Kur’ân-ı Kerim’de geniş yer tutan diğer bir husus da deizmdir. Deizm çok farklı türleri içinde barındıran bir düşünce tarzıdır. Hepsinin ortak noktası, tanrının varlığını kabul etmekle birlikte onun kâinatla hiç ilgilenmediği veya az ilgilendiği görüşüdür.
İlk inen âyet; “Rabbinin adıyla oku!” diye başlar. Mushafın ilk âyeti de Âlemlerin Rabbi Allâh’a hamdden bahseder. Bu işaretlerden anlaşılacağı üzere Allâh’ın varlığını ispatlamak, Kur’ân’ın konusu değildir. Kur’ân’ın birinci mevzuu, şirkin reddi ve tevhîdin yerleştirilmesidir.
Kur’ân bu hususu; fizik âlemde Allâh’ın kudretini gösteren varlık ve hâdiseler (âfâkî âyetler), insanın iç dünyası (enfüsî deliller), aklî muhakemeler, tarihten olaylar (kıssalar), misal ve hikmetler vererek anlatır. Elbette Allâh’ın kudretini ortaya koyan âyetler, aynı zamanda O’nun varlığını da ortaya koymaktadır. Ancak bu, bizâtihî hedeflenmiş olmayıp tâlî bir husustur. İsbât-ı vâcip diye kavramlaşmış olan Allâh’ın varlığının isbatı ise daha ziyade kelâmcıların tarih içerisinde karşılaştıkları farklı fikrî cereyanlara karşı cevap verme gayretlerinin neticesinde ortaya çıkmış, sınırlı çevreye mahsus entelektüel bir çabanın mahsûlüdür. Çünkü tanrıyı tamamıyla reddetmek, tarih boyunca hiçbir zaman yaygın bir düşünce olmamıştır.*
KUR’ÂN’DA DEİZM MESELESİ
Hayatın gayesi olan imtihanın bir parçası olması hasebiyle tanrı inancı 2 x 2 = 4 şeklinde bir katiyetle değil, ama insan fıtratında bulunan güçlü bir duygu olarak hep bulunagelmiştir. İnsanlar mutlaka üstün bir varlığa inanma ve ona sığınma ihtiyacı hissetmişler, ancak zaman zaman onu şânına lâyık olmayan sıfatlarla tavsif etmişlerdir. Bu konuda düşülen en yaygın yanlış da onu birden fazla görmek, ortakları, yardımcıları, aracıları olduğunu düşünmek ve ona ulaşmayı sağlasınlar diye onlara da tapınmaktır. İslâm öncesinde Araplar da böyle bir anlayış içerisindeydiler. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerim’de bunun reddi geniş bir yer tutmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’de geniş yer tutan diğer bir husus da deizmdir. Deizm çok farklı türleri içinde barındıran bir düşünce tarzıdır. Hepsinin ortak noktası, tanrının varlığını kabul etmekle birlikte onun kâinatla hiç ilgilenmediği veya az ilgilendiği görüşüdür.
İSLAM MEDENİYETİNDE DEİSTLER
Bazı deistlere göre tanrı kâinâtı yaratmış ve kendi hâline bırakmıştır. Tabir câizse başlatma düğmesine basmış, sonra onunla irtibatını kesmiştir. Buna göre Allah insana, ne peygamber gönderir ne kitap indirir ne de bu yolla insana bir sorumluluk yükler. Bazı deistler de kişinin aklıyla tanrıyı bulabileceğini, dolayısıyla müesses bir dîne ihtiyaç olmadığını ileri sürerler.
İslâm medeniyetinin parlak devirlerinde İslâm dünyası içinden de böyle deistler zuhur etmiş, -nakledildiğine göre- insanın doğruyu bulması için aklın rehberliğinin yeterli olduğunu ve peygamberlik müessesesine gerek olmadığını savunmuşlar, peygamberleri -hâşâ- üstlerine lâzım olmayan işleri yapmaya kalkışan şarlatanlar olarak görmüşlerdir. Batıda 18. asırda gelişen hümanist düşünceyle, bu anlayış çok ileri boyutlara ulaşmıştır.
Descartes’in aslında varlığı ve hattâ tanrıyı ispat sadedinde söylediği; “Düşünüyorum, o hâlde varım.” sözü; zamanla insanı, her şeyin merkezine yerleştiren ve onu takdîs eden bir noktaya varmıştır. Tecrübeye dayalı ilimlerin inkişâfı ve bunların verilerinin pratik sahaya tatbiki ile günlük hayatı kolaylaştıran teknolojik buluşlar elde edilince; hümanistler, insanın aklıyla her şeyi bilip îzah edebileceğini, dolayısıyla dîni ve dîne dair her şeyi de anlayabileceğini ileri sürmüşlerdir.
POZİTİVİST ANLAYIŞIN TESİRİ
Bunun bir sonraki adımını ise Auguste Comte’un; yaşadığı 19. asır batısının ulaştığı noktayı en ideal seviye olarak gören ve dîni, ibtidâî hurâfeler olarak değerlendiren pozitivizmi teşkil etmiştir. Ona göre her toplum hurâfeden başlayarak değişik merhaleler kaydeder ve nihayet mutlak aklın hâkim olduğu en ileri seviyeye çıkar.
Bu anlayışta peygamberin, kitabın, ahkâmın tabiî ki hiçbir yeri yoktur. Hattâ yalnızca tecrübeye konu olan hususlar kabul edilebileceği için, bunları gönderen tanrıdan da bahsedilemez.
Pozitivist anlayış; hususiyle ortaya çıktığı 19. asır ile 20. asrın başlarında, başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere İslâm dünyasındaki münevverler üzerinde de çok müessir olmuştur. Günümüzde de değişik seviyelerde hâlâ tesirini sürdürmektedir.
Nübüvvet, İslâm akîdesinde tevhid ve âhiretle birlikte «usûl» olarak isimlendirilen en önemli üç mevzudan biridir. Çünkü îmanla ilgili meselelerin detaylarının tâlimi, Allâh’a kulluk yollarının gösterilmesi, adâleti gerçekleştirecek olan şer‘î hükümlerin vaz edilmesi vb. hep nübüvvete bağlıdır.
KUR’ÂN’IN EDEBİ ÜSTÜNLÜĞÜ VE PRENSİPLERİ
Bu itibarla bu mesele Kur’ân’da çok geniş yer tutar, hem Hazret-i Peygamber’in risâletini ispat sadedinde hem de geçmiş peygamberler ve onların toplumları ile mücadeleleri çerçevesinde ele alınıp işlenir. Nübüvveti ispat sadedinde Allâh’ın mükemmel bir varlık olarak yarattığı insanı başıboş bırakmasının saçma olacağına, Hazret-i Peygamber’in nübüvvet öncesinde hemşehrilerinin gözleri önünde geçen kırk yıllık hayatına ve dolayısıyla O’nun dürüstlüğüne (bkz. Yûnus, 11/16); Kur’ân’ın edebî üstünlüğüne (bkz. el-Bakara, 2/23-24; Yûnus, 11/38; Hûd, 11/14; el-İsrâ, 17/88; et-Tûr, 33-34) ve getirdiği prensiplere dikkat çekilir (bkz. el-A‘râf, 7/38); geçmiş peygamberlere inanmayan toplumların acı âkıbetleri göz önüne serilir. (meselâ, bkz. el-A‘râf, 7/59 vd.)
Dikkat edilirse bütün bunlar ya aklî veya akıl süzgecinden geçirilerek benimsenebilecek müşâhedeye dayalı hususlardır. Dolayısıyla aynı zamanda Kur’ân’a göre aklın önemini gösterirler. Bu sebepledir ki; İslâm’a göre, ancak akıllı insan mükellef tutulabilir. Kur’ân birçok âyette insanları akledip düşünmeye davet eder. Akıl, insan için bir rehber ve bir delildir. (Hûd 11/17) Onu iyi kullanan insan; tanrının bir olması gerektiğini, insanı başıboş bırakmış olamayacağını ve dolayısıyla mutlak bir hesap gününün olması gerektiğini bulabilir. Ancak bulduğu bu tanrının; sıfatlarının ne olduğunu, onunla nasıl irtibat kuracağını, ona nasıl teşekkür edeceğini bilemez. İşte bunları dinden öğrenir.
AKLIN VARLIĞINI ÖNE SÜRMEK
Dolayısıyla aklın varlığını öne sürerek peygamberlere gerek olmadığını iddia etmek, tamamıyla geçersiz bir düşüncedir. Kaldı ki, aklıyla tevhîde ve âhiretin zarurî olduğuna ulaşan insan sayısı oldukça azdır. Tarih boyunca insanların geneli için, temel itikādî hususların peygamberlerle teyidine ihtiyaç duyulmuştur. Kur’ân’da anlatılan kıssalarda peygamberlerin kavimleriyle yaptıkları mücadele ve bizzat Hazret-i Peygamber’in hayatı bunu göstermektedir.
Allah, varlıkta ilk hareketi başlatıp sonra bir kenara çekilmiş değildir. Her an yaratma işini yapmaktadır. (bkz. er-Rahmân, 55/29) O; gökte ilâh olduğu gibi, yerde de ilâhtır. (bkz. el-En‘âm, 6/3; ez-Zuhruf, 43/84) İnsanları yeryüzünde yaratıp yaydıktan sonra onları kendi hâline bırakmamıştır. Göklerin, yerin ve onların içindekilerin mülkü, yani hâkimiyeti O’na aittir. (meselâ, bkz. el-Mâide, 5/120) O; uçsuz bucaksız fezâda gök cisimlerinin hareketlerini belirlediği, gökte ve yerde koyduğu tabiat kanunlarıyla düzeni sağladığı gibi, ferdî ve içtimâî sahada da insanlara uymaları gereken hükümler koymuş, bunun için peygamberler ve kitaplar göndermiştir.
DİPNOT
*Tanrı, Arapçadaki ilâh kelimesinin Türkçesi olup gerçek olsun sahte olsun tapılan bütün varlıklar hakkında kullanılan bir cins isimdir. Allah ise tapılmaya lâyık yegâne tanrı olan, yaratıcının özel ismidir. Dolayısıyla sadece O’nun hakkında kullanılır. Bu yazıda; zaman zaman insanların Allâh’ın dışında taptığı varlıkların söz konusu edildiği yerlerde, tanrı kelimesi kullanılmıştır.
Kaynak: Doç. Dr. Harun Öğmüş, Yüzakı Dergisi

http://www.islamveihsan.com/kuranda-deizm.html