Dünyevî arzular kıble hâline gelince, insan zaaflarının putperesti oluyor. Nasıl ki gözüne iki parmağını perde yapan kimse, karanlığa dûçâr oluyorsa, gönül gözünü gaflet perdesiyle kapatanlar da mâneviyat güneşinin mahrumu oluyor. Aslî hakîkatini, derûnî istîdatlarını dumura uğratıyor. Kendini nefs canavarına teslim eden insanın âkıbeti ne hazindir!..
AZGIN BİR ARSLAN
Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktaydı. Onun yaptığı zulümlerden dolayı ormandaki bütün hayvanlar korku içindeydiler. Zira hiç ummadıkları yer ve zamanlarda o azılı arslan, hayvanlara çeşitli pusular kuruyor ve canlarına kastediyordu. Nihayet hayvanlar, böyle tedirgin yaşamaktansa bir çare aradılar. Aralarından bir heyet seçerek arslana gönderdiler;
“–Ey ormanların şâhı!.. Her gün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun! Fakat bu zahmet niye? Sen ormanların kralısın; tahtında otur, biz sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin! Böylece, biz de, sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz!..” dediler.
Arslan baştan kabûle yanaşmadıysa da sonunda yapılan teklifin câzibesine kapılarak râzı oldu. Artık her sabah bir hayvan kendi ayağı ile gelip arslana teslim olmaya başladı. Günlerden bir gün, sıra tavşana geldi. Ancak tavşan işi ağırdan aldı, pek aldırmadı. Bunu gören hayvanlar telâşa kapıldılar ve onu azarladılar. Tavşan ise bir hile ile hem kendisini, hem de bütün hayvanları kurtaracağını söyledi. Tavşanın bu cesareti karşısında hayrete düşen hayvanlar, işin sırrını öğrenmek istedilerse de; tavşan sırrını sakladı ve yola düştü.
Bu sırada arslan, hışımla kükreyip duruyordu. Tam bu esnâda akıllı tavşan çıkageldi. Açlıktan ateş püsküren arslan kükredi:
“–Nerede kaldın?”
Tavşan, yalancı bir telâşla önce terlerini sildi. Sonra da arslanı kendisinin suçsuz olduğuna inandırmak için tabiî görünmeye çalışarak;
“–Aman sultanım, ben saygıda kusur etmedim. Lutfederseniz özrümü bildireyim!” diyerek anlatmaya başladı:
“–Ben kuşluk vakti yola çıkmış, geliyordum. Yanımda bana yoldaş olması için bir tavşan daha vardı. Fakat birdenbire karşımıza bu âna kadar hiç görmediğimiz bir arslan çıkıverdi. Bu kulunuza ve huzûrunuza gelmekte olan diğer arkadaşıma saldırdı, her ikimizin de canına kastetti. Ben hemen ona;
«–Biz padişahlar padişahının kullarıyız, bize dokunma!» dedim.
Fakat o âsî arslan, bizi serbest bırakıp sizden özür ve af dileyeceği yerde, müthiş bir hiddetle kükredi ve haddini bilmeyerek;
«–O da kim oluyor? Bu ormanların padişahı benim!» dedi. Sonra küstahlıkta daha da ileri giderek arkadaşımı rehin aldı ve bu durumu, yani meydan okuyuşunu bildirmem için beni size gönderdi. Ey padişahlar padişahı! Arkadaşım benim üç mislimdi, semiz ve güzeldi. Fakat bundan sonra, o yol kapandı. Bundan sonra ya sana gönderilen günlük nafakadan ümidini kes, ya da o korkusuz arslanı ortadan kaldırıp bizim yolumuzu aç!”
Bütün bunları hırs ve sabırsızlıkla dinleyen arslanın öfkesi büsbütün başına vurdu:
“–Kim bu küstah!?. Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o, çabuk söyle!?.” dedi.
Tavşan durumdan memnun, öteki arslanı elinden geldiği kadar mübâlâğalı bir şekilde anlatarak azılı arslanın haysiyetini son derece tahrik etti. Nihayet arslan dayanamayıp;
“–Düş önüme, göster şu alçağı da onun da, onun gibi yüzlercesinin de cezasını vereyim! Şayet yalan söylüyorsan, elbette senin hakkından gelirim…” diye kükredi. Birlikte yola düştüler. Tavşan, önceden nişan koyduğu bir kuyuya doğru yürümeye başladı. Zîrâ bu derin kuyuyu arslanın canına tuzak olarak seçmişti. Kuyuya yaklaşınca biraz geride kaldı. Kızgın arslan hemen uyardı;
“–Niçin ayak sürüyorsun? Geri kalma, haydi önüme düş!” dedi. Tavşan da;
 “–Sultanım, o arslan önümüzdeki kuyunun içinde! Ben yaklaşamam, bir kere o ateşten, yüreğim iyice yandı!..” dedi.
Arslanın hırs ve gazabı son haddine vardı. Tavşana;
“–Korkma, ilerle! Benim pençelerimin açacağı yara, ona ölümün kahır tokadı olacak!..” diyerek onu yanına aldı ve hışımla kuyunun ağzına yaklaştı. İçine baktığında suda kendisinin ve tavşanın aksini gördü. Hemen hırlamaya başladı, kuyudaki aksi de hırladı. Tavşan bu fırsatı da güzel değerlendirdi;
“–Görüyor musunuz sultanım? Size nasıl da meydan okuyor.” dedi.
Arslanın gözleri döndü;
“–Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu!” diye mırıldandı. Ardından da; “Gümm!..” diye kuyuya atladı. Böylece hayvanlara yaptığı zulümlerin hazin âkıbetine uğradı. O zulümler, ona kahr-ı ilâhînin pençesinde bir ölüm çukuru oldu. Firâsetli tavşan da, yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşlarını müjdeledi. Daha evvel kendisini hafife alıp kınamış olanlar, bu defa etrafında halka oldular. Onu mum gibi ortaya aldılar. Hürmet gösterdiler ve dediler ki:
“–Sen gökten inmiş melek misin? Yoksa arslanların Azrâil’i misin? O zâlimi hangi hile ile yenebildin?”
Tavşan da şöyle cevap verdi:
“–Bu Allâh’ın bir lutfudur. Yoksa bir tavşan kim oluyor ki, böyle bir iş yapabilsin! Ben sadece Allâh’a tevekkül ettim de Rabbim, bana o arslana karşı koluma kuvvet, gönlüme nûr ihsân etti. Bunlar da bana cesaret ve şecâat verdi. Aklımı kullanmayı, yani ince düşünüşü öğretti. Böylece bende o azılı arslanı dize getirebilecek ilâhî bir kudret hâsıl oldu da o zâlime boyun eğmeyip canımı kurtarmaya muvaffak oldum; selâmete ulaştım.”
Hazret-i Mevlânâ, Beydeba’nın Kelîle ve Dimne* adlı eserinden iktibas ederek geliştirdiği bu hikâyeye nice mânâlar sığdırmıştır.
Azgın arslan, nefs-i emmâreyi temsil eder. Tamah ederek atladığı kuyu ise, dünyadır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Ey kişi! Senin nefsin, bu dünya kuyusunun dibine, hırsla, tamahla atlamış, mahpus bir arslan gibidir. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş… Sen tavşan gibi olan rûhâniyet cevherinin kıymetini bil ve onu kemâle erdir ki, mâneviyat ikliminde haset ve ihtirasın pençesinden kendini kurtarabilesin.”
Demek ki, dünyevî arzular mihrap ve kıble hâline gelince; insan, zaaflarının putperesti oluyor. Nasıl ki gözüne iki parmağını perde yapan kimse zifirî bir karanlığa dûçâr oluyorsa, gönül gözünü gaflet perdesiyle kapatanlar da mâneviyat güneşinin mahrumu oluyor. Aslî hakikatini, derûnî istîdatlarını dumûra uğratıyor… Kendini nefs canavarına teslim eden insanın acıklı âkıbeti ne hazindir! Ten plânında ömrünü idâme ettirmek için, öteleri düşünmek istemez. Ölümden kaçar, âhireti düşünmez ve dünyaya saplanır. Kabirleri seyretmek bile onun huzurunu kaçırır. Gafilâne bir şekilde ölümden kaçacak yer arar durur. Bu gafilâne hayatın neticesi ne acıdır! Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Huzûrumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla rahat bulanlar (onunla tatmin olduklarını, huzura kavuştuklarını zannedenler) ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yûnus, 7-8)

http://www.islamveihsan.com/nefsin-isteklerine-karsi-sabrin-onemi.html