18 Aralık 2016 Pazar

HİCRET

HİCRET
 

‘Hicret’,  sözlükte, kişi veya kişilerin bulundukları yerden göç yoluyla ayrılmaları, başka bir yere taşınmaları anlamına gelir.

 

Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil ile veya kalp ile de olabilir. [1]

 

Bir ayette, kalbi Allah (c.c.)’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamına kullanılmaktadır ki bu, Allah (c.c.)’a hicret (yönelme) ibadetidir. [2]

 

‘Hicret’, terim olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’in ve Mekkeli müslümanların M.S. 622 yılında, peygamberliğin on üçüncü yılında Mekke’den Medine’ye göç etmeleridir.

 

İslâm tarihinde ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in hayatında kuşkusuz en önemli olay Hicret’tir. Çünkü bu olay İslâm’ı yeryüzüne duyurma ve yaymada bir dönüm noktasıdır, İslâm’ın dünyaya açılışı ve güçlü bir şekilde ortaya çıkışıdır.

 

Hicret, imanın, Allah (c.c.)’a ve Resûlüne bağlılığın, Allah (c.c.) yolunda özveride bulunmanın, dünya varlıklarından vazgeçmenin, yalnızca Allah rızasını seçmenin, bir göstergesi; küfre ve onların azgın yöneticilerinin otoritelerine boyun eğmemenin, iman uğruna her zorluğu göze almanın en yüce ifadesidir.

 

Peygamberimizle birlikte bu destanı yazan güzel insanlara Kur’an ‘muhacir’ (göç eden) diyor ve onları kelimelerin en tatlısı ile övüyor.

 

“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.’’ [3]

 

‘‘Şüphesiz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” [4]

                                                     

                                           

                                               Hicretin Sebebi                                             

 

Mekke şehir devletinin ve onun zalim yöneticilerinin zulmünden ve baskısından dolayı Müslümanlar daha önce iki kez de Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onlar, Mekke’de adi suç işleyen, başkalarının malına veya ırzına tecavüz eden, başkasının canına kasteden kimseler değillerdi. Kimse onlara kötü, zararlı, soyguncu veya anarşist diyemezdi. Tam aksine onlar,  Hz. Peygamber (s.a.v)’in çağrısına uyup müslüman olduktan sonra ahlâkları  düzeliyor, kötü huyları gidiyor, önceleri yaptıkları tüm fenalıkları bırakıyorlardı.

 

Onlar, Mekke toplumunun huzurunu bozan adi suçlular değillerdi ama  daha büyük bir suçları vardı:

Onlar, ‘Lailahe illallah Muhammedü’r-Resûlullah- Allah’tan başka ilah  yoktur, Hz. Muhammed O’nun elçisidir’ diyorlardı.

      

Bu söz, hem onu söyleyen için hem de Mekke devletinin oligarşik yönetimi için son derece önemliydi. Bu sözü söyleyen müminler, elbette eski inançlarını, ahlâklarını, hayata bakışlarını, anlayışlarını, daha doğrusu atalarının ve özellikle Mekkelilerin sömürü aracı olan dinlerini  terk ediyorlardı.

 

Mekke yöneticileri, eğer bu ifade, sıradan bir söz olsaydı seslerini çıkarmazlardı. Eninde sonunda bu sözler de bir söz değil miydi? İnsanlar onu söylese ne olur, söylemese ne olurdu? Fakat gerçek öyle değildi... Bu sözü söyleyen değişiyor, başka bir insan oluyor, Hz.Muhammed (s.a.v)’e uyuyordu. O’nun söylediklerini hayatına  uyguluyordu. Mekke oligarşisinin çizdiği sınırın dışına çıkıyor, dahası kontrol dışı kalıyordu. Böylece sorun onlar için oluyordu.

 

Muhammed (s.a.v.)’in getirip tebliğ ettiği ilâhi vahyi  kabul eden müminler, günün birinde Mekkelilerin baskısına dayanamayıp bir iman yolculuğuna  çıkmak zorunda kalmışlardı. İmanın hayata yansımasına fırsat veren bir başka  kente gitmek zorunda kalmışlardı.

