17 Aralık 2017 Pazar

ALLAH’A SELİM BİR KALP SUNABİLMEK-2

ALLAH’A SELİM BİR KALP SUNABİLMEK-2
 
 Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
وعن شداد بن أوس رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَ رسُولُ اللّهِ . يُعَلِّمُنَا أنْ نَقُولَ في الصََّةِ: اللَّهُمَّ إنِّى أسْألُكَ الثَّبَاتَ في ا‘مْرِ، والْعَزِيمَةَ عَلى الرُّشْدِ، وَأسْألُكَ شُكْرَ نِعْمَتِكَ، وَحُسْنَ عِبَادَتِكَ، وَأسْألُكَ لِسَاناً صَادِقاً، وَقَلْباً سَلِيماً،
 
"Allahım! Senden işte (dinde) sebat etmeyi, doğruluğa da azmetmeyi istiyorum. Keza nimetine şükretmeyi, sana güzel ibadette bulunmayı taleb ediyor, doğruyu konuşan bir dil, eğriliklerden uzak bir kalb diliyorum. …” [4] diye Rabbine niyazda bulunurdu.
 
İşte böylesine kıymetli olan kalbi, fânî ve gelgeç sevdalara esîr etmek kadar fecî bir gaflet düşünülebilir mi? Hakk’ın rızâsına vuslatın yegâne bedeli olan kalbi, mâsivâ ile kirletmekten daha büyük bir felâket olabilir mi? Kalb kirli olduktan sonra da kalıbı yâni bedeni ve dış görünüşü temizlemenin bir anlamı kalır mı?
 
Eski bir istanbul hamamı kitabesinde şu manidar beyt yer alırmış:
Tıynetin nâ-pâk ise, hayr umma sen germâbeden,
Önce tathîr-i kalb et, sonra tathîr-i beden!
 
Yâni; kötü huylu ve bozuk karakterli bir kimse isen, hamamdan bir hayır bekleme! Temizlik istiyorsan evvelâ kalbini temizle sonra da bedenini…
 
Kalb-i selîm, içinde iman nurunun ışıldadığı, berrak ve billur bir fanus gibidir. Mü’min, kalbindeki bu nur ile, doğruyu eğriden, hayrı serden, hakkı bâtıldan, helâli haramdan ayırt eder. Nitekim rikkat-i kalbiye sahibi, gözü yaşlı ve duygulu bir sahâbî olan Vâbisa bin Ma’bed -radıyallâhu anh-, bu hâlin güzel bir misâlidir. Bu mübarek sahâbî şöyle anlatıyor:
 
Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna varmıştım. Bana hitâb ederek:
“-iyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. Ben de:
“-Evet, yâ Rasûlallâh!” dedim. O zaman şöyle buyurdu:
“-Kalbine danış! iyilik, sana uygun gelen ve yapılmasını kalbinin tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice defa fetva verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”[5]
 
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bu güzîde sahâbîsine, iyinin, güzelin, hak ve hayrın ne olduğunu kalbine danışarak öğrenmesini tavsiye buyuruyor. Dolayısıyla, günah ve ihtiraslarla zedelenmemiş temiz bir kalbin, iyiyi kötüden ayırt edebileceğini beyân ediyor. Zîrâ selîm bir kalb, hakikatin şaşmaz pusulasıdır. Onun safiyetine halel getirip hastalanmasına sebebiyet veren şeyler ise, gaflet, nefsânî ihtiraslar ve günahlardır. Hadîs-i şerifte -aley-hissalâtü vesselam- Efendimiz şöyle buyuruyor:
 
“Mü’min, bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer o günâhı hemen terk edip tevbe ve istiğfar ederse kalbi cilalanır, eski parlaklığına kavuşur. Böyle yapmaz da günah işlemeye devam ederse, siyah noktalar gittikçe çoğalır ve neticede kalbini büsbütün kaplar.[6] İşte Hak Teâlâ’nm:
كَلاَّ بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
«Hayır, doğrusu onlann işleyip kazandıktan (kötü) şeyler sebebiyle, kalblerinin üzeri pas tutmuştur.» [7] diye beyân ettiği hâl budur. “ [8]
 
Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- nasihatlerinde şöyle buyurur:
Kalbler altı şeyden dolayı çürür ve bozulur:
1- Tevbe ederim ümidiyle günah işlemek.
2- İlim öğrenip mucibince amel etmemek.
3- Hareket ve davranışlarda içten ve samîmi (ihlâslı) olmamak.
4- Allah’ın verdiği nimetlerden faydalanıp şükretmemek.
5- Allah’ın yarattıkları arasında paylaştırdığı rızka razıolmamak.
6- Ölüleri defnedip onlardan ibret almamak.”
 
Kalb, içinde bulunduğu ortamın tesiri altında kalır. Hayırlara ve güzelliklere muhatap olursa güzel in’ikâslarla nurlanır. Bunun aksine, kötülük ve çirkinliklere mâruz kalırsa, kötülükler sirayet edip onu karartır.
 
Rivayete göre cennetten gelen ve İbrâhîm -aleyhisselâm-tarafından tavafın başlangıcına alâmet olsun diye Kabe’nin bir köşesine yerleştirilen meşhur “Hacer-i Esved” Peygamberimizin buyurdular ki:,
نَزَلَ الْحَجَرُ ا‘سْوَدُ مِنَ الْجَنَّةِ، وَهُوَ أشَدُّ بَيَاضاً مِنَ اللّبَنِ، وَإنَّمَا سَوَّدَتْهُ خَطَايَا بَنِى آدَمَ
 
"Haceru'l-Esved, cennetten indi. İndiği vakit sütten beyazdı. Onu insanların günahları kararttı."[9]Malum olduğu üzere Hacer-i Esved, “siyah taş” mânâsına gelir. Nitekim bu siyahlığın sâdece Hacer-i Esved’in görünen kısmında bulunduğu, Kabe duvarına gömülü kısmının ise hâlâ beyaz olduğuna dâir pekçok rivayetler vardır.
 
Düşünmek gerekir ki insanların günahları, bir taşa bile bu derece tesir edip onu siyahlaştırabiliyorsa, tıpkı su gibi, bulunduğu ortamın şekline ve rengine bürünen kalbi ne kadar tesir altında bırakır?! O hâlde kalbin safiyet ve berraklığını muhafaza için günah ve mâsiyetlerin menfi telkinlerinden son derece sakınmak îcâb eder.
 
Kalb, günah lekeleri tarafından iyice istila edildiğinde gaflet ve kasvet karanlıklarına gömülür. Ayna üzerinde oluşan kirlerin ve lekelerin, zamanla görüntünün netliğini bozması gibi, günah kirleri de kalb gözünü köreltir; güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırt etme vazifesinde kişiyi acze düşürür. Bir zaman gelir ki, kalbe hayat veren iman nuru da söner. Böyle bir sine, artık içinde cenaze bulunan kabir çukurundan farksızdır. Mehmed Akif’in dediği gibi:
îmandır o cevher ki ilâhî ne büyüktür!
imansız olan paslı yürek sinede yüktür!..
 
Kalbin manen ölümü neticesinde kişi, hayır ve şerri birbirinden tefrik eden en mühim istidadını kaybetmiş olur. Artık ruha zehir saçan en büyük günahlar bile, ağırlığı hissedilmeden işlenebilir hâle gelir. Ömer bin Abdülazîz  rahmetullâhi aleyh’in şu sözleri, bu hakîkati ne güzel ortaya koymaktadır:
 
“Haramlar bir ateştir. Ona ancak (kalbi) ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını duyarlardı.”
 
İnsanoğlu, maddî ve fânî kayıplar karşısında gösterdiği teyakkuz ve endişeyi, gafleti sebebiyle manevî ve ebedî kayıplar için gösterememektedir. En fecî gaflet, kişinin ölü bir kalbe sahip olmasına rağmen bunun ıztırâbını duymamasıdır. Vehb bin Münebbih rahmetullâhi aleyh’in şu sözü çok manidardır:
 
“insanlar ne kadar da tuhaf! Bedeni ölenlere ağlıyorlar da gönlü ölenlere ağlamıyorlar. Oysa asıl felâket, gönlün ölmesidir!”
Namazı büyük bir vecd hâlinde îfâ etmeye gayret eden Fadl bin Abbâs -radıyallâhu anh- de şöyle der:
 
“Doğrusu şu insanlara hayret ediyorum; bir çocuğum öldüğünde binlercesi gelip başsağlığı diliyor da, mesela bir vakit cemaatle namazı kaçırdığım için kimse gelip bana taziyede bulunmuyor, teessürlerini bildirmiyor. Yeminle söylüyorum, bir vakit cemaatte bulunmamam, benim için, yetişmiş, âlim ve sâlih bir çocuğumun ölümünden çok daha büyük bir musibettir.”
 
İşte bu hakîkati en zirve seviyede idrâk hâlinde olan Hak dostları, dünyevî ve fânî kayıplardan ziyâde, dâima uhrevî ve ebedî hayatı ilgilendiren manevî kayıplara karşı teyakkuz hâlinde olmayı telkin etmişlerdir.
 
(Devam edecek)
 
[4] Tirmizî, Deavât, 23/3407
[5] Dîvân-ı Kebîr’den nazmen dilimize çeviren: Emin Işık. (Marmara Ü. İlâhiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi).
[6] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, istanbul 1992, IV, 227-228.
[7] Mutaffifîn, 14
[8] Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29; Ahmed, II, 297
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/150.
 
BU YAZI AŞAĞIDAKİ SİTEDEN ALINMIŞTIR:
 

--
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder