17 Ağustos 2016 Çarşamba

İSLÂM'IN GETİRDİĞİ AHLÂK ANLAYIŞI

İSLÂM'IN GETİRDİĞİ AHLÂK ANLAYIŞI     

İslâm’ın ortaçağ karanlıklarına getirdiği aydınlık ahlâk anlayışının niteliklerini anlatmak üzere çok şey söylenebilir ve farklı şekillerde gruplandırılabilirse de bunları dört ana başlıkta toplamak mümkündür.

1.     İnsanın mânêvi hayatını, bireysel ve sosyal davranışlarını gözetip kollayan bir Allah inancı.
İslâm’ın geldiği dönemde Arap kabilelerinin hayat tarzları, örfleri ve uygulamaları üzerine bir sağlam bir toplum ve devlet yapısı kurmak mümkün değildi. Çünkü onların koyu ve anlamsız puta tapıcılıkları, yüksek bir ahlâkın kurulmasına başlı başına bir engeldi. Aslında bu tespiti, inançsızlık veya bâtıl inanç buhranı yaşayan her topluma genellemek de mümkündür. Bu nedenledir ki, İslâm dini evrensel, mutlak ve genel geçerliği olan bir ahlâki  yapı kurarken, bu ahlâkın en önemli güvencesi olmak üzere her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, rahmeti çok geniş, fakat cezalandırması da çok şiddetli yüce bir Allah (c.c.) şuurunu geliştirmiş; insana,
Câhiliye devrindeki gibi sapık dönemlerinde tutsağı olduğu her türlü bencil, çıkarcı ve şartlı istek ve eğilimlerini aşarak Yüce Allah’ın koyduğu genel ve kesin  kuralları hayatının her alanı için sarsılmaz kanunlar olarak alma bilinci, iradesi ve imanını vermiş; böylelikle nefsânî tutkular karşısında özgürleşen bir birey ve kamu vicdanı geliştirmiş; insanın, ahlâkî görevlerin yerine getirilmesinden dolayı elde edilmesi umulan mutluluk beklentilerini bu dünyanın ötesine, her türlü iyilik ve kötülüğün eksiksiz olarak karşılığını bulacağı, ‘gerçekleşmesinde kuşku bulunmayan’ adalet gününe yöneltmesini öğretmiştir.

2. İnsanın kendisiyle hesaplaşmasını hedefleyen bir irade eğitimi.
İslâm dini, insanda, kendi dışındakilerle kör bir dövüşe girişmek yerine, öncelikle kendi nefsiyle hesaplaşma iradesini geliştirdi; aşiret ruhunun, rekabet ve küçümseme duygusuyla geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat geleneklerin karşısına, insanın nefsini dizginlemesi, yaratılışındaki öfke ve şiddetten korunması anlamına gelen ‘hilim’ ve ‘şefkat’i koydu. Bu suretle insana, o güne kadar kendi dışındakilere çevirdiği savaş enerjisini, kendi nefsinin kötü eğilimlerine karşı yöneltmesini öğretti.

Câhiliye dönemi Arap kabilelerinin hayat tarzları, örfleri, gelenekleri ve uygulamalarını çok iyi bilen Hz. Peygamber (s.a.v.), adeta bütün kötülüklerin anası olan, bundan dolayı da Kur’ân-ı Kerîm’in “çok büyük bir zulüm”  (1) saydığı puta tapmaktan toplumu temizleyerek bir olan Allah (c.c.)’a inanma temeline dayalı bir ahlâkî ve dinî birlik sağlama görevini üstlenmiştir. (2)

Böylelikle kabile ve soy-sop anlayışı yerine Allah (c.c.)’a saygı (takva), (3) bireysel ve sosyal alanda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü haline gelmiştir. Bu ölçüye uygun olarak gelen İslâm’ın öğretileri, Allah (c.c.)’ın bütün yaratıklarına karşı merhametli olmayı, insan ilişkilerinde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılıksız sevgi ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, fakat bütün bunların başarılabilmesi için de kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok erdemi içine almıştır.

3. Geniş bir ümmet birliği ve kardeşlik ruhu.
İslâm dini, diğer konularda olduğu gibi ahlâk bakımından da Câhiliye anlayışlarına karşı büyük bir değişim ve yükseliş hareketidir. Bu açıdan, belki de İslâmiyet’in gerçekleştirdiği en büyük anlayış değişikliği, ırkçılık, kabilecilik ve bölgecilik bağlarını kırarak insanları evrensel değerler ve yüksek ahlâk ilkelerine yöneltmesidir.

Gerçekten İslâmiyet, bütün insanların bir tek erkek ve kadının (Adem a.s. ile Havva) soyundan geldiğini, onların birbirleriyle kişisel veya ırk üstünlüğü yarışına girmek için değil “tanışıp bilişmek için kavimlere ve kabilelere ayrıldığını”, (4) böylece yaratılışa ilişkin ve biyolojik farklılıkların ahlâkî ve mânevî anlamda üstünlük sebebi sayılamayacağını, üstünlüğün yalnızca insanın kendi çabalarıyla kazanabildiği ve samimi dindarlığın, dinî ve ahlâkî erdemlerin ana kavramı konumundaki ‘takvâ’ terimi ile ifade edilen meziyetlerde olduğunu ortaya koydu.

Her ne şekilde olursa olsun, ‘asabiyet’ anlayışının temeli durumundaki soy-sop üstünlüğü, kabilecilik ve ırkçılık davalarını bütünüyle reddetti. Âl-i İmran sûresinin 103. ayetinde Müslümanlara hep birlikte Allah (c.c.)’ın dinine (hablullah) sarılmaları emredildikten sonra, Allah’ın Câhiliye asabiyetinden kaynaklanan düşmanlıkları kardeşliğe çevirmesi ve böylece onları “bir ateş çukuru”na düşmekten kurtarması, Allah (c.c.)’ın kendilerine bir ‘nimet’i olarak nitelenir.
 
Başka bir âyette ise Kur’an- Kerîm’in evrensel ve sistematik diyebileceğimiz bir ahlâk buyruğu şu şekilde ifade edilir: “İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayın”. (5)

Hz. Peygamber (s.a.v.), ırkçılık ve kabileciliği kastederek, “asabiyet duygusuyla birbirine öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken ya da asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin bu ölümü”nün, “Câhiliye ölümü” olduğunu belirttiği hadislerinde (6) hem asabiyet ruhunu yıkmakta hem de genel olarak Câhiliye ahlâkı karşısında İslâmiyet’in bunu reddeden tavrını vurgulamaktaydı.

4. Hak, Adalet ve Eşitlik gibi evrensel değerlere yönelme.
İslam dini ‘adalet’ ve ‘zulüm’ kavramlarını da orta çağ anlayışından büsbütün başka bir konumda ele aldı ve adalete kesin olarak ‘evrensel’ bir boyut kazandırdı. Şûrâ sûresinin 15. ayetinden anlaşıldığına göre Kur’ân-ı Kerîm adaleti, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhsal denge ve ahlâkî kemal olarak ortaya koymuştur. Daha sonra İslâm ahlâk bilginlerinin ‘itidal’ ve ‘adalet’ bazen de ‘vasat’ kavramlarıyla ifade ettikleri bu denge ve olgunluğun oluşmasıyla insanın davranışları da aşırılıklardan uzak olarak meydana gelecektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm toplumunun bir niteliği olarak geçen ‘vasat ümmet’ deyimindeki ‘vasat’ kelimesi bütün tefsirlerde adalet anlamında anlaşılmıştır.