 

Bu yolculuk (hicret) sıradan bir göç değildi. Bu, ekonomik bir nedene  dayanan yer değiştirme, daha rahat bir yaşamı elde etmeye yöneliş, ya da  başka diyarların altınlarının ve zenginliklerinin çekiciliğine karşı bir yolculuk değildi. Bu hicret, aydınlığa, kurtuluşa, İslâm’ın nuruna, İslâm’ı tebliği en uzak yerlere kadar götürebilme imkanına, Allah (c.c.)’a hakkıyla kulluk yapma fırsatına uzanan bir yolculuktu.

 

İslâm tarihinin açılma, dal budak salma günüdür Hicret.

 

İslâm, Hicretle toplumsal planda uygulanma imkanı buldu. Hicretle devletleşti, kendi egemenliğini kurdu, ayrı bir güç ve taraf olarak ortaya çıktı ve Medine’den diğer insanlara rahatlıkla ulaşabilme yolları açıldı. Bir başka deyişle diğer beldelerin insanları Hicret’ten sonra İslâm nimetiyle ve onun nuruyla tanışma imkanına kavuştular.

 

Bu büyük olayı hazırlayan nedenler oldukça önemlidir. İmanda samimi olmanın, inanılan şeyin doğru olduğuna güvenmenin eşsiz örneğidir Mekke hayatı.

 

Mekke ileri gelenleri Peygamberimiz (s.a.v.)’e birkaç kişinin uymasına önceleri pek aldırmadılar. Ama müslümanların sayısı arttıkça onların tepkisi de arttı. Buna bağlı olarak, alay etme, sıkıştırma, baskı, fiili işkence ve nihayet korkunç ambargo yöntemleri de fazlalaştı. Bütün baskı, işkence ve yıldırma yöntemlerini denemelerine karşın, insanlar Peygamberimiz (s.a.v.)’i dinliyor ve O’nun getirdiği vahye inanıyorlardı. Hem de her türlü tehlikeyi göze alarak.

 

Mekkelilerin üç yıl boyunca uyguladıkları ambargo, onları ekonomik ve sosyal açıdan zor duruma soksa da bu gibi olaylar müminlerin imanını ve sayılarını artırıyordu.

 

Birinci ve ikinci Akabe Biat’larından sonra Mekkeli müslümanlar teker teker, bazen açıktan, bazen gizlice Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte Medine’ye göç etti. O’nun hicretiyle Medineliler hayatlarının en büyük bayramını yaşadılar. O’nun gelişinin sevincini ‘Veda tepesinin üzerinden üzerimize ay doğdu.” diyerek türkülerle, şarkılarla ölümsüzleştirdiler.

 

                                              Hicretin Sonucu

 

O’nun hicretiyle eski adı Yesrib olan şehir, Medinetü’n-Nebi (Peygamber şehri) ünvanını aldı.

 

Hicret, yanlızca baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme, ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimiz (s.a.v)’in Hicretini bu şekilde yorumlamak, onu anlamamak ve onun sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları yönünden üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.

 

Müslümanlar Mekke’de iken, oradaki site devletinin vatandaşları idiler. Hukuk yönünden mevcut otoriteye bağlıydılar. Putperest olan otorite sahipleri ise, ataları adına uydurdukları din ve sistemle insanlara hükmediyorlar, var olan saltanatlarını sürdürüyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.)’in daveti ise, onların izni, kontrolü dışında bir gelişmeydi.Üstelik O’nun davet ettiği Din, onların atalarının dinini ve o dine ait hayat anlayışını, kurulu düzeni reddediyordu. Peygamber (s.a.v.)’e ve O’na inananlar Mekkelilerin kontrolünden çıkıyorlardı.

 

Elbette bu yeni durum, Mekke yönetimi ve yandaşlarını rahatsız ediyor ve onlar bunun bir an önce çözülmesini istiyorlardı.

 

Bu açıdan müslümanlar dinlerini rahatlıkla yaşayamıyorlar, İslâmi tebliği başkalarına rahatlıkla ulaştıramıyorlardı. İslâm’ı sosyal ve uygulama planında topluca yaşamak mümkün değildi. Çünkü düzenin başındakiler putperestti ve onlara her konuda karışıyorlardı. Mekkeli yetkililere göre müslümanlar kendilerinin bir parçasıydı, dolayısıyla onlardan izinsiz başka bir dine inanıp, başka bir hayat tarzı seçemezlerdi.

