1 Temmuz 2016 Cuma

H. Nur Artıran - “Mesnevî ve Maârif’e göre Oruç ve Riyâzet”

H. Nur Artıran - “Mesnevî ve Maârif’e göre Oruç ve Riyâzet”





Seyyid Burhâneddîn Muhakkik-ı Tirmizî Hazretlerinin Maârif adlı eseriyle, Hz.Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’si arasında bir karşılaştırma çalışması:

“Mesnevî ve Maârif’e göre Oruç ve Riyâzet”
Özet
“Bilindiği üzere, Seyyid Burhâneddîn Hazretlerinin sohbetlerinden meydana gelen Maârif adlı eserdeki bazı konular, aynı zamanda Sultânu’l-Ulemâ’nın Maârif’inde, Hz.Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde, Fîhi Mâ Fîh’te, Sultan Veled’in İbtidâ-name’sinde ve Şems-i Tebrizî Hazretlerinin Makalat adlı eserinde de yer almaktadır. Bunlar içersinde tümüyle birbirine benzer bir şekilde ve çok yoğun olarak işlenen konulardan biri de oruç ve riyâzet bahsidir.

 Seyyid Burhâneddîn Hazretleri özellikle mücâhede ve oruca çok büyük bir ehemmiyet vermektedir. Hatta ona göre yemek içmek üç kısma ayrılır. Bunlar: Haram, mubah ve vâciptir. Haram olandan elbette çekinmek gerekir. Vâcip olansa ihtiyacı karşılayandır. İnsan, mubahı azaltarak vâcibe ulaşmak için gayret göstermelidir. Hz. Mevlânâ da çeşitli eserlerinde aynı görüşü çok sık olarak dile getirir. Elbette bu durum gayet tabii karşılanmalıdır. Çünkü bu iki büyük Hakk âşığının beslendiği ana kaynak Sultânu’l-Ulemâ ve Necmüddin-i Kübrâ Hazretleridir. Dolayısıyla aynı tasavvufî görüş ve düşünceler Necmüddin-i Kübrâ Hazretlerinin “Usûlü’l-aşere” adlı eserinde de yer almaktadır. Biz bu tebliğimizde Maârif ve Mesnevî’de geçen oruç ve riyâzet bahislerindeki çok yakın benzerlikler üzerinde duracağız.”


1. Giriş:
Seyyid Burhâneddîn Hazretleri gibi tüm mutasavvıf ve mütefekkirler, gönül ehli Hakk âşıkları, insan olmanın, insanca yaşamanın, dolayısıyla da ilâhi aşk yolunda yürümenin ilk düsturunu: “Az yeme, az uyuma ve az konuşma” olarak kabul etmişlerdir. Dinlerde, tarikatlarda, mezhep ve meşreplerde, çeşitli farklılıkların olması gayet tabiidir. Fakat tüm peygamberler, mezhep ve meşrepler, bu üç temel prensip üzerinde çok büyük bir dikkat ve hassasiyetle durmuşlardır.

İnsan, ruh, nefis ve akıldan müteşekkil; topraktan yaratılmış bir varlıktır. Akıl yoluyla nefsimizi ve ruhumuzu dengede tutmak mecburiyetindeyiz. Beden topraktan yaratıldığı için meyli hep toprağa doğrudur. Ruh ise öteki âlemden geldiği için burada gariptir. Kur’an-ı Kerîm hükmünce gariplere yardım etmek, her mümine farzdır. Dolayısıyla; ulvî bir âlemden gelerek, bu süfli dünyada garip ve mahzun olan ruhumuza yardım etmek, ona sahip çıkmak, en aslî manevi sorumluluklarımızdan biridir. Kendi vatanında olması nefsi güçlü ve hükümdâr kılmıştır. Nefis Firavun’una karşı Mûsâ konumunda olan ruhumuza, ancak az yemek; dolayısıyla da oruç ve riyâzetle sahip çıkmak mümkündür.

