber Efendimiz'in bu tavsiyesini, kendilerinden ilim irfan öğrenenlere nakletmişlerdir. Demişlerdir ki:

Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır;
Gül-i gülzâr olup hàr olmamaktır.


Yâni, "Dost olmak var, arkadaş olmak var ama; yük olmak, bir şey istemek, onun bunun sırtından geçinmek yok!" mânâsına. Daha önceki konuşmalarımda bu şiirden bahsetmiştim, şimdi yeri geldi diye yine söylüyorum.

Demek ki, Efendimiz'in tavsiye buyurduğu: Kişinin kimseye yük olmaması, ihtiyaçlarını kendisinin görmesi. Bu güzel bir şeydir. Herkes kendi elinin emeğini yerse, kimseye yük olmamağa çalışırsa, üzerine kul hakkı geçirmemeğe gayret ederse, güzel olur. Aksine, bil'akis, hatta, daha fazlasıyla, kendisi fazla kazanır da başkalarına ikram ederse, cömertlik ederse, o daha güzel olur.

Meselâ, İbrâhim ibn-i Edhem Efendimiz KS, Belh padişahı iken vazifeden ayrılmış, tasavvuf yoluna girmiş, Allah'ın sevgili kulu olmuş. Meşhur evliyâullah arasında, ismi herkesin dilinden düşmeyen, İbrâhim-i Edhem veya İbrâhim ibn-i Edhem denilen o büyüğümüz, gündüz çalışırmış, işçilik, amelelik yapar, kazancını sağlarmış. Ondan sonra onunla yiyecek içecek alırmış, arkadaşlarıyla kaldığı ribata, tekkeye, veya hana o yiyecekleri getirirmiş, "Buyurun, yeyin!" dermiş.

Akşama kadar çalışıyor, bir kere kimseye yük olmuyor, iş üretiyor; bir... İkincisi, bu kazandığıyla yiyecek içecek, ihtiyaç maddelerini alıyor, başka kardeşlerine, komşularına, oda arkadaşlarına, ribat arkadaşlarına ikram ediyor. Ne kadar güzel!..

Asıl tasavvuf, asıl güzel müslümanlık bu. Yâni, mümkün olduğu kadar başkasına iyilik yapmak ve yük olmamak.

DEVAMI=

http://esadcosankulliyati.com/arsiv/cuma/c001103.html


 

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!..


 

10 Ekim 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Aşk-ı hakiki…

Hekimoğlu İsmail - Aşk-ı hakiki…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Aşk-ı hakiki…


İhlas, insanın yaptığı her ameli Allah'ın rızasını kazanmak için yapması demektir. ‘İhlas' kelimesi de doğru, temiz sevgi, samimiyet anlamına gelir. Yani saf, katıksız, arı, duru olan demek.

İnsanı öteki varlıklardan ayıran akıl ve imandır. Bunlar insana kul olmanın yolunu açar; Allah her insana akıl vermiştir, aklın en mühim vazifesi de İslamiyet'i anlamaktır. İşte bunun için, İslamiyet'i anlayan Müslüman, ibadetine başka menfaat karıştırmaz. “Oruç tutayım, sağlıklı olurum.” derse, ihlas gitti, sırf Allah rızası için olmadı. Aynı şekilde namaz kılan insan, “Bu güzel bir spor oluyor, dizlerim kireçlenmiyor.” diye düşünürse yine ihlas gitti. Zeytinyağına motor yağı karıştığında nasıl yenmezse, niyete de Allah rızası dışında başka bir şey karıştı mı ihlas gider, amel heba olur. Hâlbuki samimi ve gayesi Allah rızası olan hizmet, insanın farkında olmadan yaptığı pek çok hatayı telafi eder.

Bunun için ihlas, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız” ifadesi ile formüle edilmiştir. Hacca giden bir Müslüman, “Suudi Arabistan'da ne alıp satabilirim?” diye düşünürse, haccı boşa gider. “Hava sıcak olduğunda hurma yiyip zemzem içeceğim ki sağlığım düzelsin.” Bunun ihlasla alakası olmaz, verdiğin para doktora verilmiş gibi olur. Allah rızası dışında başka bir maksatla hacca gidenlerden kimileri seyyah defterine, kimileri de tacir defterine yazılır. Hâlbuki ibadet yalnızca Allah için yapılır, Allah için yapılan ibadet de ihlaslıdır.

Peygamber Efendimiz buyururlar ki; “İnsanlar helak olur, ancak bilenler kurtulur. Bilenler de helak olur, ancak bildikleri ile amel edenler kurtulur. Bildikleri ile yaşayanlar da helak olur, ancak amellerinde ihlası gözetenler kurtulur…”

Yani ibadetleri Allah rızası için yapanlar, yaptığı her amelinde gayesi Allah rızası olan kurtulur. Mesela Allah dostlarından birine sormuşlar: “İhlâsı kimden öğrendiniz?” diye. O Allah dostu şöyle cevap vermiş: “Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzayınca bir berbere girdim. Peşin peşin söyleyeyim, param yok, dedim, ‘Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?' Berber, o anda mevki sahibi birini tıraş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti. Berber: Kusura bakmayınız efendim. Sizi ücreti mukabilinde tıraş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi, dedi. Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm. Ama o, “Asla alamam, inan Allah'ın rızası daha değerli.” dedi.

Allah'ın rızasını kazanabilmek insanın en önemli servetidir. Halis Müslüman, Allah'a inanan, her amelinde Allah rızasına talip olan ve Allah'a itaat edendir. Nasıl ki çocuklarının itaatinden ebeveyn memnun olur, işçilerin itaatinden işveren memnun olur, askerin itaatinden kumandan memnun olur ve milletin itaatinden devlet memnun olursa, kulun itaatinden de Allah memnun olur, o kulundan razı olur. Allah razı olduktan sonra bütün dünya bize küsse önemi yok. Allah razı olmadıktan sonra bütün dünya bizi sevse yine faydası yok.

İbadetler zırhımız, sünnet-i seniyye, yolumuz, Allah rızası gayemizdir. Bu sebepten Bediüzzaman Said Nursi buyurmuş ki: “Ey nefsim… Yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar…”

Allah'ın rızası nefsin ıslahındadır. Mademki her şey fanidir mademki insan bulduğuna sevinir, kaybettiğine üzülür. O zaman kalbimize koyacağımız sevginin mahiyetine dikkat edeceğiz. Şu kesindir; kim neyi arıyorsa, o adam odur… En güzel arayış Allah'ın rızasını aramaktır. Allah'ı seveceğiz, Allah'ın sevdiklerini seveceğiz, Allah'ı sevenleri seveceğiz; aşk-ı hakiki budur.

Necip Fazıl bunu dizelerinde çok güzel anlatır:

“Neye yaklaşsam, sonu ayrılık ve kırgınlık…

Anladım ki, yok Allah'tan başkasına yakınlık…”
 
 
 
 

9 Ekim 2015 Cuma

Efkan Vural - Teröre hayır, kardeşliğe evet

Efkan Vural - Teröre hayır, kardeşliğe evet


Sevgili Efkan Vural hocamın harika yazısını birkez daha hatırlamakta fayda var


Teröre hayır, kardeşliğe evet
 


 17 Eylül 2015 Perşembe günü Ankara’da yüzbinler tek yürek, tek bayrak ve teröre karşı tek ses oldu. 14 Sivil toplum kuruluşunun öncülük ettiği ve 250 civarında sivil toplum kuruluşunun destek verdiği “ Teröre Hayır, Kardeşliğe Evet” buluşması binlerce vatandaşın katılımıyla gerçekleştirildi.

Son dönemlerde yaşanan terör olaylarını protesto etmek amacıyla yüzbinler “ Teröre hayır, Kardeşliğe Evet” dedi. Sıhhiye’de toplanan yüz binler ellerine aldıkları al bayraklarıyla Ulus’taki 1.Meclis binasının önüne kadar yürüyerek ,terörü lanetleyip kardeşlik ve sağduyu çağrısı yaptı.

Bu güne kadar görülmemiş bir şekilde 1500 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğindeki dev Türk bayrağının omuzlarda taşınması ile bin yıllık kardeşliğimizin bin yıllar daha devam edeceği ilan edilmiş oldu.

Tek yürek ve tek bayrak olarak buluşan milletimiz bu yürüyüş ile aşağıdaki mesajları vermiştir:

1-Milletimiz her zaman bir ve beraberdir.

2-Vatan bir bütündür, bölünmesi dahi düşünülemez.

3-Birliğimizin ve bağımsızlığımızın simgesi olan ay yıdızlı al bayrağımız tek bayrağımızdır.

4-Bin yıllık kardeşliğimizi kimse bozamaz.

5-Terörün her çeşidine hayır, kardeşliğe herzaman evet.

6-Hep birlikte teröre karşı milli bir duruş sergilenmiştir.

7-Hepimiz bu milletin ve bu vatanın sevdalılarıyız.

8-Farklılıklarımıza değil, ortak değerlerimize ve geleceğimize odaklandık.

9-Düşüncemiz, kanaatimiz, görüşümüz ve kökenimiz ne olursa olsun; vatanımız, bayrağımız, birliğimiz, dirliğimiz, huzurumuz için bir ve beraberiz. Çünkü biz kardeşiz.

10-Ülkemiz üzerinde oynanan kirli oyunu bozmak ve bizi ayırmaya çalışan fitne ateşini söndürmek için buraya geldik.

11-Türkiye Cumhuriyeti devletinin temellerinin atıldığı 1. Meclisimizin önüne kadar yürümekle, kuruluştaki ruh ne ise şimdi de aynı ruhla buradayız. Hepimiz bir ve beraberiz. Hiç kimse bizi bu yoldan uzaklaştıramaz.

Bunun için de hep birlikte diyoruz ki: “Teröre Hayır, Kardeşliğe evet”
 
Efkan Vural

http://blog.milliyet.com.tr/terore-hayir--kardeslige-evet/Blog/?BlogNo=510085


 

Her derde deva iki ilaç

Her derde deva iki ilaç

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
04 Eylül 2015, 02:42

Kalp ve ruhundan aldığı yaralar sebebiyle insan çoğu zaman zayıf düşer. İşte bu yaraları iyileştirecek iki önemli ilaç vardır:

Biri sabır diğeri tevekküldür. Yaratıcının kudretine dayanmak ve hikmetine güvenmektir. Sadece ‘ol’ demekle her şeyi yaratan bir cihan sultanına, acizliği içinde dayanan bir adamın ne pervası olabilir?

Zira en müthiş bir bela karşısında bile kalp huzuru içinde Rabb-i Rahîm'ine güvenip dayanır. 

Evet, arif olan kimseler, Allah karşısındaki acziyet ve korkusundan zevk alırlar. Nasıl ki; bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ona sorulsa: "En lezzetli ve en tatlı hâletin nedir?" Belki diyecek: "Acizliğimi, zayıflığımı anlayıp, annemin tatlı tokadından korkarak yine annemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir." Hâlbuki bütün annelerin şefkatleri, ancak Allah’ın rahmetinden bir damladır. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, acizlikte ve Allah korkusunda öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi güç ve kuvvetlerinden şiddetle mustağni durup, acizlik içinde Allah'a sığınmışlar. Acizliği ve korkuyu, kendilerine şefaatçi yapmışlar.

Diğer ilaç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîm'in rahmetine îtimaddır. Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-yi nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Kerîm'in misâfiri hiç fakir ve muhtaç olabilir mi? Onun içindir ki: Kâmil insanlar, fakirlikleriyle övünmüşler. Sakın yanlış anlama! Allah'a karşı fakirlik ve ihtiyacını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakirliğini halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.

Bayanlar, kendi memleketinde seferi sayılır mı?

Evli olmayan bir kadın için, normal şartlardaki seferilik hükümleri uygulanır. Yani bulunduğu şehirden 90 kilometre uzağa gitmişse ve orada 15 günden az kalacaksa seferî olur. Dört rekâtlık farz namazları iki rekât kılar. Bu, Allah’ın bir ikramıdır.

Evli bir kadın ise kocasıyla beraber yaptığı yolculuklarda kocasına tâbidir. Yani kocası seferi olan bir kadın ikamete niyet etse bile kocasından dolayı seferî olur. Kendisi seferi olsa kocası ise ikamete niyet etse, kadın da mukim olur ve namazları tam kılar. Evli kadın, kocasından ayrı olarak yolculuk yapsa, evli olmayan kadın gibi genel hükümlere tâbidir.

Evli bir kadın kendi anne babasının evine gittiğinde, sefer mesafesinde ise ve 15 günden az kalacaksa seferî sayılır çünkü artık onun aslî vatanı, kocasıyla beraber yerleşip yaşadığı yerdir.

Her koyun kendi bacağından asılır

Behlül Dânâ hazretleri hiç gülmezmiş. Harun Reşit, her kim kardeşinin güldüğü müjdesini getirirse, bir kese altın vereceğini vaat etmiş. Behlül, bir gün Bağdat sokaklarında gezerken bir kasap dükkânı önünde durmuş ve bir süre izledikten sonra gülmeye başlamış. Bunu gören esnaf hemen Harun Reşit’e koşup haber vermişler. Harun, Behlül’ü huzuruna çağırmış ve niçin güldüğünü sormuş. O ise şöyle cevap vermiş: “Kasap dükkânında gördüm ki ak koyun ak bacağından, kara koyun kara bacağından asılmış. Ben de senin işlediğin günahlar için benden de hesap sorarlar diye üzülür dururdum. Meğer boşuna imiş.”

1.İlk tahiyyatı unutarak 4 rekât kılan kişi namazını nasıl tamamlayacak?

        Namazın sonunda sehiv secdesi yapması gerekir.

2. 4 rekâtlı farz namazda 5. rekâta kalkmış ve 5. rekâtın secdelerini de yapmışsak onu 6'ya tamamladıktan sonra farz namazı iade etmemiz gerekir. Sünnet namazlar için de bu geçerli midir?

       Bu durum sadece farz namazlar için geçerlidir. Sünnet namazları iade etmeye gerek yoktur
 
 
 

8 Ekim 2015 Perşembe

Teğabun suresi (1-18)

Teğabun suresi (1-18)

64-et-TEĞÂBÜN

Medine'de inmiştir; 18 (onsekiz) âyettir. Adını, dokuzuncu âyette geçen ve aldanma, kâr-zarar manasına gelen "teğâbün" kelimesinden alır.




 Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.

1. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih eder. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O her şeye kadirdir.

2. Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mümindir. Allah yaptıklarınızı görendir.

3. Gökleri ve yeri yerli yerince yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır.

4. Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir.

5. Daha önce inkâr edenlerin haberi size ulaşmadı mı? İşte onlar (dünyada) yaptıklarının cezasını tattılar. Onlar için acı bir azap da vardır.

6. (O azabın sebebi) şu ki, onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi, fakat onlar: Bir beşer mi bizi doğru yola götürecekmiş? dediler, inkâr ettiler ve yüz çevirdiler. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, hamde lâyıktır.

7. İnkâr edenler, kesinlikle diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki: Hayır! Rabbime andolsun ki mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır.

8. Onun için Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz o nûra (Kur'an'a) inanın. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

9. Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. (Ancak) kim Allah'a inanır ve yararlı iş yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini), içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur.

10. İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır. Ne kötü gidilecek yerdir orası!

11. Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.

12. Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.

13. Allah; O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Müminler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.

14. Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, kusurlarını örterseniz, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

15. Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır: Büyük mükâfat ise Allah'ın yanındadır.

16. O halde gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.

17. Eğer Allah'a (rızası uğruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükâfat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.

18. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. Üstündür, hikmet sahibidir. 


Elmalılı Hamdi Yazır mealidir.



 

7 Ekim 2015 Çarşamba

Ahmed Şahin - Maneviyat önderlerinden ibretlik örnekler

Ahmed Şahin - Maneviyat önderlerinden ibretlik örnekler


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Maneviyat önderlerinden ibretlik örnekler


1- Bağdat'ın maneviyat önderlerinden Seyyid Ahmed Rufai Hazretleri (1181), öğrencilerine verdiği bir tasavvuf dersinde der ki:

-İçinizde kim bir ayıbımı görürse hemen söylesin ki o ayıbımı vakit geçirmeden düzelteyim, tekrar etmeyeyim!

Kimseden bir ses çıkmaz. Çünkü kimse O'nda bir ayıp görmemektedir. Ancak bir talebesi parmağını kaldırır:

-Efendim der, sizde benim gördüğüm büyük bir ayıp var.

-Söyle bakayım evladım o ayıbımı da hemen düzelteyim!

Gözleri yaşararak konuşan talebe, hocasının ayıbını şöyle ifade eder:

-Sizin en büyük ayıbınız, bizim gibi günahkâr kimseleri kendinize talebe olarak kabul etmenizdir!

Bu söz üzerine derin bir sessizlik olur. Neden sonra Rufai Hazretleri'nden şu değerlendirme duyulur:

-Kendisini günahkâr bilme olgunluğuna erişen bu talebemi yerime halife tayin ediyorum. Bundan sonra ben olmadığım zamanlarda sohbeti o yapacaktır sizinle! Çünkü der, ben de kedini günahkâr görenlerden biriyim.

Demek samimi şekilde kendini günahkâr bilen insan, sonunda hocasının halifeliğine layık görülecek hale bile gelebilir. Yeter ki bu tevazu duygusunda samimi olsun, kendini hep böyle kusurlu bilsin, benlik iddiasına hiç kapılmasın! Bu tarihî olay bizlere de bir şeyler söylemiş oluyor mu? Bizler kendimizi ne durumda görüyoruz bir düşünsek mi acaba?

2- Horasan'ın maneviyat büyüklerinden Abdullah bin Mübarek (182) de Merv'de çevresine toplanan gençlere verdiği dersleriyle örnek bir nesil yetiştirmeyi hedefliyordu. Ancak içlerinde biri vardı ki, kaba saba hareketleri ve yersiz sorularıyla hem kendini hem de çevresini rahatsız ediyordu. Bir ara bu kimsenin Merv'den başka bir şehre göçtüğünü söylediler. Buna herkes sevinirken Abdullah bin Mübarek'in üzüldüğü görüldü. ‘Kötü huylu biri iyi ki gitti içimizden, neden üzülüyorsunuz?' dediler. Cevabı hemen herkesi düşündürdü:

-Ben dedi, kötü huylu birinin içimizden gidişine üzülmüyorum, kötü huyuyla gönderişimize üzülüyorum! İçimize girmiş birini bizler kötü huyundan kurtarmış olarak göndermeliydik. Bize bu kadar yakın olmanın bir faydasını görmeliydi, kötü huyundan kurtarmış olmalıydık. Aslında bu bizim kusurumuzdur. Ben bu kusurumuz için üzülüyorum. Hizmetimizi tam yapamadığımızın ifadesidir, gelen insanı kusurlarıyla göndermek diye düşünüyorum!

Bu sorumluluğu, çevresine faydalı olmak isteyen herkes duymalı değil mi?

3- Birçok sahabe ile görüşmüş olan Basra'nın maneviyat büyüğü Hasan Basri Hazretleri'ne bir ara 90'lık bir ihtiyar gelir, nefes nefese:

-Ben tövbe ederek istikametimi düzeltmek için geldim, bana yol göster, der. Hasan Basri Hazretleri de latife ile karışık bir gerçeği hatırlatmak isteyerek 90'lık ihtiyara;

-Baba biraz geç kalmışa benziyorsun, der. İhtiyarın cevabı ise daha manidar olur:

-Henüz güneş batıdan doğmadı, tövbe kapısı da kapanmadı diye ümidimi kesmeden geldim, yanlış mı yaptım yoksa ümidimi kesmemekle?

Heyecanlanan Hasan Hazretleri hemen düzeltir sözünü:

-Hayır, hayır der, ümidinizi kesmemekle yanlış yapmadınız. Gerçekten de henüz güneş batıdan doğmadı, tövbe kapısı da kapanmadı. Buyurun birlikte tövbe istiğfar edelim, belki sizin kesilmeyen ümidiniz hürmetine bizim tövbemiz de kabul olur, diyerek birlikte oturup tövbe, istiğfar ederler.

Demek ki, hangi yaşta ve hangi halde olursa olsun tövbeden asla ümit kesilmemeli, bulunan her fırsatta tövbe, istiğfara yönelmelidir. Çünkü güneş henüz batıdan doğmamış, tövbe kapısı da kapanmamıştır.