 

Hicretle müminler barınacak bir yurt buldular. Burası Medine (Yesrib) idi. Orada kendi egemenliklerini ve hukuki varlıklarını kurdular. Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldiler ve düşmanlarıyla, daha doğrusu kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiili bir varlık iken Hicret sonrası hukuki bir varlık oldular.

 

Hicretin altıncı yılında Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları müslümanlarla Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, onları hukuki bir taraf olarak tanıdılar. Bu diplomatik zafere Kur’an en büyük fetih demektedir. Bu zaferin yolu hicretle açılmıştı. Müslümanlar Hicretle Mekke’yi terk etmeselerdi ne böyle hukuki bir güce ve statüye kavuşabilirdi, ne de Mekkeliler onlara baskı yapmaktan vazgeçerlerdi.

 

Medine’de kendi toplum düzenini ve bir anlamda İslâm Devletini kuran Peygamberimiz, bir taraftan gelen vahy ile müminleri yetiştirip ve eğitirken, bir taraftan da İslâmî hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki insanlara İslâm’ı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından yararlanılarak Bizans ve İran devlet başkanları bile İslâm’a davet edilebilmişti.

 

Hicretle toplumsal bir güce ve siyasal bir yapıya kavuşan müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkânına kavuştular. İslâm Medine’de güçlendi, dirildi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını buldu. 

 

Bu bakımdan hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzi değiştirme, bir siyasi manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur.      

      

Mekke’den Medine’ye yapılan Hicret, Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Fakat Hicret’in taşıdığı anlam, onun gerekliliği ve yararları Kıyamet’e kadar sürecektir. Müslümanlar dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun, İslâm’ı yaşama konusunda, baskı, işkence ve dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş yeryüzünde İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklerden olgunluğa doğru  manevi hicreti sürekli yaşayacaklardır.

                                                                                     

 

                                       Hicret Edenlerin Ödülü

 

Allah (c.c.) yolunda hicret edenlerin ahirette nasıl ödüllendirileceği Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanıyor:

“Allah yolunda göç edip sonra öldürülen veya ölenlere gelince, Allah onları en güzel rızık ile besleyecektir. Doğrusu Allah, rızık verenlerin en iyisidir. Onları razı olacakları bir yere sokacaktır. Doğrusu Allah bilendir, halimdir.” [5]

 

“Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar, Allah’ın rahmetini umarlar, allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir.” [6]

 

“Rableri onlara karşılık verdi: ‘ben, sizden erkek kadın, hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Hepiniz birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler.. elbette onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. (Yaptıklarına), Allah katından bir karşılık olarak (bu nimetleri onlara vereceğim). Karşılıkların en güzeli Allah katındadır.” [7]

 

“Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda mallariyle, canlariyle savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göçenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisi (dostu, koruyucusu)durlar. İnanıp da hicret etmeyen (müşrikler arasında yaşayan)lara gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur. (Onları korumakla yükümlü değilsiniz) Fakat dinde yardım isterlerse (onlara yardım etmeniz gerekir) Yalnız aranızda anlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz.” [8]

 

Elinde olmayan nedenlerle, kafirlerin içinde yaşamak zorunda kalanlar, kendi istekleriyle oturanlar gibi değillerdir. Aşağıdaki ayette zayıf ve acizliğinden dolayı kafirlerin içinde kalanlara yardım edilmesi emredilir:

“Size ne oldu ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi şu halkı zulmeden şehirden çıkar, bize katından bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver’ diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.” [9]



[1] Müzemmel sûresi,  73/10; Nisa sûresi,  4/34.
[2] Ankebüt sûresi,  24/26.
[3] Tevbe sûresi,  9/100.
[4] Bakara sûresi,  2/218.
[5] Hac sûresi,  22/58-59.
[6] Bakara sûresi,  2/218.
[7] Al-i İmran sûresi,  3/195.
[8] Enfal sûresi,  8/72.
[9] Nisa sûresi,  4/75.
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ WEB SİTESİNDEN ALINMIŞTIR.
http://www.islamahlaki.com/default.asp?kat_no=596
 

--

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder