“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2) ilâhî beyanının, kendisi için de her an cârî olduğunu unutmamalıdır. O imtihanlardan şikâyet etmek ve âdeta imtihansız bir hayat arzulamak yerine, o zorlukları gönül hoşluğuyla karşılayıp Rabbine her dâim sadâkat ve teslîmiyet hâlinde olduğunu ispat etmeye çalışmalıdır.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Ey bülbül! Kara kış yüzünden ne vakte kadar feryâd edeceksin? Ey bülbül! Durmadan cefâdan bahsetmek revâ mıdır? Eğer gönlün, yârine gerçekten bağlı ise, gözünü aç da şükret; vefâdan bahset! Dikeni bırak, gülden bahset! Gülün sap ve köke âit sıfatlarından geç; onun zâtına bak! Şu fânî âlemle niçin bu kadar meşgulsün?! Yoksa varmak istediğin yer, ötelerin ötesi değil mi?”

Mevlânâ Hazretleri bu ifadeleriyle, güle âşık olup dertli dertli inleyen bülbülün şahsında, Cenâb-ı Hakk’ı seven kullara gerçek bir aşkullah ve muhabbetullâh’ın âdâbını tâlim etmektedir. Buna göre, Allâh’ı seven bir mü’min, bu sevgisindeki samimiyeti husûsunda birçok vesîleyle teste tâbî tutulacaktır. Tıpkı altının mihenk taşına vurulup gerçeğiyle sahtesinin ayırt edilmesi gibi…

Mü’min; kendisini Allâh’ın rızâsına nâil edecek ibadet, hizmet ve gayretlerde karşısına çıkan zorlukların, Allah muhabbeti hususundaki imtihanın bir parçası olduğu şuur ve idrâki içinde bulunmalıdır.

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece «Îmân ettik» demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar?” (el-Ankebût, 2) ilâhî beyanının, kendisi için de her an cârî olduğunu unutmamalıdır. O imtihanlardan şikâyet etmek ve âdeta imtihansız bir hayat arzulamak yerine, o zorlukları gönül hoşluğuyla karşılayıp Rabbine her dâim sadâkat ve teslîmiyet hâlinde olduğunu ispat etmeye çalışmalıdır.

Bundan dolayıdır ki tasavvuf, “şikâyeti unutma sanatı”dır. Allâh’ın acı-tatlı her türlü takdîrine rızâ göstererek O’nun rızâ-yı ilâhîsini tahsil yoludur.

Zira gerçek bir mü’min, hayır gibi şerrin de Allah’tan olduğuna îman etmiş kimsedir. O bilir ki Cenâb-ı Hak, kulunu dilerse lûtuf, dilerse kahır tecellîleriyle imtihan eder.

Hattâ bu şuur içindeki Hak âşıkları, Mâşuk’larından gelen acıları bal, zahmetleri rahmet bilmişlerdir. Çektikleri meşakkatlerin, kendileri için bir tezkiye, günahlara kefâret ve terfî-i derecât, yani mânen seviye kazanma fırsatı olduğunu idrâk etmişlerdir. O iptilâları, âdeta hastalıklardan selâmet bulmalarına vesîle olan mahâretli bir hekimin acı reçetesi, yahut vücutlarındaki öldürücü mikrobu kesip atan bir cerrahın keskin neşteri gibi, son derece hayâtî bir nîmet olarak telâkkî etmişlerdir.

Bu yüzden onlar, hayatın acı-tatlı sürprizleri karşısında dâimâ Rab’lerinden gelene hamd, şükür ve rızâ hâlindedirler. Nice ham ruhları feryâd ü figâna, hattâ isyana sevk eden acı hâdiseler, onların yüzünü buruşturamaz. Çünkü o Hak âşıklarının gönülleri, yoldaki dikenlere değil, varacakları menzile teksif olmuştur. Bu itibarla, tenlerini inciten dikenleri dahî, gülün hatırına hoş görürler. Kahır içinde gizli lûtuf, çilelerde saklı ilâhî muhabbet sırlarının âşinâsı olurlar.

Öte yandan, belâ ve musibetlerle imtihan olunmak, Allah indinde menfî bir durum olsaydı, Cenâb-ı Hak sevdiği kullarına dünyada hiçbir zorluk yaşatmazdı. Hâlbuki Allah Teâlâ en ağır imtihanları, en sevdiği kullarına yaşatmıştır. Fakat insanlığın en huzurlu şahsiyetleri, yine o sâlih kullar olmuştur.

Nitekim hayatı boyunca en ağır çilelerin çemberinden geçmiş olan Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem– Tâif’te taşlandığında, ellerini yüce dergâha açıp;

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!.. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” niyâzında bulunmuştur. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Bu sırra vâkıf olan ârif ve âşık gönüller için Allah’tan gelen iptilâlar; hakîkî aşk ehli ile sahte âşıkları ayırt etmek için bir mihenk taşı mevkiindedir.

Şâir bu hissiyâtı ne güzel ifade eder:

Yârin cefâsı, cümle vefâdır; cefâ değil,
Yâri cefâ kılar diyen, ehl-i vefâ değil!..

Şüphesiz ki bu mânevî olgunluk da herkesin kârı değildir. Ancak kalbî merhaleler katetmiş bulunan, yüksek ruhların kârıdır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2017 – Aralık, Sayı: 381, Sayfa: 032