 O nedenle Hz. Mevlânâ Mesnevî-i şerîfte şöyle buyurmuştur:

Mesnevî, c.2, 265: “Sen bedenini yağlı ballı yemeklerle besledikçe; asıl varlığın olan ve seni diri tutan ruhunu asla güçlü bulamazsın.” (1)

Mesnevî, c.1, 1960-1971-1977-1985: “Bu ıstırap dünyasında bütün çektiklerimiz lokma yemek; içmek yüzündendir. Lokmaları az yiyerek, can lokmasının tabanına batmış olan dikenleri çıkarıp atmak gerekir. İnsanda bulunan bu ilâhi emanet, bu can, ekmekle yemekle gelişen can değildir ki! Hakk’tan gelen bu ilâhi ruh da, yemeden içmeden hâsıl olan hayvâni rûh değildir. Bu yeme içme, hayvani rûha, insan bedenine hoşluk verir, hoştur; hatta nefis için hoşluğun ta kendisidir. Ey, Hakk’a ulaşmak için çareler arayan kişi! Bir düşünsene nefse hoş gelen şeylerden, ilâhi ruha, asıl cana, hoşluk güzellik gelir mi?”
Seyyid Burhâneddîn Hazretlerine göre de ruhumuza sahip çıkmak ancak oruç ve riyâzet; dolayısıyla da nefis eşeğine az yem vermekle mümkündür. O nedenle de Maârif adlı eserinde şöyle buyurmuştur:

Maârif, s.48: “Ruh İsâ’sı kuzgun gibi aç. Eşeğiyse, susamın yağını sormaya savaşır, durur. Sen eşeği besledikçe ilmi de, irfanı da, kemali de eşekte araman gerek. Bak da gör, eşekte ne gibi bir bilgi, kemâl olur.” (2)

Maârifte geçen bu sözlerin bir benzeri de Mesnevî-i şerîfte şöyle geçmektedir:

Mesnevî, c.2, 1850: “Sen, Hz. İsâ’yı bırakmışsın da, onun bindiği eşeği beslemişsin. Onu geliştirmişsin. Bu yüzden de eşek gibi ülfet perdesinin arkasında kalmışsın.

Ey, eşek huylu gafil! Bil ki irfân, İsâ’nın nasibidir. Eşeğin nasibi değildir. Eşeğin iniltisini duyarsın da ona acırsın, bilmezsin ki nefis eşeğin sana eşeklik ediyor.
İsâ’ya acı da, eşeğe benzeyen nefsine acıma. Tabiatı ve nefsini aklından daha üstün kılma.
Sen, ey gafil, yıllarca eşek nefsine kul oldun! Yeter artık, eşeğe kul olan onun ardı sıra gider. Eşekte nasıl bir ilim, irfan var ki onun ardı sıra gidersin!”
Mesnevî, c.2, 729: “Senin nefis eşeğin kaçmıştır. Onu mücâhede kazığına bağla. O ne zamana kadar insanlık ve ibadet yükünü taşımaktan kaçacak?
İster yirmi yıllık yol olsun, ister otuz yıllık, isterse iki yüz yıllık; eşek nefsine sabır, şükür, rıyâzât yükünü yüklemek, bu yükü ona mutlak taşıtıp götürmek gerek.”
Sultan Veled Hazretleri de ‘İbtidâ-nâme’ adlı eserinde: “İlâhi ruh, Mesih’e; beden ise eşeğe benzer.” diyerek konuyu aynı kelimelerle ifade etmiştir(S.127).

Gerek Hz. Mevlânâ, gerek Seyyid Burhâneddîn Hazretleri ruhumuzu beslemenin ancak oruç ve riyâzetle mümkün olduğunu; bunun için de mutlak nefsanî gıdalardan kesilmek gerektiğini farklı yerlerde defaatle dile getirmişler, bu konuda tümüyle birbirine benzer ifadeler kullanmışlardır.

Mesnevî, c.4, 3608: “Sen bu dünyaya sadece mezardaki kurtlara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin.

Mesnevî, c.3, 2260: “Gerçek insan olmak için mal, mevki, yemek, içmek gibi şeylerin üzerine çok düşme ki, onların kölesi olmayasın.”
Mesnevî, c.6, 3171: “Sen, Cenâb-ı Hakk’tan ilâhi aşk iste, ruhunu besleyecek gıda iste, ekmek isteme. Ekmek bu bedenimizin gıdasıdır. Hayvani ruhumuzu, nefsimizi besler. İlâhi aşk ise can rızkıdır; ruhumuzu besler. Allah’tan, ten rızkı istemektense; ruhumuzu besleyecek can rızkı istemek elbette çok daha hayırlıdır”
Mesnevî, c.2, 2592: “Bedenini beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin; bir işin gücün var. Peki, ruhunu beslemek için ne yaptın? Onu beslemek için de din sanatını öğren.”
Mesnevî, c.1, 305: “Bu dünyevi hissin sıhhati, vücudun sağlığına; ten binasının yiyecek ve içeceklerle onarılmasına bağlıdır.

Hâlbuki manevi hissin sağlık ve sıhhati; sadece az yemeye, az içmeye, az uyumaya bağlıdır.”
Mesnevî, c.3, 3747: “Bu bedene ait olan ağzını kapatırsan, ancak o zaman sende mânevi ve rûhani bir ağız açılır, açılan o ağızla da ilâhi sırlar ve hikmetler lokmalarını yersin. Eğer sen şu bedenini şeytanının sütünden kesilebilirsen, yani nefsanî gıdalardan kesilirsen, O zaman Cenâb-ı Hakk’ın manevi sofrasına oturursun da nice akıl almaz mânevi lokmalar yer, nice ilâhi hikmet sırlarını duyarsın.”
Mesnevî, c.3, 49: “Demek ki bizim yaşayışımız, manevi gerçek hayata kavuşmamız; memeden kesilmeye yani nefsanî gıdalardan vazgeçmeye bağlıdır.”
Yukarıda özet olarak arz edilen ve Hz.Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde çeşitli ciltlerde uzun uzun anlatılan az yeme dolayısıyla da riyâzet bahsi, birbirine oldukça benzer şekilde Maârif’teki çeşitli konular içerisinde de geçmektedir.

Özelikle de manevi lokmalara erişebilmenin mutlak olarak nefsanî gıdalardan kesilmekle mümkün olacağı Seyyid Burhâneddîn Hazretleri tarafından da, çok açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bununla ilgili Maârif’ten bazı örnekler vermek gerekirse:

Maârif, s.49: “İnsanda iki kapı var; biri cennete açılıyor, diğeri cehenneme. Aslında riyâzet dedikleri de budur. İhtiyacın yokken cehennem kapısı açma.

Değil mi ki iman bir şehirdir; çok dikkatli olmak gerekir ki, seni imanla alıp götürsünler.
İman şehrinde kâfirlik etmek, suç işlemek edepsizliğin ta kendisidir çok ayıptır. Cehennem
yolu, o kadar hoş, o kadar gönül çekici olmasaydı, bu kadar binlerce halk kendini ebedi cennetten mahrum etmezdi.”
Maârif, s.43: “Bedenin düzgün ve sıhhatli olması için, gerekli şeyleri çekiş, alınan gıdaları bedende tutuş, sindiriş ve bedene gerekli olmayan şeyleri de sindirişten sonra bedenden dışarı atış kuvvetlerinin olması gerekir.
Şu halde, şimdi dünyevi gıdalardan çekilmemiz gerekir ki, midede manevi gıdalara karşı bir çekiş, tutuş, sindiriş ve atış kuvvetlerinin iştahı kabarsın. Mutlak olarak maddi gıdalardan kesilmek gerekir ki, manevi gıdalar bedene girmeye yol bulsun.”
Maârif, s.52: “Hiç kimse önce bekçilik etmeden padişahlık elde edemez. Yûsuf bile kuyudan çıktı da yüce bir mevkiye erişti. Bekçi geceleyin uyumaz. Uyusa bile bekçilik etmeye gücü kuvveti olsun diye, sıhhat için uyur. Eğer yerse, bekçilik edebilmek için yer. Tüm bunlar da iş hesabına geçer. Yemek hesabına değil.