Buna göre İslâm ahlâkı toplumsal bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını öngörmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’de adalet sıfatından yoksun kalmış kişi dilsiz, âciz ve hiçbir işe yaramayan köleye benzetilerek böyle birinin, adalet erdemini kazanmış, dolayısıyla doğru yolu bulmuş olanla bir tutulamayacağı belirtilmiş; böylece adaletin bir kemal (olgunluk ve yücelik) sıfatı olduğuna işaret edilmiştir. Yine Kur’ân’da hak ve adaletin mutlaklığı öylesine vurgulanmıştır ki, bizzat Allah (c.c.)’ın âhirette hiçbir haksızlığa mahal vermeyecek şekilde adaletle hükmedeceği ve O’nun vaadinin kesin (hak) olduğu bildirilmiştir. (7)

Kurân, başkalarına yapılan kötülükleri, her şeyden önce kötülüğü işleyenin kendisine yapmış olduğu bir zulüm sayar. Söz gelimi, evlenme ve boşanma ile ilgili konularda eşine zarar vermeye kalkışan kişi,“Kuşkusuz kendisine kötülük etmiş olur.”  (8)

Bir dönemin insanlarını ahlâkî ve dinî durumları itibariyle başlıca üç tip olarak tanıtan bir âyette, iyi kişi ‘Hayırda yarışan’, iyilik ve kötülüğe aynı ölçüde elverişli durumdaki kişi ‘orta halli’(muktesıd), kötü kişi ise ‘nefsine zulmeden’  şeklinde tanıtılmıştır. (9)

Hz. Peygamber, biraz önce andığımız  ‘Zalim de olsa mazlumda olsa kardeşine yardım et’ şeklindeki Câhiliye döneminin acımasızlık ve şiddet ilkesini, “Zalime yapılacak yardım, onun iki elini tutmaktır (zulmüne engel olmaktır)” diyerek tersine çevirip yüksek ve evrensel bir ahlâk ilkesi haline getirmiştir. (10)
                                                                                                                                                                   
                                                                                                                                    
Kur’ân, sünnet ve diğer İslâmî literatürde adalet kelimesi eşitlik kavramını da içeren bir anlam zenginliği içinde kullanılır. İslâm’ın koymuş olduğu, bütün insanlığı kucaklayıcı olan bu kapsamdaki adalet ilkesi, Câhiliye dönemini ilkel ve bencil hürriyet anlayışını da kökten değiştirdi. Kur’ân-ı Kerîm’deki “inanmış bir köle”nin hür ve soylu bir müşrikten daha değerli olduğu şeklindeki yepyeni insanlık ve değer anlayışı Câhiliye arabını çileden çıkardı.

Nitekim İslâm’a en büyük tepki, kendilerini hem ‘özgür olanlar’ hem de ‘soylular’ anlamındaki ‘ahrâr’ kelimesiyle niteleyen baskıcı azınlık sınıfından geldi.

Onların, Hz. Peygambere köleleri ve güçsüzleri yanından uzaklaştırması halinde kendisiyle görüşme yapabilecekleri şeklinde küstahça teklifleri Kur’ân tarafından kesinlikle reddedildi ve bu suretle soyluluk kuruntuları üzerine kurulu ilkel hürriyet anlayışının yerine medenî ve sosyal eşitlikçi hürriyet anlayışı konuldu.

Böylece uygulamada da İslâmiyet’in genel öğretisi insanları hem insanüstü otoritenin hem kendi vicdanının hem de meşru siyasî iktidarın buyruğu altına sokarak ilkel özgürlüğün eseri olan başı bozukluğu ortadan kaldırıldı. (11)                                                                               
---------------------------------------
(1) Lokman sûresi, 31/13.
(2) Al-i İmran sûresi, 3/103.
(3) Güzel Ahlâk, ‘Takva’ maddesi.
(4) Hücûrat sûresi, 49/13.
(5) Maide sûresi, 5/2.
(6) Müslim, İmare, 57.
(7) Yunus sûresi, 10/54-55.
(8) Bakara sûresi, 2/231.
(9) Fatır sûresi, 35/32.
(10) Buhari, Mezalim, 4.
(11) İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Mustafa Çağrıcı.

 
KAYNAK:http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=1063

--
.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder