İslâm nazarında îman; kalp ile tasdik, dil ile ikrar sûretinde gerçekleşir. Yani îmânın asıl tecellî mekânı akıl değil, hissiyat merkezi olan kalptir. Bu husus çok mühimdir. Çünkü îman, ulvî bir histir. Akıl ise îman hissine ulaşmakta, başlangıçtaki belli merhaleleri aşmak için gereken bir vâsıtadan ibârettir.
Aklen kabul, zihnen tasdik edilen ilâhî gerçekler, kalben de tasdik edilmez ise, gerçek bir îman meydana gelmez. Îman kalbe yerleşmedikçe de amele dönüşmez, davranışlara istikâmet veremez. Bununsa Hak katında hiçbir kıymeti olmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak, ilâhî hakîkatleri okuyup bildikleri hâlde kalben hazmetmemiş oldukları için onunla amel etmeyen Benî İsrâil âlimlerinin hâlini, ciltlerce kitap taşıyan merkebe teşbih etmektedir.
Bu yüzden ilâhî hakîkatleri bilmek, onları sırf zihne depolamak değildir. Bilmek, tefekkür ve tahassüs neticesinde hayat ve kâinattaki büyük nizâmın muammâsını çözerek bunun gereğiyle amel etmektir. Bunu yapacak olansa, îman nûruyla aydınlanmış bir kalptir.
Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakîkatlere bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı topraktan çıkarılan ham mâdenler gibidir. Bu mâdenleri mâmûl hâle getirense, kalptir.
DUYGULARIN MERKEZİ
Kalp; tahassüsün, yani hissiyâtın, duyguların merkezidir. Kalbin “hads, ilham ve sünûhât” kelimeleriyle de ifâde edilen fonksiyonu, aklın sunduğu delilleri birleştirerek, tıpkı kırık bir vazonun parçalarını bir araya getirip aslî şeklini ortaya çıkarmak gibi, hakîkatin kâmil mânâda idrâkini temin eder.
Demek ki hakka ve hayra ulaşmanın mükemmel bir şekilde icrâsı, aklın vahiyle terbiye edilmesini ve aklın tükendiği noktada îman olgunluğuna sahip bir kalbin devreye girerek onun eksikliğini teslîmiyetle telâfî etmesini gerektirir.
TEFEKKÜRÜN ÖNEMİ
Tefekkürün kıymeti de, onun tahassüsle takviye edilmesine, yani beyin ve kalp fonksiyonlarının âhenkli bir denge içinde işleyebilmesine bağlıdır. Sadece beyne ve akla ağırlık verilirse, insan belki iyi bir dünya adamı, yani menfaat insanı olabilir. Fakat kâmil bir mü’min olabilmek için, duyguların merkezi olan kalbin de mânevî terbiye ile eğitilip akla rehberlik etmesi îcâb eder. Çünkü hissiyat merkezi olan kalp, aklın tefekkürüne, tefekkür ise irâdeye yön verir. Bu demektir ki, irâdî fiillerin temel sâikı kalptir; orada yerleşip kök salan hislerdir. Bu bakımdan kalbin de ilâhî emirler çerçevesine oturtulması, diğer uzuvlardan daha ehemmiyetlidir.
Zira nefsânî arzular zemininde, gurur, kibir gibi kalbî marazların tasallutu altında ve selîm bir kalbin irşâdından mahrum hâldeki bir aklın tefekkürü, aslî mecrâsından çıkar; insanı, şeytan misâli azgınlığa ve sapıklığa sevk eder.
Mevlânâ Hazretleri buyurur ki: “Şeytanın aklı kadar aşkı da olsaydı, bugünkü İblis durumuna düşmezdi.”
Demek ki akıl, tek başına bir değer ifade etmez. Aklın dümenini ele alıp ona en doğru istikâmeti verebilmek için kalpteki hisleri mânen olgunlaştırmak îcâb eder.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Tefekkür, Erkam Yayınları