17 Ekim 2016 Pazartesi

DAVET

DAVET
 

‘Davet’ sözlükte, çağırmak, seslenmek, nida etmek ya da beddua etmek,

adlandırmak demektir. İsim olarak ‘davet’, çağrı, nida, dava, verilen söz, yemin ve ziyafet gibi anlamlara da gelir.

 

Kur’an-ı Kerim bu fiili, yardım ve mağfiret dilemek, ibadet etmek, dua ve niyazda bulunmak, yalvarmak, yardım istemek, bir işe teşvik etmek gibi anlamlarda kullanmaktadır. Kulun Allah’a (c.c.) yakarışı söz konusu olunca buna ‘dua ve niyaz’, Allah (c.c.)’ın insanı bazı şeylere çağrısı söz konusu olursa buna da ‘davet’ denir.

 

Aynı kökten gelen ‘dua’, kulun Allah’a (c.c.) yakarışı, af, mağfiret ve yardım dilemesidir. Bu bir ibadettir ve gücü sınırlı bir varlığın, sonsuz güç sahibi Yüce Yaratıcı’dan yardım isteğidir, O’na kulluk edebi içerisinde bir ‘nida’da bulunmasıdır.

 

‘Dua ve davet’ elbette aynı kökten gelen ‘dava ve iddia’dan farklıdır. ‘Dava’; çağrı, temenni, istek ve savunulan görüş demektir ki, bir hukuk terimi olarak, bir kimsenin hakim huzurunda bir başkasından hakkını istemesidir.

 

‘İddia’ ise, ısrarlı bir istek, kendi görüşünün haklı olduğuna bir çağrı, bir davettir.

 

Davet, dava, iddia, müddeî (iddia eden), istida (çağrı kağıdı dilekçe) Türkçe’de aynı anlamlarda kullanılmaktadır.

 

‘Davet’ sözlük anlamı yönünden herhangi bir çağrıyı seslenmeyi ifade eder.

 

İslâmî kavram olarak ‘davet’; İslâm’a, Allah’a (c.c.) çağrıyı ve İslâm’ı insanlara anlatarak benimsetmeyi ve uygulanmasını sağlamayı ifade eder. Bu anlamda ‘davet’, insanları Hakk’a, hidâyete, Allah’a ve O’na kulluğa bir çağrı yanında Allah’a yakarıştır. [128]

 

İslâm’a davetin muhatabı bütün insanlardır. İslâm’ın ilgi alanına giren bütün din ve dünya işlerinde ‘davet’ geçerlidir. İslâm’a teslim olmuş müslümanlara ‘davet’ götürülebileceği gibi, iki yüzlü olan münafıklara, İslâm’a inanmayan kafirlere ve hiçbir şeyden habersiz sıradan insanlara da götürülebilir.

    

Kur’an’ın daveti bu açıdan çok açık ve bütün insanlara yöneliktir. Çünkü Kur’an’ın davet ettiği hidâyet yani en doğru yol, her insan için gereklidir. Davet; iman etmeye, imanı yaşamaya, günahlardan kaçınmaya ve iyi davranışlara  yönelik olabilir. Davet, bir açıdan nasihat, bir açıdan irşâd, bir açıdan da iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmaktır.

 

İslâm’a ve İslâm esaslarının uygulanmasına çağrı anlamına gelen daveti Kur’an birkaç şekilde kullanmaktadır. Bunlardan, İslâm’a davet, [129] Allah (c.c.) yoluna davet, [130] hayra davet, [131] iman etmeye davet, [132]Allah’ın kitabına davet, [133] kurtuluşa davet, [134] hayat veren şeye davet [135] gibi örnekleri görmekteyiz.

 

Bunlardan hareketle davetin, İslâm inanç ve değerlerinin kabul edilip bunların uygulanmasını sağlama hedefi olduğunu, dolayısıyla Müslüman veya müslüman olmayan herkese  yönelik olabileceğini söyleyebiliriz.

 

Tebliğ, irşâd, vaaz, nasihat, emr-i bi’l ma’ruf, neyh-i ani’l münker, inzar (korkutma-sakındırma), tebşir (müjdeleme) gibi terimler sözlük anlamları farklı olsa da faaliyet alanları ve amaçları yönünden davetle bazen aynı, bazen yakın anlamlarda kullanılır.  

