Nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye eden bir mü’min, öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Bunu yapamayanların ise daha hayattayken bile bir ölüden farkları yoktur.
“(Ey Ra­sû­lüm!) Yok­sa on­la­rın ço­ğu­nu, hak­kı işi­ti­yor­lar ve­ya an­lı­yor­lar mı zan­ne­di­yor­sun? On­lar, an­cak hay­van­lar gi­bi­dir­ler. Doğ­ru­su gi­diş­çe da­ha da aşa­ğı mer­te­be­de­dir­ler.” (el-Fur­kān, 44)
Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm’in ibret ve hikmet dolu nasihatlerini dinledikleri hâlde, gönül dünyalarının perişanlığı dolayısıyla hakkı duymayan kâfirleri, duygusuzlukta ölülere teşbih ederek şöyle buyurmuştur:
“El­bet­te sen ölü­le­re du­yu­ra­maz­sın! Sırt çe­vir­miş gi­der­ler­ken, (ger­çek­le­re kar­şı ku­lak­la­rı mü­hür­len­miş) sa­ğır­la­ra o dâ­ve­ti işit­ti­re­mez­sin!.. Sen (ha­kî­ka­te âmâ olan) kör­le­ri de düş­tük­le­ri da­lâ­let­ten çı­ka­rıp doğ­ru yo­la ge­ti­re­mez­sin!.. ” (en-Neml, 80-81)
ÖLDÜKTEN SONRA YAŞAMAK MÜMKÜN MÜ?
Mâneviyattan gâfil, gönlü ilâhî hikmet ve hakîkatlere âşinâ olmamış bir kimsenin hâlini yansıtan şu hâdise ne ibret vericidir:
Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk etmişti. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, birden tebessüm etti. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sordular. Hazret önce açıklamak istemedi. Fakat ısrâr edilince de şöyle dedi:
“–Telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin, kalben diri olana telkin vermesine hayret ettim.”
Nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye eden bir mü’min, öldükten sonra da yaşamaya devam eder. Bunu yapamayanların ise daha hayattayken bile bir ölüden farkları yoktur.
Ölü kalp­ler, peygamberler ve sâlih kulların sahip olduğu zâ­kir ve di­ri kalp­le­rin zıd­dına, îmâna dâ­ir bütün na­sip ka­pı­la­rı kilitlenmiş, mü­hür­lü kalpler­dir. Zira hidâyet nûruna âmâ kesilen bu tip kalp­ler, peygamberler ve Hak dostlarının ken­di­le­ri­ne sun­duk­la­rı kur­tu­luş ve saâdet re­çe­te­le­ri­ni, nef­sâ­nî ve süflî ar­zu­la­rı­na ters düş­tü­ğü için dâimâ îti­raz ile kar­şı­lamış ya­hut bî­gâ­ne kal­ma bedbahtlı­ğı­na düş­müşlerdir.
EBU’L HİKEM KİMDİR?
Meselâ Ebû Cehil çok kâbiliyetli bir kişi idi. Zekâsının çokluğundan ötürü kendisine “Ebu’l-Hikem”(Hikmetlerin Babası) lâkabı verilmişti. Lâkin bu zekâ ve kâbiliyetini ziyân etti. Nefsâniyetin girdâbına kapılıp hasta, hatta ölü bir kalbe dûçâr olduğundan, Peygamber Efendimiz’in kendisine tekrar tekrar bildirdiği ilâhî hakîkatleri anlayamadı ve duyamadı. Böylece isyan bataklığı ve günah yükü altında şeytanın en yakın arkadaşı oldu. Bu hazin âkibetin neticesinde, karakter, şahsiyet ve doğruluğunu medihlerle tasdik ettiği Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, en azılı düşmanlarından biri hâline geldi. Bu sebeple de kıyâmete kadar “Ebû Cehil” (Cehâletin Babası) olarak anılmayı hak etti.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Gönül Yolculuğu, Erkam Yayınları

http://www.islamveihsan.com/olumden-sonra-hayat-var-mi.html