Padişah yesinler içsinler diye ücret verir onlara; fakat tıka basa yesinler diye değil. Onlar melek değiller ki yemesinler. Şehvetle yenen şeye yemek derler. Temiz şeylerden yiyin diye buyrulmuştur(Mü’minûn, 51). Yani, helal olandan yiyin.”
Manevi gıdalara ulaşmak için mutlaka maddi gıdalardan kesilmek gerektiğini belirten Seyyid Burhâneddîn Hazretleri; oruç ve riyâzet bahsini geniş bir şekilde ele alarak, yemeyi üçe ayırmıştır. Bunu da: Haram, mubah ve vâcib olarak nitelendirmiştir. Bu durumu yine Maârif’inde şöyle dile getirir:
“Yemek üç kısımdır: Haram, mubah, vâcib. İhtiyaç yokken yenilen yemek haram ve mubah sayılır. İhtiyaç halinde yenilen yemek vaciptir. Mutlaka şehvette ona yâr olmalıdır. Yani aşırı derecede acıktıktan sonra yemek yemelidir. Şimdi, mubah olunca yeme; öyle bir hal peydahlansın ki, yemek sana vâcip olsun. Yani, yemeye öyle çok ihtiyacın olsun ki yemek yemeye mecbur olasın. İnsan mücâhedede öyle bir hale gelir, öyle bir acıkır ki; ihtiyaç hâsıl olur ve o zaman yemek farz olur, o farzı da yerine getirir. Bu yemekte hem iştah vardır hem de yemeğe karşı aşırı bir şehvet. Çünkü yememeye artık imkân yoktur. Evvelki iki yemede ise yalnız iştah vardır ve mutlak zaruri yeme ihtiyacı ve mecburiyeti yoktur. Onun için de böylesi bir durumda yemek yemek haramdır.”
Cenâb-ı Allah; A’raf sûresi 31. âyette kullarına yemek yemenin âdâbını öğreterek: “Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” diye buyurmuştur.

Necmüddin-i Kübrâ Hazretleri söz konusu ayeti açıklarken Seyyid Burhâneddîn Hazretlerinin yukarıda arz edilen görüşlerini tasdik eden bir doğrultuda şöyle der:

Tasavvufî Hayat, s.51: “Bu yolun yolcusu günde bir defa yemek yer. Normal kimseler ise: “Onların sabah akşam rızıkları vardır.” ayetine uygun olarak günde iki defa yer(Meryem, 62). Günde üç defa yemek ise israf sınırları içerisine girer ve haramdır.” (3)

Günde üç öğün yemek veya vücudun ihtiyacının dışında fazla yemek niçin israftır, haramdır? Bunun cevabı da Hz. Mevlânâ tarafından en açık bir şekilde verilmiştir:

Divân-ı Kebîr, c.2, 640: “Aşırı derecede yemeyi içmeyi bırak, uyuyup rahat etmeyi azalt. Ey, ilâhi inciyi gübre içine düşürmüş zavallı! Şu canı cansız bırakma! Bedenindeki canı bilmezlikten gelip hayvanlar gibi cansız yaşama! Allah’ın verdiği şu nûr gibi ekmeği çok yiyerek bedeninde gübre haline sokma!” (4)

Divân-ı Kebîr, c.1, 320: “Tatlı yemekler, yağlı yemekler, hoşa giderler; sofralarda hoş görünürler. Fakat onlar, fazla değil bir gece senin içinde kalınca; iğrenç pislik şekline dönerler.”

Mesnevî, c.5, 2475: “Varlığının yarısı misktir, yarısı da iğrenç pisliktir. Aklını başına al da bedenin içerisindeki pisliğini artırma.”

Sağlıklı bir yaşam için gereksinim duyulan ihtiyaçların dışındaki her lokma, çok ciddi bir israftır. Çünkü böylesi bir davranış ilâhi nimeti gübre şekline getirmektir. Elbette bu durumu da israf kabul etmek gerekir. İsraf kelimesini sadece “tüketilmeden çöpe atmak” şeklinde algılamak son derece yanlış ve eksik bir düşünce olur. Vücudun ihtiyacından fazla olan her lokma beden aracılığıyla bir şekilde çöpe gider. Bu da israf; dolayısıyla da haram sayılır.

Kur’an-ı Kerîm’de, Allah’ın nimetlerinden bol bol yiyiniz, âyetleri mevcuttur. Ne yazık ki bu ayetler de genellikle çok yanlış anlaşılmaktadır. Konu ile alâkalı, çok hoş bir Mesnevî beytini sizlere arz etmek isterim:

Mesnevî, c.3, 3744: “Ey gâfil kişi! Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de: ‘Hakk’ın verdiği rızıklardan bol bol yiyin.’ diye buyurduğu, bizlere tavsiye ettiği rızkı sen, hikmet değil de; ekmek zannettin. Onun için bol bol ekmek, yemek yedin.”

Mesnevî, c.5, 2706: ”Cenâb-ı Hakk ekmek yiyenlere: ‘İsraf etmeyin.’ diye buyurdu. Fakat nûr yiyenlere: ‘Fazla yemeyin, bu kâfi.’ deyip sınır koymadı.”

Mesnevi, c.3, 49: “Ey Hakk yolunun yolcusu, sen de azar azar kendini, nefsini besleyen gıdalardan elini çekmeye çalış! Az yemeyi alışkanlık haline getir bunca sözümüzün özü budur.”
Hz. Mevlânâ, bunca sözümüzün özü, kendini yavaş yavaş az yemeye alıştır, derken; Seyyid Burhâneddîn Hazretleri de aynı mânâda Maârif’inde şöyle der:

Maârif, s.42: “Oruç ve riyâzete de yavaş yavaş bedeni alıştırmak gerekir ki, sıhhatimiz zarar görmesin. İnsanlar işten, güçten kalmasın. Çünkü bu bedenimiz bize iş görmeye alet olarak verilmiştir. Düşünce, zikir ve diğer ibadetlerimiz bedene zarar vermemeli.”
Maârif, s.50: “Her gün yenmesi icap eden yemekten bir dirhemceğiz yahut biraz daha fazla, azar azar yiyeceği kısmakla; mide boşalır, riyâzet meydana gelir. Böylece: ‘Allah için hakkıyla savaşın.’ emri de yerine getirilmiş olur.” (Hac, 78)

Maârif, s.62: “Mücâhede ile kalemi açmaz, yaramaz ucunu kesip atmaz isen; yazacak adam, onu eline bile almaz. Mücâhede buna benzer. Mücâhede tamamlandı kalem açıldı mı kâtibin eline layık bir hale gelir. ‘İhsan tamamlanınca ihsan olur.’ Mücâhedede, onu tamamladı mı, insan Rahman’ın parmakları arasından iki kudret parmağının arasına girmiş olur. Artık yazdığı şey, kâtibin dilediği şeydir. O kalem ile yazan da Yüce Yaratıcıdır.”



2. Niçin az yeme üzerinde bu denli ciddiyetle durulmuştur? Az yemenin maddi manevi bedenimiz üzerindeki fayda ve zararları nelerdir?
Peygamber Efendimiz: “Karnı iyice acıkmadan, tok olarak yemek içmek hem haramdır hem de insanda çeşitli hastalıklar yapar. Yemekte aç gözlülük yapan, çok yiyen katı kalpli, hikmetten nasipsiz, Cenâb-ı Hakk’ı da unutan kişi olur.” derken; Hz. Mevlânâ da çeşitli beyitleriyle konuyu şöyle dile getirir:

 Mesnevî, c.4, 3011: “Hastalık da, sağlıklı ve güçlü olmak da yediğimiz gıdalardan meydan gelir.”
Mesnevî, c.1, 2910: “Perhiz etmek, ilaçların başıdır. Kaşınmak, uyuzluğu artırır. Perhiz gerçekten ilaçların başıdır. Perhiz et de canındaki, bedenindeki gücü, kuvveti, sağlık ve sıhhati seyret.”
Rubâîler, c.4, 1142: “Az yersen akıllı uyanık bir kişi olursun. Çok yersen aptallaşır, hantallaşır; işten güçten olursun. Senin, midene düşkün oluşun oburluğundandır. Az yersen midene düşkünlüğün azalır.” (5)

Divân-ı Kebîr, c.3, 1124: “Gözüne perde çekilen lokmadan çok yeme, yoksa gideceğin yere gidemezsin, evini kaybedersin.