           

                                                 Davetin Alanı

 

İslâmî davet şüphesiz ki kişilere, gruplara (mezheplere ve hiziplere) veya din adına sonradan ortaya çıkmış şeylere değil, Allah (c.c.) rızası için O’na ve onun âyetlerine bir çağrıdır. İyinin, güzelin, adaletin, insanlığın ve bunlara bağlı değerlerin kaynağı İslâm’dır. Kur’an, insanları Allah (c.c.)’a ve bu değerlere davet edip kendisi de salih (güzel) amel işleyen kimseleri doğru sözlüler (sadıklar) olarak niteliyor. [136]

 

Bu şekilde davet edenlerin başında Allah’ın elçileri (peygamberler) gelir. Onlar insanları Allah (c.c.)’a ve O’na kulluğa çağırırlar. Onların çağrısı insanlara hayat veren şeylerdir. Kur’an-ı Kerim Peygamberimize beşir, mübeşşir (müjdeleyici) ve nezir (korkutucu) dediği gibi ‘dâiyellah’ yani ‘Allah (c.c.)’a davet edici’ de demektir.

 

Peygamberler insanları kurtuluşa davet ederler, kafir sapmışlar ise onları, hatta kendilerine elçi olarak gelen peygamberleri bile ateşe (nar’a) çağırırlar.

 

İnsanlardan bazıları da kendilerini kurtuluşa çağıran elçilere karşı alaylı bir tavır takınmaların yanında Hakk’tan gelen çağrıyı duymamak için kulaklarını kapatırlar, elbiselerini başlarına dolarlar. Şüphesiz bu, akılsızca bir harekettir.

 

Allah (c.c.)’a şirk (ortak) koşanlar, ya da inkâra sapanlar kendi yollarının doğru olduğunu, kendi inançlarının sağlam olduğunu düşünürler ve insanları kendi batıl dinlerine çağırırlar, o batıl dinlerin propagandasını yaparlar. Onların bu daveti sapıklığa çağrıdan başka bir şey değildir. Halbuki Allah (c.c.) insanları selâm yurduna çağırmaktadır. Selâm yurduna gidebilenin yolu da yine selâm dini olan İslâm’a girmekten geçer.

 

Şeytan gerçekten insanoğlunun en büyük düşmanıdır. O, kendine uyanları mutluluğa, huzura ve iyi olan şeylere değil; çılgınca yanan bir ateşin halkından olmaya çağırır. [137]

 

Haddi aşarak büyüklük taslayan ve dalâlete (sapıklığa) düşen nice küfür öncüleri tıpkı firavun gibi insanları ateşe (nar’a) davet ederler. Bu gibi sapık liderlere uyup onların peşinden gidenler, ya da onların uydurduğu batıl dinlere göre yaşayanlar, (kendilerini yakacak) ateşten başka bir şey kazanmazlar. [138]

 

Hakka, doğruya, güzele, iyiye, mutluluğa, huzura, selâm yurduna, fıtrata ve insanlığa davet eden Hz. Muhammed (s.a.v.)’in çağrısı bütün insanları kapsar. O, son peygamber olduğu için kendinden sonra gelen bütün insanlara gönderilmiştir. [139]

 

Allah (c.c.) katında tek geçerli din de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in tebliğ ettiği ve uyguladığı İslâm’dır. [140]

 

Hz Muhammed (s.a.v.), diğer liderler gibi insanlar üzerinde bir zorba, bekçi, onların yaptıklarından sorumlu vekil değildir. O’nun görevi kendisine indirilen vahy’i insanlara tebliğ etmek, onları irşad ve onları Hakk’a davet etmektir.

 

Allah’ın elçileri insanları Hakk dine davet ederler, inanmayanlara bir baskı uygulamazlar, inanmaları için zorlama yapmazlar. Ancak onlar kendilerine uyanları irşad ederler (eğitir), onları Allah’ın hükümleriyle yönetirler, onlara yol göstermeye ve örnek olmaya devam ederler.

 

                                             Davetin Metodu

 

Peygamberler işte bu örnekliği ve hak daveti en güzel şekilde yaparlar. Kur’an, davetin nasıl olacağını, davet metodunu, kısaca Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şahsında müslümanlara şu güzel ifadelerle bildirmiştir.

 

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et...”[141]

 

Son derece tutarlı, akla uygun, inandırıcı, mantıklı ve sistemli bir şekilde davet metodu izleyen Allah’ın Resûlü davetinde başarılı olmuştur. Emin (güvenilir) bir kişiliğe ve yüce bir ahlâka sahip olan Peygamber (s.a.v.) samimi bir şekilde söylediklerini yaşayarak insanları Hakk’a çağırmıştır. O, hitap ettiği insanları çok iyi tanıyordu ve onlara kendi durumlarına göre davranıyordu. Karşısındaki insanlara değer veriyor, konuşurken onların kişisel ve toplumsal özelliklerini göz önünde bulunduruyordu. İnsanlara af, hoşgörü, yumuşak huyluluk (hilm), tatlı dil ile yaklaşıyor; onlara tepeden bakmıyor, kin ve intikam duygusu taşımıyor, zorbalığa başvurmuyor, şefkat ve merhametle davranıyordu.

 

Kur’an, davetin bir gereği olarak Peygambere (s.a.v.) şöyle sesleniyor:

“Allah’ın bir bağışı sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın çevrenden dağılıp giderlerdi.” [142]

 

İslâm’ın fıtrat (yaratılışa en uygun) dini olması, getirdiği ilkelerin kolay, kapsayıcı, iyi olan her şeyi öngörmesi, kötülüklere karşı olması, Kur’an’ın, yüce ve etkileyici üslûbü (ifade tarzı) ve verdiği ümitler, Peygamber (s.a.v.)in davetini kolaylaştırmıştır.

 

O, sosyal ilişkilerden faydalanmış, kabileleri, panayırları, pazar yerlerini ziyaret etmiş, toplumun önde gelenlerine özel ilgi göstermiş, çağrısını duyurmak için çeşitli toplantılar düzenlemiş, hatta bazı evliliklerinde bile davet amacını gözetmiştir. 

 

Davetin yapılacağı araçlar ise, günün ve coğrafyanın şartlarına göre genel esaslara aykırı olmayan bütün araçlar, cihazlar ve teknolojik imkanlardır. Günümüzde her türlü amaç için kullanılan medya ve iletişim araçlarının tamamı davet için kullanılmalı ve insanlara İslâm dinine göre, insanların İman’a, Hakk’a, hidayete ve güzelliklere davet işi, yalnızca peygamberlere ait bir görev değildir. İman edenler, güçleri oranında bu davet işine katılırlar. Zaten müslüman kendi dininin temsilcisidir. O hem İslâm’ı yaşamaktan, hem de onu başkalarına en güzel bir şekilde ulaştırmaktan sorumludur. Çünkü İslâm, müslümanların ya da bazı grupların hakimiyetlerinin, başkaları üzerinde otorite kurmalarının aracı değil, huzur ve mutluluğun, gerçek barışın ve adaletin, kurtuluş ve insanca yaşamanın İlâhî reçetesidir. Bu saadeti kendi tekelinde tutmayarak bütün insanlarla paylaşmak ayrıca bir güzelliktir.

 

İşte bunun için Allah (c.c.) davet işini bütün müminlere yüklüyor:

“Sizden, hayra davet eden, marûfu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” [143]

 

İslâm ümmeti, insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Allah’a (c.c.) hakkıyla iman eder, insanlara ma’rufu (iyiliği) emreder, münkerden (kötülükten) sakındırırlar. [144]

 

Davetin etkili olabilmesi için, peygamberin kullandığı metotları uygulamak gerekir. O, Kur’an-ı Kerim’in emrine uyarak insanları en güzel yöntemlerle  Allah (c.c.)’a davet etmiştir. Dikkat çekici bir nokta da şurasıdır: Peygamberimiz (s.a.v.), insanları kendine, kendi otoritesine, sistemine, pozisyonuna değil; Allah (c.c.)’a ve O’na gerçekten teslim olmaya çağırmıştır.

 

Davetçi, davet ettiği şeyi öncelikle kendisi yaşar ve yaşayışıyla örnek olur. Tıpkı Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi anlattıklarının en doğru olduğunu hayatıyla ortaya koyar. İnsanlar çoğu zaman davet edilen şeyi hemen davetçinin kişiliğiyle özdeşleştirirler. Bu nedenle davetçinin yaşayışı İslâm üzere olmalıdır. İnsanlar bir gruba, bir hizbe ve onun prensiplerine, bir kişiye bağlanmaya değil, Allah’a, O’na ibadet etmeye ve İslâm’ı yaşamaya çağırılmalıdır.

