İnsanların eziyetlerine katlanamamak ve tahammülsüzlük göstermek, hikmetten nasipsizliğin ve cehâletin bir neticesidir. İlim ve irfan sahibi insanlar nasıl zarif ve nâzik olurlarsa, hikmetten nasipsiz ve câhil kimseler de, kaba, hodgâm ve edep mahrumu olurlar.
Şeyh Sâdî buyurur:
“İnat, haksızlık ve düşmanlık gördüğün vakit nazik ol. Çünkü keskin kılıç, yumuşak ipeği kesemez. İnsan tatlılıkla bir fili bile çekip götürebilir.”
Peygamber vârisi Hak dostları da insanların kendilerine karşı gösterdikleri kaba davranışlara, hatâ ve kusurlara aldırmaz, onların ıslâhı için türlü meşakkatlere cân u gönülden katlanırlar. Zira bu hâl, gerçek ilim ve irfânın muktezâsıdır.
KÖTÜLÜKLERE TAHAMMÜLSÜZLÜK, CEHÂLETİN NETİCESİDİR
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“Musîbete karşı rızâ hâlinde, şiddete karşı sabırlı ve sarsıntı anlarında vakarlı olmak, velîlerin âdetidir.” 
“İlmin başı, yumuşak huyluluk; hikmetin başı, insanlarla iyi geçinmektir.” 
Dolayısıyla insanların eziyetlerine katlanamamak ve tahammülsüzlük göstermek, hikmetten nasipsizliğin ve cehâletin bir neticesidir. İlim ve irfan sahibi insanlar nasıl zarif ve nâzik olurlarsa, hikmetten nasipsiz ve câhil kimseler de, kaba, hodgâm ve edep mahrumu olurlar. Dînin nezâket ve zarâfetinden bîhaber kalmak, en fecî cehâletlerden biridir.
“KÖTÜLÜĞE KARŞI EN GÜZEL YOL” NEDİR?
İbn-i Abbâs -rahmetullahi aleyh-;
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34) âyetiyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“Âyette ifâde edilen «en güzel yol»dan maksat, öfke ânındaki sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır. İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da kendilerine boyun eğer. Sanki samimî bir dost olur.” (Buhârî, Tefsîr, 41/1)
Enes bin Mâlik -radıyallahu- anh- da;
“«…O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.» (Fussilet, 34) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde; “O, öyle ince ruhlu ve zarif bir insandır ki, başkası kendisine kötü sözler sarf ettiği takdirde; «Doğru söylüyorsan Allah beni, yalan söylüyorsan seni affetsin. » diyerek karşılık verir.” buyurmuştur.
“SELÂM” DER GEÇERLER
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Hak dostları da, kendini bilmez câhillere aldırmaz, onlarla tartışmaya girmezler. Zira bunun, o nâdanları nefsânî bir inatlaşmaya götürerek onların daha büyük bir zarara sürüklenmelerine sebebiyet vereceğini bilirler. Bu hususta Hazret-i Ali -radıyallahu anh- şu îkazda bulunur:
“Alçakça söylenen bir söze sakın cevap vereyim deme!.. Çünkü o sözün sahibinde, onun gibi daha nice düşük sözler vardır. Cevabınıza yine o bayağı ifâdelerle karşılık verirler. Câhil ile sakın latîfe etmeye kalkma! Dili zehirli olduğundan gönlünü yaralar.”
Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurur:
“Câhiller karşısında kitap gibi sessiz ol!
Güzel huylu kişi, dedikodulara tahammül eden, insanların kötülüğüne karşı âmâ ve sağır davranan kişidir.”
EBÛ DAMDAM GİBİ OLMAK!
Hakk’ın velî kullarının bu güzel ahlâkına dâir pek mânidar bir misâli Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- şöyle haber verir:
Bir gün ashâbına:
“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye suâl eden Allah Rasûlü’ne oradaki sahâbîler:
–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurdu:
“–Sizden önceki kavimlerden birine mensup biriydi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvud, Edeb, 36/4887)
Ne muazzam bir gönül ufku… Cenâb-ı Hakk’a duyulan nihâyetsiz muhabbet, O’nun kullarına merhameti, şefkati, af ve müsâmahayı beraberinde getiriyor. Allâh’ın kullarının, kendisi sebebiyle hesap gününde zor duruma düşmelerini istemiyor. Allâh’ın kullarını rahatlatarak ilâhî rahmete ermeyi ümîd ediyor.
“İNSANLARIN EZİYETLERİNE KATLANMADIKÇA RIZÂMA ERİŞEMEZ!”
İmam Gazâlî Hazretleri de insanların sıkletlerine katlanmanın fazîletine dâir şu kıssayı nakleder:
Hakîmin biri, hikmete dâir 360 eser yazmış ve bu sâyede Allâh’a yaklaştığını sanmıştı. Allah Teâlâ, zamanın peygamberine şöyle vahyetti:
“–Falana söyle, yeryüzünü nifak ile doldurdu. Ben onun nifâkından bir şey kabul etmem!”
Bunun üzerine adamcağız tek başına bir mağaraya çekilerek ibâdet etmeye başladı ve; “İşte şimdi Rabbimin rızâsına eriştim.” diye düşündü. Yine Allah Teâlâ peygamberine:
“–Ona söyle, insanlar arasına girip onların eziyetlerine katlanmadıkça rızâma erişemez.” diye vahyetti. Adamcağız çarşıya çıktı, insanlar arasına girdi, onlarla beraber yürüdü, oturdu, yedi-içti. Bunun üzerine Allah Teâlâ peygamberine şöyle vahyetti:
“–Haber ver o adama ki, şimdi Ben’im rızâma nâil oldu.” (İhyâ, II, 610-611)
“KESRETTE VAHDET” NE DEMEKTİR?
Nitekim tasavvufta da belli bir müddet inzivâya çekilip insanlardan ve dünya meşgalelerinden el-etek çekmek, rûhî tekâmül için gerekli bir temrin olarak görülmüşse de, bunun âdeta ruhbanlık gibi bir hayat tarzı hâline getirilmesi, men edilmiştir. Halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devam etmek, “halvet derencümen” adı ile kâideleştirilmiştir. Diğer bir ifâde ile “kesrette vahdet”, yani kalabalıklar içinde bile Allah ile beraberlik hâli, mü’minin mânevî seviyesini gösteren bir kulluk âdâbıdır. Yine kişinin insanlarla bir arada bulunmasının, kalbinin dâimâ Hak Teâlâ ile halvet hâlinde bulunmasına mânî bir durum olmadığını ifâde sadedinde de; “El kârda, gönül Yâr’da…” tâbiri meşhur olmuştur.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/kotuluge-iyilikle-karsilik-vermek-hakkinda-hadis.html