Sen yaşamayı yediğin lokmalara bağlı sanırsın. Fakat çok yediğin lokma, can gözüne kıl, baş gözüne perde kesilir.”
Mesnevî, c.5, 2829: “Eğer açlık olmasaydı; mideyi tıka basa doldurmaktan, mide ekşimesinden sende yüzlerce hastalık baş gösterir.

Açlık zahmeti; hem güzellik hem hafiflik, hem de ibâdet, amel bakımından çeşitli hastalıklardan elbette daha iyidir.

Açlık zahmeti öbür zahmetlerden çok daha temizdir, bilhassa açlıkta yüzlerce fayda, yüzlerce hüner, yüzlerce deva gizlidir.
Şunu iyi bil ki açlık, ilâçların padişahıdır. Açlığı canla başla benimse; onu hor hakir, işe yaramaz olarak görme. Bütün hastalıklar açlıkla iyileşir. Fakat şunu da kabul etmek lâzım ki; açlık denilen ilâhi rahmet, herkese nasip olmaz. Herkes onu elde edemez. Bu açlık öyle ilâhi bir lütûftur ki herkes onu elde edemez. Ancak Allah’ın has kulları ondan nasiplenirler. Açlığa her ahmak dilenci lâyık olamaz. Nasılsa ot eksik değil. O ahmakların önüne koy otu, yesin dursun. “
Şems-i Tebrizî Hazretleri de tüm hastalıklarını az yiyerek tedavi ettiğini, Makalat adlı eserinde şöyle dile getirmiştir:
“Vücudum pek narin, ufak bir rahatsızlıktan bana yol buldu mu her gün geceli gündüzlü hasta olurum. Ancak ben hastalıkların saldırısını; az yiyerek, açlıkla önlüyorum. Ben hastalıklarımı açlık ve perhizle yakarım.” (6)

Görüldüğü üzere tüm dertlerin başının çok yeme; devasının da az yeme olduğu çok açık bir şekilde Hakk âşıkları tarafından dile getirilmiştir. Riyâzet konusunda olduğu gibi oruçla ilgili de Maârif’te geçen bahisler aynı duygular ve benzer ifadelerle Mesnevî-i şerîf ve Divân-ı Kebîr’de de geçmektedir.

Seyyid Burhâneddîn Hazretleri Maârif adlı eserinde oruçla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

Maârif, s.42: “Oruçtan öte, oruçtan üstün hiçbir kulluk yoktur. Çünkü: ‘Oruç benim içindir, onun karşılığını ben veririm.’ diye buyrulmuştur. Bir kimse bütün kulluklarını yerine getirse, fakat midesini doldurup yatıp uyusa; hiçbir yere ulaşamaz.

Orucu gereği gibi gözetse, fakat diğer kulluklarda kusur ve eksikleri bile olsa, gene de manevi olarak bir yerlere mutlaka ulaşır.”
Maârif, s.50-51: “İbadetin özü, içi, nefsin erimesidir. Geri kalanının hepsi de ibadetin kabuğudur. Nefsi eritmeyen oruç ve her çeşit ibadet, ibadet sayılmaz. İbadetle nefse eziyet de ibadetin şartıdır. Erenlerin nefisleri tamamıyla gönüldür. Düşmanların gönülleri ise tamamıyla nefistir.

Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: ‘İnsanlardan, peygamberlik derecesine en yakın olanlar: Bilgi ehli, savaş ehli ve oruç ehli olanlardır. Hasların haslarının orucu; Allah’tan gayrıyı terk etmektir.’ Selam olsun Peygamber Efendimize!

Namaz müminin ışığıdır. Oruç ise ateşe karşı kalkandır. İbadetler içinde en büyük direk oruçtur.
Oruçtaki riyâzet direği hepsinden daha büyüktür. Geri kalan öteki riyâzetler buna nispetle oyuncak gibidir. Burada, oruç hususunda anlatılması icap eden şeyler var ama yavaş yavaş, hem de nefsin duymaması için hırsızlama anlatmak gerekir.”
Seyyid Burhâneddîn Hazretleri: “İbadetler içinde en büyük direk oruçtur.” derken, Hz. Mevlânâ da benzer ifadeleri Divân-ı Kebîr’inde şöyle dile getirir:

Divân-ı Kebîr, c.2, 803:
“İslâm binası şu beş direk üzerine kurulmuştur: Kelime-i şahadet, Zekât, Hac, Oruç, Namaz. Allah’a yemin ederim ki, bu direklerin en kuvvetlisi, en büyüğü oruçtur.

Sen göklere çıkmak, Mir’âc etmek sevdasındaysan; şunu iyi bil ki oruç senin önüne getirilmiş Arap atıdır.

Oruç, özlem çekenlerin gönüllerini, canlarını öyle tazeleştirir ki denizde yaşayan balığı bile su o kadar tazeleştiremez.

Cenâb-ı Hakk bu beş direğin her birinde orucu, orucun kaderini gizlemiştir. Zaten oruç, kadir gecesi gibi gizlidir.

Oruçlunun gülüşü, eğlenişi; oruçsuzun secdedeki halinden çok daha iyidir. Çünkü oruç, onu Rahman’ın sofrasına oturtacaktır.

Sen canının içinde Kur’ân’ın nurunu istiyorsan, şunu iyi bil ki; oruç bütün Kur’ân’ın tertemiz nurunun sırrıdır.

Bizi kötü işler, günahlar işlemeye teşvik eden kirli nefsimiz, arınmaya, temizlenmeye muhtaçtı! Ramazan gelince günah zindanının kapısı kırıldı; can, nefsin esaretinden kurtuldu, miraca çıktı sevgiliye kavuştu!”
Tekrar, Maârif’te geçen oruç bahsiyle devam edecek olursak:

Maârif, s.55: “Allah’a güzel bir tarzda borç verin”(Müzemmil, 20) hükmünce; oruçla, varlarını yoklarını harcarlar, bağışlarlar. Malları varsa onu da verirler, malları yoksa bedenlerini verirler; kendilerini riyâzetle yakıp yandırırlar, eritirler, O’na kavuşmaktan başka bir şey istemezler. Namaz da, oruç da, bunlardan başka bütün ibadetler de; insanın, Yüce Yaratıcının yoluna harcayacağı şeylerdir.”
Maârif, s.61: “‘Allah’a borç verin.’ buyruluyor( Müzemmil, 20). İnsanlar, emlâk akar sahiplerine borç verirler. Parasını sonradan almak üzere onlara kumaşlar satarlar. Filanın derler; malı mülkü var, onunla alışverişe girişelim de faydalanalım. Ona güvenilir; onunla bu alışverişten kâr, fayda elde edelim. Fakat dünyanın sahibi olan Allah’ın sen hiç malını, mülkünü görmedin, görmedin de; o yüzden böyle korkuyorsun da, ‘Allah’a borç verin’ buyruğu kulağına hiç girmiyor. Çünkü güvencen yok.”
Seyyid Burhâneddîn Hazretleri, Müzemmil sûresinde geçen: ”Allah’a güzel bir şekilde borç verin.” ayetlerini yukarıda arz edilen şekliyle Maârif adlı eserinde açıklarken; Hz. Mevlânâ da benzer ifadelerle Mesnevî-i şerîfte şöyle der:

Mesnevî, c.5, 144: “Beden gece gündüz, ekmekle gelişmekte, dallanıp yapraklanmaktadır. Fakat can dalı onun yüzünden yapraklarını dökmekte, güz mevsimine girip sararıp solmaktadır.

Beden azığı hemen can azığını keser; bunu azaltmak, öbürünü çoğaltmak gerek.
‘Allah’a borç verin’ buyrulmuştur. Sen de bu beden azığından Allah’a borç ver. Yiyeceğini mümkün olduğunca azalt ki, karşılığında; gönlünde, hakikat çimenleri yeşersin.

Allah’a borç ver, şu beden ağzını azalt da, sana hiçbir gözün görmediği yüz belirsin, görünsün.
Beden kendisini fazlalıklardan, içindeki pisliklerden boşaltırsa; manevi misklerle, kıymetli incilerle dolar.”
Mesnevî, c.3, 4103: “ Hz. Peygamber Efendimiz: ‘Verilen bir şeyin karşılığının geleceğini bilen; bu dünyada bağışta bulunur, cömertlik gösterir.’ diye buyurmuştur.

Verilen bir şeye gelecek yüzlerce karşılığı gören, hemen cömertliğe, ihsana başlar. Herkes malını vererek kâr elde etmek için, çarşı pazarlardaki dükkânlarına bağlanmıştır.

Altını kesesine koymuş; kâr elde etsin de, bağışta bulunsun diye ısrarla bekler durur.

Kumaş satan kişi elindeki kumaşın daha fazla para getireceğini görünce, o kumaşa olan sevgisi soğur; onu hemen elinden çıkarıp satmak ister.

Fakat kumaşına fazla para vermeseler; ona hemen bağlanır ve onu elden çıkarmak istemez.
Bir bilgin de başka bir ilmi, hüneri ve sanatı, şeref ve meziyet hususunda kendi bilgisinden üstün görmedikçe; onları tahsil edip öğrenmeye heves etmez.

Candan daha aziz bir şey olmadıkça, can azizdir. Fakat candan daha aziz bir şey elde edilince “can”ın adı bile anılmaz.

Bu sırları anlayacak mahrem yok ki, konuyu üstü örtülü olarak değil de; duyduğum gibi apaçık söyleyeyim. Onun için sustum. Allah hakikatine uygun olanı daha iyi bilir.

Mal ile beden, kar gibi erir gider. Fakat onlar Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân-ı Kerim’de: ‘Allah cennet karşılığında satın aldı.’ buyrulmuştur.” (Tevbe sûresi, 111)

3. Sonuç:

Mesnevî, c.4, 3621: “Nefis bir Firavun’dur. Sakın onu çok yedirip şımartma, fazla doyurma da eski kâfirliği aklına gelmesin.

Riyâzet ateşi olmaksızın; nefis asla yola gelmez. Ondan kurtulamazsın. Bilmiş ol ki beden aç kalmadıkça; Hakk’a doğru yönelmez, boyun eğmez, hep O’na kafa tutar. Onu tok iken yola getirmeye çalışmak, soğuk demiri dövmeye benzer. Bu beden içinde gizlenen nefis, ister ağlasın ister inim inim inlesin; aklını başına al da ona inanma. O, tok oldukça Müslüman olmaz.”



4. Kaynakça:
(1) Şefik CAN, Mesnevî Tercümesi, Ötüken Yayınları, İstanbul 1999.
(2) Seyyid Burhâneddîn Muhakkik-ı Tirmizî, Maârif, (Çeviren ve şerh eden Abdülbâki GÖLPINARLI) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1972.
(3) Mustafa KARA, Necmüddin Kübra Tasavvufî Hayat, Dergâh Yayınları, İstanbul 1980.
(4) Şefik CAN, Divân-ı Kebir Tercümesi, Ötüken Yayınları, İstanbul 2000.
(5) Şefik CAN, Rubailer, Ötüken Yayınları, c.4, İstanbul 2000.
(6) Şems-i Tebrizî, Makalat, (Çev.: M. Nuri GENCOSMAN), s.289, Hürriyet Yayınları, Nisan 1974.



H. Nur Artıran

http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=1195


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder