Mesnevi aşığı bir gönül insanı, Mesnevihan Şefik Can Dede’nin hayatı…
Kalp mütmainliği, gönül ferahlığı ve her dem hayret makamında yaşayanlar böyledir. Sakin ve duru. Dünya ile hesaplaşmasını tamamlamış. Meselelerini halletmiş. Arayışı büyük ölçüde bitmiş… Onlar baktıklarında bizim gördüklerimizi görmez, işittiklerinde bizim duyduklarımızı duymazlar. Başka bir alemi yaşarlar. Muhsin kıvamında bir hayatı devam ettirmek de diyebilirsiniz siz buna. Ve biz o insanlar göçüp gittiğinde böyle rahat konuşabiliriz ancak. Yaşarken kime ne olacağını, hangi son ile hayata veda edeceklerini bilemeyiz çünkü. O yüzden bu saydıklarımız için işaret edebileceğimiz kolay bir adres var: Şefik Can.
ZOR ZAMANLARDA GEÇEN YILLAR
Anadolunun en münbit şehirlerinden biri olan Erzurum’da, bu coğrafyanın en zor zamanlarından birinde, 1910’da dünyaya gelir Şefik Can. 1910 aslında resmi rakamlarda geçen. Babası onun askeri okullarda okumasını istediği için iki yaş küçük yazdırır. Birinci dünya savaşı yıllarında Erzincan’da geçen çocukluğu, ilk eğitimini aldığı babası ve dünya görüşünü oluşturacak irfani çevre onu adeta geleceğe hazırlar. Buhran, o dönemleri anlatan hisli bir kelime değil aynı zamanda bir hakikat. Yoksulluk, yoksunluk, kaybetmişlik duygusu, koskoca imparatorluktan geriye bir avuç toprağın kalması, üstüne bir de art arda gelen devrimler. Zor zamanlar yani.
İLK TAHSİLİ EVDE
Babasından Arapça ve Farsça öğrenir. Dini eğitiminin ilk kısımlarını muhterem babasından alma konusunda şanslıdır, daha çocukken Hafız’dan, Sâdi’den ve Mevlana’dan beyitleri ezberler. İlkokulu bitirir bitirmez Tokat’taki Askerî liseye gider. Ardından İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesi’ne geçer ve tarihler 1929’u gösterdiğinde mezun olur. Hemen sonra Harp Okulu’nu tamamlar. Subay olarak hem Türkiye’nin çeşitli yerlerinde hem de yurtdışında görevlerde bulunur. Evlenir ve iki kız çocuğu olur.
Askeriyenin tedrisatından o yıllarda geçip, çeşitli görevlerde bulunup, bir taraftan da tasavvufla, irfanî hayatla ilgilenen oldukça azdır. Şefik Can, özellikle İstanbul’da tanıştığı alim, mutasavvıf ve ediplerle irtibatını hep devam ettirmiş, babasından aldığı ilim ve edep mirasına sahip çıkmış, istikametini hep devam ettirmiştir. Edebiyat araştırmacılığı yapmış, bu alanda kendini hayli yetiştirmiştir. Ayrıca Yunan mitolojisi ile de ilgilenmiştir. Manevi anlamda önce Tahirü’l-Mevlevî’nin tedrisatından geçmiş. Kuleli Askeri Lisesi’nda hocalık yaparken tanıştığı Tahiru’l Mevlevî için “Onun muavini oldum” diyecektir. Onu hem hocası hem de manevi babası olarak gördüğünü söyler.
HAYATINI MEVLANA HAZRETLERİNE VAKFETTİ
Onun için ilk söylenmesi gereken şey bir Mevlana aşığı olduğu. Böyle uzaktan sevmeler şeklinde değil. Bütün bir hayatını adamışçasına bir sevgi. Mevlevî’dir. Hayatını, Mevlana Hazretlerini anlayama ve anlatmaya adeta vakfetmiştir. Şefik Can’dan bize kalan en önemli miraslardan biri hiç şüphe yok ki “Mesnevî Tercümesi”. Yıllarca üzerinde çalışmış, seçmeler yapmış, sade bir dil ile herkesin anlaması için epeyce gayret göstermiştir. Ötüken Neşriyat’ın bugünlerde 6 cilt olarak güzel bir baskı ile sunduğu bu eser pek çok ders halkasına, okuma gruplarına ve Mevlana’yı anlama çabalarına yardımcı oluyor, ilham veriyor. O, Mesnevî’yi kalplere şifa olarak görüyordu. Tıpkı Mesnevî’nin 1. cildinin önsözünde belirtildiği gibi inanıyordu: “Mesnevî, hakikate ulaşmak ve Allah’ın sırlarına âgâh olmak isteyenler için bir yoldur. Temizlenmiş kişiler için gönüllere şifadır. Kur’an’ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir.” Bugün, dünyanın her yerinde ama özellikle Batı’da, İslam’a giriş kapıları içinde en önemlilerinden biri Mevlana ve Mesnevî’dir.