4- Bağdat'ın tasavvuf büyüklerinden olan Maruf-u Kerhi, (220) yol kenarında oturmuş elindeki ekmeği yerken karşısına dikilip bakmaya başlayan aç köpeği görünce, tek başına yemekten utanır, bir kendi ısırır, bir de gözünü elindekine dikmiş bekleyen aç köpeğe uzatır, ekmeği birlikte yemeye başlarlar. Bu sırada karşıdan yaklaşan biri,

-Utanmıyor musun elindeki ekmeği köpekle birlikte yemeye, der. Maruf:

-Utanmaz olur muyum der, utandığımdan dolayı tek başıma yiyemedim de onunla birlikte yemeye başladım.

Maruf şöyle sorar:

-Sen olsan utanmaz mıydın aç kalan bir köpek karşısında iştiha ile ekmek yemekten?

Verecek cevap bulamayan adam biraz düşündükten sonra: İşte der, şimdi utanmaya başladım!

Evet, düşünen insan doğruyu bulur, düşünmeyen insan eğride kalır!

Ne dersiniz, biz de düşünüyor muyuz bu misallerden sonra?
 
 
 
 

6 Ekim 2015 Salı

Ahmed Şahin - Sakın birine gelecek belanın bahanesi siz olmayasınız?

Ahmed Şahin - Sakın birine gelecek belanın bahanesi siz olmayasınız?


Ahmed Şahin
 
 
AİLE-SAĞLIK

 

Sakın birine gelecek belanın bahanesi siz olmayasınız?


Sultan 3. Selim devrinin büyük alimi Mütercim Asım Efendi'nin tarihi bir uyarısını hep birlikte bir daha okumakta fayda vardır diye düşünüyorum, böyle tartışmalı, sataşmalı devrelerde.

Çünkü birileri bir bela ve musibete müstahak hale gelmişse, sataşacak birine ihtiyacı vardır ki, müstahak olduğu bela gelip kendisini onun bahanesiyle terbiye etsin. Ama kim bahane olacak, bu müstahak adama layık olduğu bela gelip de onu terbiye etmesi için?

Dikkat edin, haberiniz olmadan siz sebep olabilirsiniz. Sizi suçlayıp sataşmalar da bundan dolayı olabilir.

Öyle ise tahrikli sataşmalara maruz kaldığınız yerlerde tutum ve tavrınıza dikkat edin, birileri, müstahak olduğu musibetin gelmesi için sizi bahane ve alet etmesin!

Toplumda tahrik ve gerginliklerin yaygınlaştığı devrelerde hep sabırla, dikkatle muhatap olmayı tercih edin çevrenize karşı.

Bu uzunca girişi, beladan kurtaran bir bahane olayına dikkatinizi çekmek için yapmış bulunmaktayım. Toplumda artan gerginlikler, beklenmedik anda meydana gelen ani hiddet ve şiddetler, bu tarihi tedbir ve temkin olayını hatırlamamızı gerektiriyor!

Kâmus mütercimi Asım Efendi, kendisini tahrik eden bir bela ve musibetin önünden ne türlü bir değerlendirme ile kurtulduğunu bakın nasıl anlatıyor bizlere:

- Tahsil devremde medreseme yakın fırından ekmek alırdım. Bir sabah yine ekmek almak için gittiğim fırında tezgâhtaki adamın haksızlığına maruz kaldım. Adam herkese sırası gelince istediği ekmeği veriyor, bana sıra geldiği halde görmezlikten gelerek tanıdığı ötekilere yöneliyor, beni sanki tahrik ediyordu. İkaz edip sıra bendedir falan dediysem de duymazlıktan gelerek hep yanımdaki tanıdıklarına yöneliyordu. Bu sırada öfkem kabarıyor, adamı yakasından tutup yana savurmayı bile içimden geçiriyordum.

İşte bu anda düşündüm ki:

- Bu adam bir belaya müstahak hale gelmişse, neden müstahak olduğu belayı benim elimle bulsun. Ben de onun hak ettiği belanın sebebi olayım, bahanesi durumuna gireyim? Sabredeyim, mutlaka bu haksızlığın içinde bir hikmet vardır, sabır imtihanına tabi tutuluyor olabilirim, diyerek geriye çekilip sakince beklemeyi tercih ettim. En nihayet herkes ekmeğini alıp gittikten sonra bana da yönelerek ekmeğimi vermek zorunda kaldı. Geç de olsa ekmeğimi alıp medreseme döndüm.

Bir zaman sonra bu adamın bana kastı neydi acaba diye merak ederek yine fırına ekmek almaya gittiğimde baktım o adam yok. Sordum. Dediler ki, o gün senden sonra kavga ettiği bir adamdan aldığı ağır yumruk darbeleriyle yaralandı, perişan halde yatağında yatıyor şimdi!

Anladım ki o böyle bir musibete müstahak olmuş, başına böyle bir bela gelecekmiş, beni de gelecek olan musibetin müsebbibi yapacakmış.

Gösterdiğim sabır sayesinde onun başına gelecek musibetin müsebbibi ben olmaktan kurtulmuşum. Bir sabırsız adam sebep olmuş müstahak olduğu musibetin kendisine gelmesine.