 

Peygamberimizin daveti, bu çalışmaya hazırlık safhasından başlamış, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme aşamalarından geçerek, İslâmî toplum modeliyle başarıya ulaşmıştır. Bu döneme de “Mutluluk Çağı” anlamında “Asr-ı Saadet” denmiştir.

 

Şununla bitirelim ki, davet işi bir cemaatin değil, bütün müslümanların görevidir. Bu görev tek başına yapılabildiği gibi, cemaat halinde de yapılabilir.

 

Kıyamet gününe kadar da bu görev müslümanlar tarafından, her coğrafyada ve her dönemde yapılmaya devam edilecektir.

  

                                       Ziyafet Anlamında Davet

      

Davetin tanımında, yemek ikramı, ziyafet verme anlamlarında da kullanıldığını belirtmiştik.

 

Müslümanların birbirini  maddi durumlarına göre, israf etmemek, ailesini sıkıntıya sokmamak, aşırı derecede masraflara boğulmamak kaydıyla davet etmeleri ve davet edilen kişilerin de bu davete icabet etmeleri güzel ahlâk uygulamalarındandır.

 

Bu davetler, Velime (düğün yemeği), çocuk sünnet ettirme veya ziyafet verme şekillerinde olur ki, bunların hepsi de Allah (c.c.) rızası umularak ve Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine uyularak yapılmalı ve İslâm’ın temel kuralları doğrultusunda gerçekleştirilmelidir.

 

Peygamberimiz (s.a.v.)  Abdurrahman b. Avf (r.a.)’a hitaben 'Bir koyun kesmek suretiyle bile olsa evlenme ziyafeti (velime) ver.' [145] buyurmuştur.

 

Peygamber (s.a.v.) de gerek kendi evliliklerinde ve gerekse kızı Fatıma (r.a.) ile Hz. Ali (r.a.)’ın düğünlerinde sahabelerini davet etmiş ve ziyafet vermiştir. Bundan dolayı düğünlerde ziyafet vermek, ikramlarda bulunmak sünnettir. Ancak gösterişe kapılarak, israf edip, büyük borçlara girerek masraflara dalmak ise haramdır. Müslümanlar kendi kaynaklarına göre, Allah (c.c.) rızasına uygun olarak ve Müslümanlar arasında kaynaşma ve tanışmanın, gerçekleşeceğini düşünerek ziyafet vermelidir. Böyle davetlere zenginlerden daha çok yoksullar çağırılmalı ve onlara ikramda bulunulmalıdır.

 

Ebu Hureyre (r.a.)’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle  buyurulmuştur:  

“Zenginlerin davet edilip, fakirlerin kabul edilmediği düğün yemeği hayırsız bir ziyafettir.” [146]

 

Davette önemli hususlardan biri de verilecek ikram maddelerinin helal yiyecek ve içeceklerden olmasıdır. Allah (c.c.)’ın rızasını kazanmak ve Sünnete uymak niyetiyle davet verirken, Allah (c.c.)’ın haram kıldığı yiyecek ve içecekleri sofrada bulundurmak elbette akıl ve mantıkla bağdaşmaz. Böyle bir davette sevap olmadığı gibi büyük günahlar işlenmiş olacağı ve başkalarının da aynı günahı işlemelerine katkıda bulunmuş olacağı açıktır. 

 




[128] Bakara sûresi,  2/186, Yunus sûresi,  10/89.
[129] Saff sûresi,  61/7.
[130] Nahl sûresi,  16/125.
[131] Âl-i İmrân sûresi,  3/104.
[132] Hadid sûresi,  57/8.
[133] Âl-i İmrân sûresi,  3/23.
[134] Mü’min sûresi,  40/41.
[135] Enfal sûresi,  8/8.
[136] Fussilet sûresi,  41/33.
[137] Fatır sûresi,  35/6.
[138] Kasas sûresi,  28/41-42.
[139] Şebe’ sûresi,  34/28.
[140] Âl-i İmrân sûresi,  3/19.
[141] Nahl sûresi,  16/125.
[142] Âl-i İmrân sûresi,  3/53.
[143] Âl-i İmrân sûresi,  3/104.
[144] Âl-i İmran sûresi,  3/110.
[145] Buhari, İbnu Mace,
[146] Buhari, Müslim.
KAYNAK:YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTEDEN ALINMIŞTIR.
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=556
 


--


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder