23 Temmuz 2013 Salı

Zekât ve fitre kimlere verilir, kimlere verilmez?

Zekât ve fitre kimlere verilir, kimlere verilmez?

Ramazan2013 Yazarlar Ahmed Şahin

Zekât ve fitre kimlere verilir, kimlere verilmez?


Evet, yüce İslam, mensubu olan Müslüman’ı bencillikten korumuş, egoistlikten muhafaza etmiştir.

 Nitekim İslam’ın emirlerine ilgi duymayanlar, sadece kendi menfaatlerini düşünebilirler, kendilerini kurtardıktan sonra başkalarının sıkıntısına ilgi duymayabilirler. Ama Müslüman böyle düşünemez, çevresine ilgisiz ve duyarsız kalamaz.

İman ettiği İslam ona mükellefiyetler yükler ve buyurur ki:

-Senin mali durumun iyidir. Dinen nisaba malik zengin sayılmaktasın. Öyle ise servetinin kırkta biri olan zekâtını ayıracaksın, çevrende gördüğün ihtiyaç sahiplerine Allah’ın emri olarak vereceksin. Hem öylesine bir ihlasla vereceksin ki, alıp da seni borçtan kurtardıkları için teşekkür etme ihtiyacı bile duyacaksın.

İslam, Müslüman’ı işte böylesine çevresine ilgi gösterip yardım eden örnek bir sosyal insan haline getirir.

İslam’ın Müslü-man’a yüklediği bu yardım yükümlülüğü, Ramazan ayında daha çok gündeme gelir. Zenginler bu ayda servetlerini hesap ederler,  zenginlik sınırına ulaşmışlarsa kırkta birini ayırıp ihtiyaç sahibi din kardeşlerine zekât olarak verme mutluluğu yaşarlar. Ayrıca aile bireylerinin fitresini de hesap ederler Ramazan günlerinde. Ailenin her ferdi adına birer fitre vermeyi de ödenmesi vacip bir borç bilirler.

Ancak bu yardımları yaparken dikkat edecekleri kesin ölçüleri de unutmazlar. Çevresindeki ihtiyaç sahiplerinden kimileri yakın akraba, kimileri de uzak akraba, konu komşu durumunda olabilirler. Bunları ayırmaya ise ihtiyaç vardır.  Çünkü yakın akrabaya zekât, fitre verilmez. Verirse zekât, fitresini sanki bir cebinden çıkarıp öbür cebine koymuş gibi olur. Vermemiş durumuna düşer.  

Bundan dolayı fıkıh kitaplarında zekât ve fitrenin sayacağımız şu yakınlara verilmeyeceği açıkça anlatılır. O yakınlar zekâtla, fitreyle değil de servetin kendisiyle desteklenmeli, kendisinden bir parça olarak kabul ederek gerektiğinde nafaka bile ödenmelidir, denir. 

Kendilerine zekât verilemeyecek bu yakınları şöyle sıralayabiliriz:

-Anneye, babaya, nine ve dedeye, oğluna, kızına, bunların çocukları olan torunlara zekât ve fitre verilmez!. Çünkü bunlar yabancı değil servetin sanki ortağıdırlar. Böylesine yakın olanlara zekâtla, fitreyle değil servetin kendisiyle bakılıp, hakları olan nafakalarıyla destek olunmalıdır.. 

Bunların dışındaki zekât ve fitre verilecekleri de sıralayacak olursak şöyle bir sıralama söz konusu olabilir:

- Önce başka aileye karışmış kız kardeşlere, ayrılmış oğlan kardeşlere, bunların çocuklarına, yani yeğenlere, amcalara, dayılara, bunların çocuklarına, hala ve teyzelere, kayınvalideye, kayınpedere, damada ve akraba olmayan diğer ihtiyaç sahibi konu komşuya, öğrencilere  bakan vekillerine zekât ve fitre verilir.

Zekât ve fitrede servetin kazanıldığı yerin muhtaçları da beklenti içine girerler.

Bu itibarla, bulunulan yerdeki yoksullar beklerken başka şehirlere göndermek (caiz olsa da) bekleyenleri mahrum bırakmak kırılmalara sebep olur. Öyle ise bilip de bekleyenlerin ihtiyaçları karşılanma konusuna önem verilmelidir. Sonra çok münasip görülen uzaklara da gönderilebilir. Yeter ki gönderilen bu kimseler tam ihtiyaç sahibi olsunlar. Bayramdan önce ellerine geçerek bayramın mutluluğunu birlikte yaşama imkânına kavuşsunlar.

Daha doğrusu, bayram sevincinde hep beraber olalım. İçimizde üzgünler, dargınlar, kırgınlar acil ihtiyaçlarını karşılayamamış kimseler kalmasın. Ramazan yardımlarının bir hikmeti de budur zaten. Bayramda hep birlikte sevinmek, hep birlikte bayram yapmak..

Bir taraf ihtiyaçlarını karşılamış, sevinç içinde bayram yapıyor, diğer taraf ise sıkıntılar içinde kıvranıyor, sonra bir arada bayram yapıyoruz.. Bu İslam’ın  mesajına, Müslüman’ın merhamet ve şefkatine de uygun düşmüyor.. Ağlayanlarla gülenler bir arada bayram yapamaz, duyarlı insanlar böyle bayramlardan mutluluk duyamaz. Bayramı tek başımıza değil hep birlikte yapmalıyız. Bunun için de ilgilenmediğimiz ihtiyaç sahibi bırakmamalıyız çevremizde.


 

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Türk Milleti'nin en sevdiği 3 muhabbet konusu

Türk Milleti'nin en sevdiği 3 muhabbet konusu

  • Türk Milleti'nin en sevdiği 3 muhabbet konusu
    Prof. Dr. Osman Özsoy
    Haber 7
 

Sevgili Osman hocam emeğinize sağlık çok faydalı bir yazı. Allah razı olsun. Geçen bir kanalda Vehbi Vakkasoğlu hoca bişey anlattı bu konuda. Eski fetva makamındaki bir alime dini bir konuda fikir soran birine, Hocaefendi bilemiyorum evladım der. Adam sinirlenir, birde devletten maaş alıyorsun der. Hocaefendi yumuşak bir uslüple der ki: "Evladım ben bildiklerimin parasını alıyorum. Bilmediklerimin parasını ödemeye bütün dünyanın serveti yetmez"
İzninizle yazınızı yine dostlarımla paylaşacağım. Hayırlı ramazanlar CELAL
 

Her Ramazan ayında benzer konuların tartışılması bıktırdı artık. Orucu nelerin bozduğu, imsak vaktinin gerçekte ne zaman başladığı türden konular artık iyice baydı.


Türk Milleti'nin üzerinde en çok konuşmaktan ve tartışmaktan en hoşlandığı 3 konu arasında, spor, siyaset ve dini mevzular geliyor.


Bu konularda bilen de konuşuyor bilmeyen de...

Taksiye bindiğinizde de, ya da berbere gittiğiniz de, üç beş arkadaş oturup muhabbet ettiğinizde de  gündem bu mevzular.

Nerede bu mevzular sohbet bağlamında gündeme gelecek olsun, hemen hararetli bir tartışma ortamı doğuyor. Üstelik herkes kendisini bu 3 başlıkta tartışma konusunda yeterli bilgi sahibi görüyor.

Bu konuların, "estağfurullah, mevzu bilgim dahilinde değil" diyeni yok.

Türk Milleti'nin böyle bir zaafı olunca da, ekranlarda bu minval üzere tartışma programları ilgi görüyor, en düzeysiz spor programları bile saatlerce izlenebiliyor.

Çok basit dini mevzular bile sanki konu gökten yeni inmiş gibi hem de anahaber bültenlerinde tartışma konusu edilebiliyor.

Ramazan ayı girerken veya Kurban Bayramı yaklaşırken en cahil vatandaşlar arasında bile bir anket çalışması yapılsa ve "Sizce bu Ramazan ayında veya Kurban Bayramı'nda hangi konular tartışma gündemine gelir?" denilse herkes bu soruya rahatlıkla cevap verebilir.

Dün akşam  İstanbul Müftülüğünce Beykoz'daki Hidiv Kasrı'nda düzenlenen iftar programına katılan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, orucu nelerin bozup nelerin bozmayacağı üzerinden konuyu magazinleştirmenin doğru olmadığını belirttikten sonra şunları söylemiş; "14 asır önce orucu neyin bozduğu, neyin bozmadığı kitaplarda yazılmıştır. Bütün ilmihal kitaplarında bunlar mevcuttur..." demiş.

Her mevzuyu bilenle tartışmak lazım.

Cahillerle sohbet kitaplarda en tavsiye edilmeyen davranış şekilleri arasında gösteriliyor. Cahille sohbette cahil kişi bilen kişi seviyesine çıkamayacağı için, tartışmaya konu mevzuları bildiğini zanneden kişi de farkında varmadan onun düzeyine düşüyor.

Tatilde okumak için yanıma aldığım kitaplardan biri de, 15 sene önce okuduğumda çok beğendiğim, üzerinde notlar aldığım ve herkesin okumasını tavsiye ettiğim Gazeteci Taha Akyol'un 1997 yılında basılan "Hayat Yolunda - Gençler İçin Anılar ve Öneriler" başlıklı kitabı oldu.

Taha Akyol kitabında (sayfa 185), Katip Çelebi'nin (1609-1657) Mizan ül Hak isimli kitabında din adamlarının dini bilgilerin dışında geometri gibi pozitif bilimlere de vakıf olmasının ne kadar önemli olduğunu anlatmak için verdiği şu örneği aktarır:

Bahçenize bir su deposu veya havuz yaptıracaksınız. Deponun derinliği eni ve genişliği 4'er metre olacak. Bu işi yapacak kişi ile diyelim 120 Milyona anlaştınız. Adam ekibi ile geldi ve kazmaya başladılar.

4'er metre yerine 2'şer metre kazınca ekip bu işten vazgeçti ve gitti.

Şimdi sorumuz şu;

Kazılan 2'şer metre derinlik, en ve genişlikteki kısım için işi bırakıp giden adama kaç para ödemek lazım?

Sorduğum pek çok kimse, ilk elde 4'ün yarısının 2 olduğunu düşünerek 120 Milyonun yarısı 60 Milyon diye cevap verdi.

Halbuki kazılan kısım için 120 Milyon liranın 8'de 1'ini ödemek lazım.

Yani 15 Milyon lira..

Çünkü boyutları dörder metre olan bir depo 64 metreküptür. Adam 2'şer metre kazmakla sadece 8 metreküp kazmıştır ve hakkı sadece 8'de 1'dir.

Taha Akyol tam bu noktada Katip Çelebi'nin şu tespitini aktarıyor: Demek böyle bir mevzu şikayet konusu olarak bir kadının (hakimin) önüne geldiğinde doğru hüküm vermesi için geometri bilmesi lazım.

Sözün kısası şu...

Herkesle herşeyi tartışmak, her Twit'e, her söze cevap yetiştirmeye çalışmak ve ulu orta her polemiğe ve tartışma konusuna dahil olmak düzeyinizi düşürür.

İşi bilenlerle konuşmak lazım.

Bilmek isteyenlere de yardımcı olmak lazım.  

Güvenilir ses ve soluklara kulak vermek lazım.

Rastgele her kitabı okumamak lazım. Okunması gerekenleri, katkı sağlayacakları ve güvenilir kalemleri okumak lazım.

Ekranlarda düzeysiz bu tür tartışma programlarına denk geldiğinizde kanalı değiştirin ve televizyonu kapatın. Çevrenizde ehil olmayan insanlar arasında yukarıda bahsettiğim 3 başlıktan birinde muhabbet açıldığında sessizce oradan uzaklaşın.

Kuş gibi hafiflediğinizi, çenenizin yorulmadığını, zihninizin karışmadığını fark edeceksiniz.

Ben öyle yapıyorum da... Oradan biliyorum.

Prof. Dr. Osman ÖZSOY - Haber 7
yazaramesaj@gmail.com
www.osmanozsoy.com.tr
https://twitter.com/OzsoyYazilar
 
 
 


Kul Hakkına Riâyet

Kul Hakkına Riâyet

Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret hâli müstesnâ, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda yemeyin…” (Nisâ, 29)

Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevâbıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zinâ isnâd edip iftirâda bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.”(Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372)

Kul hakkı yemenin, âhiretteki acıklı âkıbetini haber veren Allah Rasûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bir kısım insanlar, Allâh’ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka bir şey değil.” (Buhârî, Humus, 7)

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel, o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48)
 

--

21 Temmuz 2013 Pazar

Ya Rezzak! Şükürler olsun! (Zafer Dergisi, M. Bozdağ)

Dr. Muhammed Bozdağ,
 
 
Ya Rezzak! Şükürler olsun! (Zafer Dergisi, M. Bozdağ)
 
Pencerenizden izlediğiniz bahçenin çıplak toprağından ansızın bir yeşil sütun yükseliyor, dakikalar içer...isinde büyüyüp, dal budak salıp ağaç oluyor. Derken kaldırıyor köklerini yerden de yürüyüp pencerenizin önüne geliyor. Yaklaştırıyor dallarını yüzünüze ve incecik uçlarından hızla büyüyen iri iri elmaları uzatıyor elinize, “buyurun!” dercesine!
 
 
Bakıyorsunuz, o bir ağaç, dili yok güya, kalbi yok, aklı yok diye düşünüyorsunuz. Şaşırtıcı geliyor mu? Masal gibi mi? Dikkatle bakarsak göreceğiz ki, yeryüzündeki rızıklandırma işlerinde yaratılırken yaşananlar bu senaryonun yavaş çekimine çok benziyor.




Dün iki siyah kuğunun havuzun kenarındaki yemliklerinden gagalarına alıp birbiriyle yarışırcasına havuzdaki aç Japon sazanlarına yedirişlerini gösteren bir videoyu izlerken bunu düşündüm. Çocukluğumda, köy evimizin bahçesindeki çalılığa gizlenen kanadı kırık bir kargayı bir sincabın günlerce beslediğini söyledilerdi de uydurduklarını sanmıştım. O tanıklığın bir benzerini gözlerimle izliyordum.




Yüce Rezzak’ın muhteşem rızıklandırması kuşatmış köşeleri… Kör bakınca kara kuru toprağın üzerindeki canlılığın nasıl bir rızıklandırma ihtişamından geçtiğini göremiyoruz.

Hayvanlar yaratılıp yayılıyorlar yeryüzüne ve cansız toprakta, gittikleri yerlerde ayaklarının altına yemyeşil sofralar seriliyor. Kanatlanan, tünediği ağacın dallarında buluyor yiyeceğini. Kileri, buzdolabı yok hiç birinin ve aç uyanıyorlar sabahleyin. Ama içlerindeki güvenlik hissi muhteşem. Aç kalma korkusunu hissetmiyorlar yüreklerinde. Muhtaçlıkları ve acizlikleri oranında er veya geç rızıklarına kavuşuyorlar.

 
Ölümün ürkütücü yüzü bile lezzetli ve tertemiz bir rızıklandırmaya dönüştürülüyor. İnanılmaz bir hikmetle iç içe bir rızıklandırma bu. Ömürleri ve görevleri biten trilyonlarca bakteri hayattan tezkeresini aldıktan sonra adeta kızarmış tavuk sofrası gibi sunuluyor milyarlarca temizlikçi sineğe. Görevi bitip emaneti iade eden bütün bedenler çabucak temizleniyor yeryüzünden.

 
Yüce Yaradan bir canlıya güç verdiyse hayata hareket katmak, bir de cıvıl cıvıl göstermek istiyor da rızkının peşinden yürü diyor. “Uç ağaçlara, uzan vadilere, açıl çiçeklere…” Serçeler görürsünüz, dallardaki minik meyvelerin, otlardaki tohumların peşinde koşuştururlar. Sonra da arılar, kelebekler… Renklerin binbir tonunu topraktan çıkaran binlerce türlü çiçeklerden bu sabah da damla damla bal sofrası sunulmuştur. Siz de koşun, beslenin.

 
Ey minicik kanatlılar, uyanın, kalkın yerlerinizden çırpın kanatlarınızı, açılın su mis kokulu süslü bahar bahçesine de ziynetlere ziynetler katın. Bahçelerden petek petek ballar dönsün geriye. Vızıldama şarkıları dönsün, sevinç, bayram, dans dönsün.

 
Ama bir de güçsüz kıldıysa o canlıyı veya nöbetçi asker gibi çakılı bıraktıysa bir toprağın başında. Empati yapın o ağaçla! Size de o ağaç gibi uzak veya ıssız serhat boylarını zikrinizle canlı tutmak düştüyse. Yapraklarınız dans edecek, dallarınız rüzgarın akışına senfoni katacaksa, bir “Hu” uğultusunu yayıp dağıtacaksanız ormanlarınızdan gökyüzüne ve açsanız ve bir su kuyusuna gidemiyor, bir sofrada oturamıyorsanız ne olacak? En küçük şeyleri bile duyup gören bir Rezzak hükmediyor bu gök kubbenin altına. Her şey gözetim altında. Siz rızkın ayağına gidemiyorsanız, O Rezzak rızkı ayağınıza getirecektir, güvenin ve sabırla ufukları izleyin.

 
Nerede ağaç varsa denizlerden besinler yüklenen vagon vagon bulut oraya akın etmiyor mu? Baksanıza göklerden geçen şu tonlarca su ve plankton taşıyan yiyecek ve içecek kervanlarına… Hangi yeryüzünde kökleri kuru kalmış, dalları tutmaz olmuş, boynunu bükmüş yapraklar varsa, hangi toprağın dudağı susuzluktan çatlamışsa, şu uçsuz bucaksız bahçenin Sahibi o imdadı oraya gönderiyor işte. Hem de ne heyecanla! Ne şevkle! Nasıl da bir bayram havasıyla, nasıl da düğün derneklerle tamtamlarla gidiyor.

Serinletici rüzgârlar yetiştiriyor müjdeyi saatler öncesinden. Sonra da dev gökyüzü davulu çalıyor, sarsılıyor zemin, titriyor bekleyenler. Boşalacak rahmet, sofralarının başındaki boş sahanların önünde ağızlarını açıp yiyecek bekleyen sayısız can beslensin diye. Bir de bakarsınız ki gövdeler doğrulmuş, yapraklar dirilmiş, çiçekler açmış veya meyveler büyümeye başlamıştır.
 
 
Bir aciz yavru doğuyor ve kendini bir şefkatli annenin korumasında buluyor. Kimi kanatlarında, kimi sırtında, kimi kesesinde, kimi ağzında, kimi kucağında koruyor yavrusunu. Nereye geldiğini, neye uğradığını, ne yapabileceğini bilmeyen, bıraksan ezilip, kuruyup ölüp gidecek yavrunun zayıf bedeni doğar doğmaz kendisi için doldurulan süt çeşmelerinden nasıl da beslendiğine bakar mısınız? Annelerin bedeni yavrusunun ihtiyacına göre bir lezzet sofrası oluyor. Topraktan beslenmek, sudan beslenmek, ağacın dalından beslenmek ve sonra da bir annenin vücudundan beslenmek… Ya Rezzak! Sana ne zor gelir ki!

 
Hadi karalardaki bir anne yavrusunu kucağına alır emzirir de, denizlerdeki kolsuz kanatsız anneler bu zor işi nasıl başaracaklar diye düşünür mü insan? Anne mi yapıyor ki bu işi? Kendi de himmete muhtaç zavallı anne mi?
 
 
Düşünün ki dev balinanın sütü krem kıvamında olmasa, okyanus suyuna karışacak süt de, yavru açlıktan ölecek. Bir tür balığın binlerce yumurtasından birden çıkan yavrularının minicik ağızları nasıl beslenebilir ki? Binlerce aç yavru bir anneyi kuşatırsa hangisiyle nasıl ilgilenir o anne? Kaçını görebilir, kaçını düşünebilir, kaçıyla ilgilenebilir ki o küçük beyniyle. Ama o minicikleri dünyaya gönderen esas Sahip yüce Rezzak, “ol” deyince, bütün pullarının kenarları birer süt çeşmesi olur o annenin.

 
Sonra şu göçebe somon balıkları… Okyanuslardan geriye, doğdukları nehir başlarındaki ata yurtlara dönüp yumurtalarını bıraktıktan sonra ölen somonlardan sonra doğan yetim yavrular hayata nasıl tutunabilir ki? Yüce Rezzak doğumlarında boyunlarına misket iriliğinde birer rızık deposu yerleştirmiştir; beslemeyi öğreninceye kadar o depodan beslenirler. Sahip, Rezzak ve Hakim yüce Yaradan olunca, çare mi bulunmaz! Subhanallah!
 
 
Hani derler ya atalar; “Dağda ceylan yavrusu doğunca vadide otu bitermiş.” Ne yüce plan bu! Ne benzersiz bir ihtişam! Ne mikrop aç, ne sinek, ne de balina! Acayip olan belli rızık türlerinin belli canlı türlerine tahsis edilmesi, o türlerin ağzına, midesine, vücudunun ihtiyacına göre yaratılmasıdır.

 
Acayiplik sadece sayısız türde, tarzda rızıkların yaratılması değildir. Bunlara sayısız görüntü ve koku güzelliği katılması ve her birine ayrı lezzetlerin bağlanmasıdır.
 
 
Daha acayibini de Mevlana Celaleddin söyler: “Herkes herkese bir lokma birşey verebilir; ama boğaz bağışlamak ancak Allah'ın işidir.” Ağaca kökten, meyveye daldan, bebeğe kordondan, insana ve hayvana gırtlaktan boğaz yaratan yüce Rezzak’a hamdolsun.




Bilhassa insanın boğazı lütuf üzerine lütuflarla zenginleştirmiştir. Rızkı bir hayvanın yaptığı gibi kaparak yutmazsınız. Dilinize türlü algılayıcılar serpmiş ve çiğnemenizi gerektirmiştir. Böylece lokmanın zerrelerindeki türlü tonlardaki lezzeti hissedesiniz. Burnunuz kokluyor, gözleriniz görüyor ki, rızkın lezzetine tüm yönlerden yaklaşabilesiniz.




İhtişam bununla sınırlı değil. Bir sineğin yediğinin kaç türlü lezzeti olabilir ki? Yeryüzünde rızkının lezzeti insanınki kadar çok ve çeşitli olan başka bir canlı var mıdır? Dur da düşün ey insan! Sen ne kadar şükrediyor olsan da sana yönelen bu Rezzak şefkatinin büyüklüğüne hakkıyla karşılık veremeyeceksin.

“Kullarımdan hakkıyla şükredenler azdır.” (Sebe, 13) buyruluyor. “Allah size, duyacak kulaklar, görecek gözler ve hissedecek gönüller verdi ki şükredesiniz.'(Nahl-78) hatırlatmasıyla şükre çağrılıyoruz.
 
 

Şükürler olsun ey iftar soframızı süsleyen yüce Rezzak! Lütfunun her zerresine şükürler olsun. Bizi nankörlerden kılma; kalbimizi nimetlerine karşı vefasızlıktan arındır."
 
 


 

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Orucun vücuttaki organlara sağladığı yararlar

Orucun vücuttaki organlara sağladığı yararlar
 
 
Karaciğer: Bilinen 16 grup görevi vardır ve 24 saat hiç durmadan bu görevleri sürdürür. Karaciğer, yalnız oruç sırasında görevlerinin altı tanesinde günde altı saatlik bir dinlenmeye geçer. Ak, karaciğer hücreleri dile gelse de, bu altı saatlik dinlenmenin kendileri için ne büyük bir nimet olduğunu söylese!
 
 
Mide: Oruç anında tüm kaslarını dinlendirir, iç zarındaki tüm hücreler kendilerini tamir fırsatı bulur. Oruçla birlikte mide şartlı reflekse geçerek asit salgısını durdurur.
 
 
12 parmak bağırsağı: Oruçtan en büyük sağlık payını alır. Oruçla birlikte ortalama 10 saat dinlenmektedir. Oruç, sırasında özellikle iç zarlarını ve savunma merkezleri olan «peyer plakalari»nı revizyona sokar.
 
 
Kalp: Kan hacmindeki azalma, kalbe ciddi bir istirahat sağlar. Doku arasındaki fazla su atılarak doku tansiyonunu düşürür. Halk arasında küçük tansiyon diye bilinen kanın kalbe baskısı oruçlu iken düşer. Bu, kalbe yapılabilen en büyük iyiliktir.
 
 
Hücre: Çeşitli görevlerle yükümlü hücreler, özellikle besin alışverişi, hücre içi ve hücre arası su dengesini ayarlamak zorundadır. Hücrenin en büyük yorgunluğu, buradan gelmektedir. Oruçta tüm bu olaylar en aza indiğinden, hücrelere nefes alma imkanı doğar.
 
 


 

Gayemiz halkı değil, Hakk’ı memnun edebilmek…


Hekimoğlu İsmail
 
Ramazan2013 Yazarlar Hekimoğlu İsmail

Gayemiz halkı değil, Hakk’ı memnun edebilmek…

 
Yıllar önce Almanya’ya gittiğimde orada kurulan bir dernek dikkatimi çekmişti. Aklımda kaldığına göre adı; Paylaşanlar Derneği’ydi. Paylaşmakla psikolojik hastalıklarından, dertlerinden, sıkıntılarından kurtulacaklarına inanıyorlardı.


Bu, tamamen İslami bir gerçektir. Peygamber Efendimiz (sas) buyurmuş ki, “Hastalıklarınızı sadaka vererek tedavi ediniz.” Bir başka hadiste buyurmuş ki, “Kim mü’min bir kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir kardeşinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet sıkıntılarından mühim birini giderir.” Buradan da anlaşılıyor ki, akıl ve ruh sağlığı; ahlak ve yardımseverlikle doğrudan bağlantılı…  

Paylaşmak, egoist olan insanın o halden sıyrılıp diğergâm olmasıdır ki, bu durum ruhu memnun eder ve rahatlama hâsıl olur. Beden ruha tâbidir. Asıl olan ruhun rahat etmesidir.      

Paylaşmak, bir tabak yemeği paylaşmaktan, büyük bir şirket kurup onlarca insana maaş vermeye kadar uzar. Mesela annem kokusu çıkan bir yemek pişirince komşuya da gönderirdi. “Hasta vardır, hamile vardır, alıp da yapamayan vardır.” derdi. Et pişirdiyse et, ekmek pişirdiyse ekmeği paylaşırdı. “İçim rahat etmez.” derdi. İçim, dediği ruhuydu… Ruh, Allah’ın hayat sıfatından olduğundan daima iyiliği ister. Ben hasta olduğum için iyi bilirim. Ne yiyeceğini, ne isteyeceğini bilemeyebiliyor insan. Birden kapı çalar; bir tas çorba gelir komşudan. Sanki onu bekliyormuş gibi o çorbayı iştahla içer hasta. Hâlbuki biraz evvel hastanın hanımı demişti ki, “Canın ne istiyorsa pişireyim.” “Hiçbir şey istemiyorum.” demişti… Bir tas çorba, alanı da vereni de memnun etti…  

Çok zengin bir arkadaşım vardı. Bir gün yanıma geldi, dedi ki; “Ağabey çok sıkılıyorum, bunalıyorum. Depresyona girdim.” Dedim ki, “Kardeşim, samimiyetimize güvenerek açık konuşayım: Allah bu serveti tek başına sana yedirmez. İnşaat yap. Irgatlar, ustalar, sürücüler, kalıpçı, sıvacı derken senin sayende belki yüz kişi ekmek yiyecek.” O arkadaş bir arsa aldı, inşaat başladı. Birkaç ay sonra kendisini ziyaret ettiğimde hayatından memnundu.


Alimler der ki, “Benimdir deme, yanımdadır de!” Parayı biz kazandık. Bu makama biz geldik. Elimizde çeşitli imkânlar var. Amma Allah’ın verdiği akılla, sağlıkla bu nimetlere ulaştık. Demek ki parayı kazandıran da Allah, makamı veren de Allah… O zaman “Benim!” dediğimiz her şeyde herkesin hakkı var. Bahçeye ağacı ben diktim, meyve verdi. Bu koca ağaçta benim hakkım binde bir. O da çekirdeği toprağa gömmek. Ondan sonrasını hep Allah yaptı. Bu hal, elimizdeki her türlü imkan için geçerlidir. Öyleyse Allah’ın verdiğini Allah’ın kullarına dağıtmak zorundayız. Halkı memnun etmek değil gayemiz; Hakk’ı memnun etmek…
 
 
 

18 Temmuz 2013 Perşembe

HAYIRLI CUMALAR HAYIRLI RAMAZANLAR

HAYIRLI CUMALAR HAYIRLI RAMAZANLAR
 
-Nasıl 65 yıl evli kaldınız?

-Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığında, çöpe atılmaz tamir edilirdi...
 
 
-Nasıl 65 yıl evli kaldınız?

-Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığında, çöpe atılmaz tamir edilirdi...

**************************
 
 
  • Şimdi akşam 7den sabah 7ye kadar telefon bedava ya,
    ben 1991 de başka şehirdeki aşık olduğum kızla birkaç saat telefonda konuştum.
    babamın maaşının yarısı kadar gelen fatura yüzünden bir kamyon dayak yemiştim.
    gençler biz o zaman mektuplaşırdık, belki ayda bir kez sesini duymak için telefon açardım.
    GENÇLER SİZLER ŞİMDİ NE KADAR ŞANSLISINIZ DİYECEKTİM AMA
    BOŞANMA ORANLARI ORTADA...
    AŞK ÖZLEMEKTİR.
  • SEVDİĞİNİN GÜLMESİNİ DUYMAK İÇİN SAATLERCE TELEFON SIRASINDA BEKLEMEKTİR...
    BİRBİRİNİZİ SIK SIK ARAMAYIN GÖRMEYİN... BİRAZ ÖZLEM OLSUN.
    ACABA ŞİMDİ NE YAPIYORDUR AŞKIM DİYE HAYALLER KURUN...
    AŞK BÖYLE ARTAR.
     
     
    ***********************************
     
     
     
    **********************************
     
    O kadar çok şükretmelisiniz ki!!!
    Sizin sıradan yaptığınız herşey biz engellilere o kadar uzak ki ...
    Sıkıştığınızda kendi başınıza tuvalete gitmek,
    Kimseden istemeden gidip mutfaktan çay doldurmak,
    Oruç tutabilmek ve o sevinçle iftarı beklemek,
    namazı oturarak değil alnını secdeye koyarak kılmak
    NE BÜYÜK NİMETTİR... ÇOK ÇOK ŞÜKREDİN İNŞALLAH HAYIRLI RAMAZANLAR
     



     

    TÖVBE EDEN HİÇ İŞLEMEMİŞ GİBİDİR

     
    Fotoğraftaki matador Alvora Munera kariyerine son verdi.

    Öyle ki, yarışın son mücadelesinde gücünü yitiren Alvora yıkılır. Boğanın ona yaklaştığını görünce korkulu sonun yaklaştığını hissetti.
     
    Lakin boğa ona hiç bir şey yapmadı. Yarıştan sonra matador açıklamasında şöyle diyor: "Boğa gözümün içine bakarak bağırdı, böyle sadece bağırdı.
    Sırtına oklar batırdığım hayvan bana zarar vermedi, istese beni orada öldürebilirdi fakat sadece gözlerime bakıp bağırdı.
     
    Her hayvanda olduğu gibi onun gözlerinde de masumluk vardı. Yüreğimde adaletin hıçkırarak ağladığını işittim.
     
    Belki de bağışlanırdım, lakin itiraf edemedim. Kendimi dünyanın en vahşi mahluğu gibi hissediyordum."
     
     
    NE DİYOR PEYGAMBER EFENDİMİZ SAV:
     
     
     
     

    Hesabını Yapabilen Çocuklar...

     
    18 Temmuz 2013 15:57 tarihinde Mehmet COŞKUN <m_coskun99@hotmail.com> yazdı:
    İnsan ve Hayat'ın Temmuz 2013 sayısında "HESABINI YAPABİLEN ÇOCUKLAR" başlıklı yazıda aşağıdaki malümat geçiyor.
    Yazıyı okuduktan sonra Ramazan-ı Şerif vesilesiyle çocuklarımızın kendi fitrelerini(sadaka-ı fıtır) kendi isimlerini kendi elleriyle yazdıkları zarfların içerisine kendi harçlıklarından koymalarının hoş ve güzel bir öğretim şekli  olabileceği aklımıza geldi. Bu uygulamaları tüm kardeşlerimize tavsiye ediyor, anaokulu ve kreşlerimiz de uygulanabilir diye düşünüyoruz.

    Hesabını Yapabilen Çocuklar
    ....

    Sadaka vermek, paranın değerini öğretir

    Paranın değerini öğretmek için sadaka vermek en tesirli metotlardan biri. Çocuk, sadaka vermek ile para kazanmanın ne kadar zor olduğunu, ancak o parayı karşılıksız verince anlar. Tabi ki karşılığındaki manevi kazanç izah edildiğinde, doğru yerde harcanan paranın neler kazandırdığını öğrenmiş olur. Bunun için “Allah yolunda infak edilen ve harcanan mal, ahirete götürdüğünüz maldır, gerisi dünyada kalacaktır.” mealinde ayeti kerime ve Peygamber Efendimizin (s.a.v) “Sadaka vermeye devam edenin rızkı artar ve duası kabul olunur.” Hadis-i Şerifi anlatılabilir.
    Yine Peygamberimizin “Sizin en faziletli ameliniz, yapması size en zor gelenidir.” ifadesi hatırlatılabilir. “Biriktirdiğin bu paralardan vermek sana zor gelecek ama gel bir fazilet işleyelim ben de sen de paralarımızdan bir miktarını düzenli olarak Allah yolunda harcayalım.” diyerek, çocuklarımızı küçük yaşlardan başlayarak hayra teşvik edebiliriz. Evde çocukların kumbarasının yanında bir de sadaka kumbarası koyabilirsiniz. Alışverişten döndüğünüzde ya da seyahate çıkacağınızda sadaka kumbarasına para atarsanız, böylece hem tasarrufu hem de sadaka vermeyi çocuklara öğretmiş olursunuz.

    Yazının Tamamı İçin:
    http://insanvehayat.com/hesabini-yapabilen-cocuklar/

    HESABINI YAPABİLEN ÇOCUKLAR


    “Sadaka, fakire verilirse 10 misli; âmâ ve âcize verilirse 70 misli; yakın akrabaya verilirse 1000 misli;
    ana babaya verilirse 10 000 misli; talebe ve âlime verilirse 1 000 000 (milyon) misli olarak mukabele eder."
    {İmâm-ı Suyuti (rh.a)}
    Yâ Selam

    Namazda kalbini koru.
    Yemekte boğazını koru.
    İnsanlar içinde dilini koru.
    Başkasının evinde gözünü koru.
    Allahı ve ölümü hiç unutma.
    Yaptığın iyilikleri ve sana yapılan kötülükleri hiç hatırlama.
    ***Âlimlerle ve ilim meclislerinde bulun; onlardan ayrılmamaya çalış.
    Ekmeğini muttakilere(takva üzere yaşayanlara) ve iyilere yedir.
    İşini de bilginlere danışarak yap. {Lokman Hekim (Ruhü’-l Beyan Cild 7)}

     
     

    Şeytanın Esiri Olmayın!

    Şeytanın Esiri Olmayın!
    Cenâb-ı Hak buyuruyor:
    “Şeytanların kimin üzerine ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, yalana, günaha ve iftirâya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. (Şuarâ, 221-223)
    Rasûlullah (sav) buyurdular:

    “Muhakkak ki şeytanın ve meleğin insanoğlunun kalbi üzerinde yönlendirici tesiri vardır. Şeytanın tesiri kötülüğe sevketmeye ve hakkı yalanlamaya, meleğin tesiri ise hayra doğru ve hakkı tasdik etmeye yöneliktir.

    Meleğe ait tesiri gönlünde hisseden kimse bunu Allah’tan bilsin ve Allah’a hamd etsin. Kendisini kötülük tarafına çekmeye çalışan bir tesir hisseden kimse de kovulmuş şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakk’a sığınsın.” (Ahmed, I, 465, 435; III, 397; İbn-i Mâce, Mukaddime, 1)
    Efendimiz (sav) şu mühim noktaya dikkatlerimizi çeker:
    “İblis tahtını suyun/denizin üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi koparandır. Askerlerinden biri gelip:

    “-Bugün ben şöyle şöyle yaptım!” der. İblis:

    “-Hiç bir şey yapmamışsın!” karşılığını verir. Bir diğeri gelir:

    “-Ben birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini bırakmadım» der. Bunun üzerine İblis onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp boynuna sarılır ve:

    “-Sen ne iyisin, ne güzelsin!” der.” (Müslim, Münâfıkîn, 67)
     

    --

    KAPTAN KUSTO Nasıl Müslüman oldu...

    KAPTAN KUSTO Nasıl Müslüman oldu...
     
     




     
     
     
    (Avrupa ve) Fransa’da Müslümanlık, her sanatta, her bakımdan şöhret kazanmış kimseler arasında hızla yayılıyor. Hıristiyanlığı bırakarak İslâm dinini tercih edenlerin adedi 100 000’e ulaştı. Katolikliğin Fransa’da en yüksek makamı olan “Paris Arşovekliği” bu rakamı tasdik etti. 
     
    Müslümanlığı tercih edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile 
    bütün dünyanın yakından tanıdığı Kaptan Kusto, İslâm dinini seçmekle hayatının en doğru kararını verdiğini söyledi. İslâm dinini tercih etmesine sebep olan hâdiseyi şöyle anlattı:
     
    “1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb Boğazı’nda, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusu’nun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp karışmadığını araştırmaya başladık. Önce Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu ile içinde yaşadığı canlıları tesbit ettik.
     
    Aynı araştırmayı Atlas Okyanusu’nda da tekrarladık. İki deniz suyu binlerce seneden beri Cebelitarık Boğazı’nda birleşiyordu. Bu durumda, iki suyun karışması ile tuzluluk ve yoğunluk gibi hususların birbirlerine eşit, hiç olmazsa yakın olması gerekirdi. Hâlbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi özelliğini koruyordu.
     
    Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına engel oluyordu. Bu hâli anlattığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslâmın kutsal kitabı Kur’ân-ı kerîmin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’ân-ı kerîmde dosdoğru açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’ân-ı kerîmin; Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inandım. Hak din olan İslâmiyeti seçtim. İslâm dini, mânevî gücü ile bana kaybetdiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi...”
     
     


    (RAHMAN SURESİ, 19-20-21.  ayetler) 
     
    19 - (Acı ve tatlı) iki denizi salıverdi birbirine kavuşuyorlar.
    20 - Fakat aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.
    21 - Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? (RAHMAN SURESİ, 19-20-21.  ayetler) 

    BU HABER DOĞRUMU BİLMİYORUM. KAPTAN KUSTO 1997 DE ÖLDÜ...
    AMA DOĞRU OLAN KURAN DA GEÇEN İKİ DENİZİN SULARININ KARIŞMAMASI OLAYINI İLK O KEŞFETMİŞTİR.