Asım Efendi der ki:

- Böyle haksızlığa maruz kaldığınız yerlerde haklılığınızı düşünerek sakın öfkeye kapılarak tepkinizin dozunu yükseltip de kendinizi muhatabın müstahak olduğu musibetin müsebbibi, sorumlusu durumuna sokmayın! Bu adam bir musibete müstahak ise benden bulmasın, diyerek sabır gösterin, geriye çekilin, ilginiz olmayan bir musibetin müsebbibi, sorumlusu haline getirmeyin kendinizi. Sabrınız sayesinde size yönelen belanın önünden sapma basireti gösterip imtihanı kazanmış olun böylece!

Mütercim Asım Efendi'nin bu yorumlarını, toplumda tartışıp sataşmanın çoğaldığı günümüzde hatırlamakta büyük faydalar vardır. Sokakta, işyerinde, trafikte ve hayatın her safhasında, haksız suçlama ve sataşmalara maruz kaldığınız yerlerde, birileri müstahak olduğu musibetin müsebbibi gibi göstermesin sizi. Kendinize tembihiniz hep aynı olsun: “Ben birine gelecek olan bela ve musibetin müsebbibi gösterilmeyi istemiyorum.” diyerek, çekilin sizi alet edecek olan tahrik ve tartışma ortamından.

Şayet Kâmus mütercimi Asım Efendi gibi, birinin müstahak olduğu belanın bahanesi durumuna düşmekten kendinizi korumak istiyorsanız tabii.
 
 
 
 

5 Ekim 2015 Pazartesi

Belalara karşı şikâyete hakkımız yok!

Belalara karşı şikâyete hakkımız yok!

 
Hüseyin Gültekin - [İslami Hayat]

h.gultekin@meydangazetesi.com.tr
02 Ekim 2015, 01:50


İnsanın başına bir hastalık veya musibet geldiği zaman hemen şikâyet etmeye, dışarıda suçlu aramaya başlar. Oysa Kur’an’ın ve hadislerin verdiği ölçülere göre insanın, başına gelenlerden dolayı şikâyet etmeye üç sebepten dolayı hakkı yoktur.

Birincisi: Cenab-ı Hak, insana vücudunu, adeta bir elbise gibi giydirmiştir. Ruhumuza giydirdiği bu elbisede sanatını bizlere göstermektedir. İnsanı sanki bir model gibi yapmış ve üzerindeki vücut elbisesini kesip-biçerek muhtelif isimlerinin güzelliklerini onun üzerinde gösterir. Mesela Cenab-ı Hakk’ın ‘Şafi’ ismi, o elbise üzerinde hastalık olarak tecelli ederken ‘Rezzak’ ismi aç olmayı gerektiriyor. Madem vücut, Cenab-ı Hakk’ın bize giydirdiği bir elbisedir öyleyse O, bu elbisede dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Bu sebeple insanın başına gelen belalardan şikâyet etmeye hakkı yoktur.

İkincisi: Hayat, hastalık ve musibetlerle saflaşır, kuvvetlenir, gelişir ve mükemmeliyete ulaşır. Tekdüze, her anı aynı geçen, hiçbir sıkıntının olmadığı bir hayat insanı olgunlaştırmak şöyle dursun onu miskinleştirir. Bu sebeple, başa gelenlerden değil şikâyet etmek belki onlardan dolayı şükretmek gerekir.

Üçüncüsü: Yaşadığımız dünya bir imtihan ve hizmet dünyasıdır; zevk ve mükâfat yeri değildir. Hastalık ve musibetler ise insanın hizmet etmesi ve Allah’a karşı daha iyi bir kullukta bulunması için insana kuvvet vermektedir. Tabii ki bu musibetlerin dinimize zarar vermemesi ve sabretmemiz şartıyla. Başa gelenler, sabreden bir müminin her bir saati bir gün ibadet hükmüne getiriyorsa bu beladan değil şikâyet etmek belki ondan dolayı şükretmek gerekir.

‘Hizmet eden olmak isterim’


Efendimiz ve ashabı, bir sefer dönüşünde mola vermişler, yemek için hazırlık yapmakla meşguldürler. Ashab, hazırlayacakları yemeği kendi aralarında konuşmaya başlar Biri, ben koyunu getireyim, öteki ben keseyim, bir başkası ben de diğer hazırlıkları yapayım, derken Allah Resulü oturduğu yerden kalkar ve “Ben de odun toplayıp ateşi yakayım” buyurur.

Bunun üzerine sahabe: “Ya Resulallah! Siz istirahat edin, biz hepsini yaparız” deyince Allah Resulü şöyle buyurur: “Bilirim ki siz hepsini yaparsınız ancak ben de hizmet edenler arasında yerimi almayı tercih ederim.”

Cuma günü boy abdesti almak şart mı?


Buhari’de geçen bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav): “Cuma günü gusletmek vaciptir” buyurmaktadır. Efendimizin bu sözünü, din âlimlerimizin açıklaması olmaksızın ele almak bazı yanlış anlamalara sebebiyet verebilir.

Zira burada geçen ‘vacip’ ifadesi, fıkıh tabiri ile ‘yapılması mutlaka emredilen ve yapmayanların günahkâr olacakları amel’ anlamına gelmez. Burada geçen vacip kelimesi, iyi amellere kuvvetli teşvik etme amacı taşır. Bu ince ayrıntıya dikkat çeken âlimler, cuma günü gusül abdesti almanın müekked sünnet olduğunu ve imkânı olanların, bu sünneti yerine getirerek büyük sevaptan mahrum kalmamalarını öğütlemişlerdir.
 
 
 
 

3 Ekim 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Asr-ı Saadet modeli…

Hekimoğlu İsmail - Asr-ı Saadet modeli…


Hekimoğlu İsmail
AİLE-SAĞLIK

Asr-ı Saadet modeli…


Yardımlaşma ve dayanışma, toplumları yücelten sırlı bir kavramdır; sosyal hayatın güçlenmesi, devam etmesi için yardımlaşmak şarttır; İslamiyet de bunu gerektirir.

Tefekkür edilirse insanlar, hatta hayvanlar bile dayanışmayı sağlamak için topluluklar halinde yaşar. Organlarımızda da mükemmel bir dayanışma vardır. Bir el diğerine yardım eder, bir göz diğer gözün yardımcısıdır. Mide, gıdaları hazmeder, her organın ihtiyacı olan vitamini bilir, organların bütününe dağıtır. Kalp, her hücreye kan gönderirken akciğerler hücrelere temiz hava gönderir.

Topraktaki temel elementler vücudumuzun harcı, mayası olurken en küçük parçamız atom. Atomlardan moleküller, moleküllerden organlar, organlardan insan. Yani atomlar, moleküller, hücreler, uzuvlar, insan ve kâinat, hepsi kendi öz dünyalarında bir hususi nizam içindeyken, tekrar, hepsi bir bütün halinde, toplu bir nizam içinde hareket etmektedir. Anlıyoruz ki atomdan güneş sistemine kadar, yaratılan her şey birbiri ile irtibatlanmış, birbiriyle alışveriş yapması temin edilmiş, külli bir nizam kurulmuş, kâinat bir makine gibi çalışmaktadır. Allah, güneşi, atmosferi, suyu ve toprağı bir şirket haline getirmiş, dördünü birbirine yardımcı etmiş. Böylece sular ve topraklar çatısız fabrikalar gibi çalışıp canlıların ihtiyacını temin etmiş.

Ancak Allah, diğer canlılardan farklı olarak insana üstün kabiliyetler de vermiş. İnsanlar bu üstün kabiliyetleriyle teknolojide, sanatta ilerlemiş, kabiliyetleriyle büyük işlere girişmiş. Nihayetinde insanın insana ihtiyacı var; bu ihtiyacı temin eden de yardımlaşmadır. Çünkü bir insan her şeyi bilse de her şeyi yapamaz, zamanı yetmez.

Çocukluk hatıralarımdan biridir; köyümüzde halkın geliri çok azdı. Köylünün kimisi zengin, kimisi fakirdi. Fakir çocuklar biliniyordu. Zengin çocukları birer torba aldılar. Fazla elbiselerini ve onlara yetecek kadar ekmek toplayıp ihtiyacı olan diğer çocuklara dağıttılar. Bu hali gören köylüler çocuklardan örnek alıp onlar da yardımlaşmaya katıldılar. Bu sayede köyde dilenci de fakir de kalmadı. Öyle oldu ki patates ekenler, fasulye ekenler hastalara, fakirlere çuval çuval erzak, testilerle süt gönderdi. Dua edenlerin sayısı arttı.

Birkaç çocuğun gayreti köyün yüzünü güldürmüştü. Köyün imamıyla muhtarı bu işe girişti. Aynı model diğer köylere de taşındı. Artık biri sırtında bir çuval taşıyorsa o adam mutlaka birine yardım için yürüyordu. Sonra köylülerden biri, “Fakire yiyecek vermektense onu da üretime katalım.” deyince muhtar, ekilmeyen arazileri köylülere tavsiye etti. Aralarındaki yardımlaşmayla, bir zamanların köylüleri fakirlikten kurtulup iyi günlere ulaştı. İşte sahabe modeli budur.

Dikkat ederseniz Asr-ı Saadet'te fakir Müslüman yok; çünkü yardıma ihtiyacı olana yardım edilmiş; Medine'ye göçen Müslümanları sahabe kardeş kabul etmiş, evlerini, yiyeceklerini paylaşmış.

İslâmiyet sosyal hayattaki farklılıkları inkâr etmez ama güçlü olanın zayıf olanı desteklemesini emreder. Güçlü olanların yan yana gelip daha büyük hizmetlere koşmalarını emreder. Yardımlaşma fertleri birbirine bağlar. Bir millet bir vücut gibi olur, kuvvet bulur; her türlü felakete ve düşmana karşı dayanır.

İslâmiyet, bize Allah'ın en büyük yardımı ve ihsanıdır; bunun için her Müslüman gücü nispetinde âcize, zayıfa, fakire, güçsüze, sakata maddeten, manen ve hizmet ederek yardım etmekle mükelleftir.

İslam'da yardımlaşma esastır.
 
 
 
 

2 Ekim 2015 Cuma

Kardeşliğinizi şüpheye kurban etmeyin

Kardeşliğinizi şüpheye kurban etmeyin

 
Cemil Tokpınar

c.tokpinar@meydangazetesi.com.tr
02 Ekim 2015, 01:43


Rabbimiz, “Müminler ancak kardeştirler” hükmünün yer aldığı Hucurat Suresi’nde, ‘suizan, kusur araştırma ve gıybeti’ yasaklayan ayette şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah'ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah Tevvab’dır, tövbeleri çok kabul eder, Rahîm’dir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Hucurat: 12)

Zamanla gıybete dönüşür


Zan, ihtimal ve tahmin üzere hüküm vermektir. Bunun için zanna dayalı hüküm ve bilgiler de zannîdir, doğruluğu şüphelidir, kesin değildir. Eğer zannın sebebi, kişinin kendi nefsi ise hata ve vebalin boyutu daha artmaktadır. Uhrevî sorumluluktan kurtulmak için çok zandan veya zannın çoğundan kaçınmak gerekir.

Zannın çoğunun günah olması, bazı zanların zararsız olduğunu gösterir. Sözgelişi, Allah’a ve müminlere hüsnü-zanda bulunmak vaciptir. Ayette yasaklanan zan, mümine karşı sui zan beslemektir ki, bu haramdır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bir hadislerinde şöyle buyurur: “Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır.” (Buharî, Vasâyâ: 8)

Bütün zanlar ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini alır. İmam Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti, ‘gözü ile kötü bir şeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir. (Kimya-yı Saadet, s.388)

Suizandan kaçınmak gerek


Mümin bir kimse hakkında suizanda bulunmaktan şiddetle kaçınmak gerekir. Eğer aklımıza takılan bir şüphe, bir soru işareti varsa, ya iyiye yormalı veya kişinin kendisine sormalıyız.

Tabii, davranışlarımızın suizanna uğramaması için gayret etmek ve uygunsa açıklama yapmak gerekir.

Konuyla ilgili yaşadığı bir olayı Peygamber Efendimizin (a.s.m.) eşi Hz. Safiyye şöyle anlatır:

“Hz. Peygamber (a.s.m.) Ramazan ayında itikâfta iken akşam vakti yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de O kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki Ensar’dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber’i görünce hızlandılar. Rasulullah (a.s.m.) onlara ‘Biraz bekleyin, yanımdaki eşim Safiyye’dir’ dedi. Onlar ‘Sübhanallah’ dediler. ‘Bu da ne demek ey Allah’ın Resulu? (Sana suizanda mı bulunacağız?)’ Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Şeytan, damarlardaki kan gibi insanda dolaşır. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım.’” (Ebu Davud, Sünnet: 18)

Bu hadisten anlıyoruz ki, suizanna sebep olacak şeylerden kaçınmak, gerektiği yerde de açıklama yapmak gerekir.

Neler sebep olur?


Bir mümine beslenen kıskançlık, kin, düşmanlık, tarafgirlik, rekabet duygusu suizanna sebep olabilir. Bu kötü duyguların hepsi de yasaklanmıştır. Çünkü "Mümin, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla, ıslahına çalışır." (B. Said Nursî, Mektubat, 22. Mektup)

 Suizan etmenin sebeplerinden birisi de, insanın kendisini beğenmesi, başka kimseleri kendinden aşağı görmesidir. Oysa insan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Çünkü herkesi kendisinden üstün gören bir kimse müminlere suizan etmez, sürekli hüsnüzanda bulunur.

En yalan söz


Efendimizin (a.s.m.) şu hadisi şerifi hepimize bu konuda yol gösterici mahiyettedir:

“Zandan sakının, zira zan, sözlerin en yalanıdır. Ey Müslümanlar! Birbirinizin kusurunu araştırmayın, haber koklamayın, haksız yere rekabet etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin tutmayın, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini küçük görmesi yeterlidir. Her Müslümanın diğer Müslüman’a malı, kanı ve ırzı haramdır. Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Buharî, Vasâyâ:8)
 
 
 
 

1 Ekim 2015 Perşembe

İnfitar suresi (1-19)

İnfitar suresi (1-19)





82. sure - el-İNFİTÂR SURESİ 

Nâziât sûresinden sonra Mekke'de inmiştir. 19 (ondokuz) âyettir. Manası "yarılmaktır"tır. Göğün yarılmasından söz ederek başladığı için bu adı almıştır. Konusu ahiret âlemidir.

***

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.


1. Gökyüzü yarıldığı zaman,

2. Yıldızlar döküldüğü zaman,

3. Denizler birbirine katıldığı zaman,

4. Kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı zaman,

5. İnsanoğlu (yapıp) gönderdiklerini ve (yapamayıp) geride bıraktıklarını bir bir anlar.

6. Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?

7. O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp,ölçülü bir biçim verdi.

8. Seni istediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.

9. Hayır! Siz yine de dini yalanlıyorsunuz.

10. Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler var,

11. Değerli yazıcılar var,

12. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler.

13. İyiler muhakkak cennettedirler,

14. Kötüler de cehennemdedirler.

15. Ceza gününde oraya girerler.

16. Onlar (kâfirler) oradan bir daha da ayrılmazlar.

17. Ceza günü nedir bilir misin?

18. Evet, bilir misin? Nedir acaba o ceza günü?

19. O gün hiçbir kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah'a kalmıştır. 


***

Elmalılı Hamdi Yazır mealidir.

inşallah birkaç kez DÜŞÜNEREK okuyalım mı bu ayetleri?