AH MİNEL MEVT KABLE HUSULİL MURAD
Şefik Can, Mehmet Akif’in son zamanlarında Türkiye’de olduğu bir dönemde onunla görüşme imkanı bulur. O sıralarda yüzbaşıdır. Korka korka kapısını çalar, içeriden “gel, gel” sesini işitir, hastane odasına girer ve kısa bir süre görüşürler. M. Akif o dönem daha çok Mısır’da yaşıyordur ve en son Safahat’ın yedinci cildini (muhtemelen fasiküller halinde) çıkartmıştır. Şefik Can, yazmaya devam edip etmeyeceğini sorduğunda iç geçirerek, hepimizin belki her gün tekrar etmesi gereken, kampüslerin girişlerine yazılması lazım gelen şu ifade dökülür dudaklarından: Ah minel mevt kable husulil murad. Yani, muradların gerçekleşmesinden evvel gelen ölüme ah!
İbnü’l Emin Mahmut Bey de diğer pek çok önemli isim gibi onu besleyenlerden. Uzun bir süre onun derslerine devam eder. Aynı şekilde Es’ad Erbili Hazretleri’nden de istifade eder. Kendisini herkesten daha çok etkileyen ise kuşkusuz Sami Efendi Hazretleridir. Onunla ilgili Altınoluk Dergisi’nin 154. sayısında, Aralık 1998’te kendisi ile yapılan mülakatta şu anekdotu aktarır: “Ben hayatımda nice muhterem insan gördüm fakat Hacı Sami Efendi Hazretleri gibi birisini görmedim. Bir keresinde ailevî buhranlar içinde olduğum bir dönemde Suphi Bey beni Sami Efendi Hazretlerine götürmüştü. Daha ben bir şey söylemeden adeta içimi okumuşçasına ailevî buhranların gelip geçici olduğu, yeter ki Allah’tan gafil olunmaması gerektiği yönünde bana tavsiyelerde bulundu. Hazret öyle şeyler söyledi ki kendimi tutamadım ağlamaya başladım. Beni oraya götüren Suphi Bey de şaşırdı kaldı. Yanlarından ayrıldıktan sonra manevi olarak adeta bambaşka bir hale girmiştim.”Acaba Sami Efendi ona başka neler söyledi, Şefik Can neler yaşadı ah bilebilsek.
Daha sonraki yıllarda da Sami Efendi ile ara ara görüşmüş, Kuleli Askeri Lisesi’nde görevi devam ederken Erenköy’de kendisini bazen ziyaret etmiş, bir dönem mektuplarının tercümesinde yardımcı olmuştur. Konya’ya tayini çıktığında da Sami Efendi’nin talimatı ile Konya’daki Dişçi Mehmet Efendi, Yorgancı Salih Efendi ve Ladikli Ahmet Ağa ile görüşmeleri olmuştur.
O, dili ve edebiyatı ama özellikle hikmeti, bütün insanları birleştirecek önemli bir araç olarak görür. Efendimiz’in “Hikmet nerede olursa olsun alınız.”“Müşrik de olsa şayet hikmetten, hakikatten bahsetse onu dinleyiniz.”sözlerini hayatında baş tacı yapar. Hikmetlerden bahseden bütün kitapların okunması gerektiğinin altını çizer. Zaten sahaflara ve kitaplara karşı büyük bir ilgisi vardı, bazen bir kitabı bulmak için günlerce, haftalarca uğraşır bunu bir dava meselesi olarak görür.
Mevlevîler ile Nakşiler’in birbirlerine yukarıdan bakmamaları gerektiğini, her meşrebin farklı bir yol izlemesinin gayet tabi olduğunu ifade eder. İtidalli bir çizgiyi önerir. Nerede Allah dostu varsa ona karşı bir muhabbeti vardır, tanışma imkanı olanlarla mutlaka tanışır, ziyaret eder. Ayrıca Şefik Can, Allah’tan ve Peygamber’den bahsetmeyen bir Mevlana portresi çizmeye çalışanlara sert tepki gösterir ve Mevlana ve Mesnevî’nin asıl değerinin Kur’an ve Peygamber sevgisinden geldiğini her fırsatta belirtmiştir. Belki de ömrünü bereketlendiren bu güzel haslettir. 90 yaşında bile Divan-ı Kebir’den seçmeler yapmak için uğraşıyor, eserini tamamlamak için biraz daha ömür talep ediyordu… 2005’in başlarında Konya’dan kendisini Hakk’a uğurladık, inşallah mekanı âlî olur.
OKUYUN
– Henüz Mesnevî’nin engin dünyası ile tanışmamış olanlar için Şefik Can’ın hazırladığı, Ötüken Neşriyat’tan çıkan “Mesnevî Tercümesi”ni hararetle tavsiye ederiz.
– Şefik Can’ın hazırladığı ve 4 cilt olarak yayımlanan “Divan-ı Kebir Seçmeleri” özellikle şiire ve edebiyata ilgi duyanlar için eşsiz bir eserdir. “Mevlana ve Eflatun”, “Mevlana’nın Hayatı” isimli kitapları da yine çok güzeldir.
– Sezai Küçük Hoca’nın hazırladığı, Şefik Can ile haftalarca süren sohbetlerin kitaplaşmış hali “Mevlana ile Bir Ömür” isimli Sufi Kitap’tan çıkan eser, onu daha yakından tanımak için önemli bir fırsat.

http://www.islamveihsan.com/sefik-can-dede-kimdir.html