İslam bizleri bu dünyada da ahirette de kurtuluşa götürecek tek adrestir.
İnsanın geçmişine baktığımızda tabiat unsuru olarak toprak terkibinin içindeydi. Zamanı gelince topraktan çıkan bitkilere ve oradan da bâzı mahlûkata geçti. Derken babasının sulbüne nutfe olarak intikâl etti, oradan da annesinin rahmine yerleşti. İnsanoğlu ana rahminde farklı bir hayat kazandı. Orada bir su torbasının içinde yaşıyor, annesinden aldığı kan ile besleniyordu. Bir müddet sonra içinde bulunduğu hayatı terk etmek zorunda kaldı ve farklı bir âleme, yani dünyaya gözlerini açtı. Bu yeni hayatı, öncekinden çok farklı şartlara sahipti. Artık önceden olduğu gibi su içinde yaşaması veya kanla beslenmesi mümkün değildi.
Aynen bunun gibi insan öldükten sonra yine başka bir âleme geçecektir. Oranın şartları da şu anda içinde bulunduğumuz hayatın şartlarından farklı olacaktır. O hayatın nasıl olacağını ve orası için neler hazırlamak gerektiğini Cenâb-ı Hak kullarına peygamberleri vâsıtasıyla haber vermiştir. Bu beyanlar, insanların dünyada edindikleri intibâlarla anlayabilecekleri seviyededir. Dolayısıyla insan pek çok şeyi o âleme geçince anlayabilecektir. Bu durum, aynen anne karnındaki çocuğun dünyaya âit mâlûmâtının çok sınırlı olmasına benzemektedir.
İNSANIN SON EBİSESİ
Şunu kesinlikle unutmamak lazımdır ki; fânî hayat çarşısının en son giysisi olan Kefen, bir gün mutlakâ herkesi saracak ve ölüm vâkıası, bütün fânî alışverişlere, zevklere, câzibelere, aldatıcı yaldızlara iptal mührünü vuracaktır!..
Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde haber verildiğine göre insanın dünyadaki yaşayışına göre bir kabir hayatı tecellî edecektir. Kabir, Allâh’ın rızâsına uygun bir hayat yaşayanlar için Cennet bahçelerinden bir bahçe, hayatını Allâh’a itaatsizlikle geçirenler için ise Cehennem çukurlarından bir çukur olacaktır. (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
ÜÇÜNCÜ HAYAT
İnsan için, kabir hayatından sonra hesapla birlikte üçüncü bir hayat daha başlayacaktır ki onun sonu yoktur. Bu ebedî âhiret hayatı da yine insanın dünya hayatına göre şekillenecektir.
O gün Cenâb-ı Hak, insanın dünyada işlediği amellerin kaydedildiği bir kitap çıkarıp:
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kâfîdir!” (el-İsrâ, 14) buyuracaktır.
O gün insanın aleyhine başka şâhitler de getirilecektir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
“Allâh’ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları işler hakkında aleyhlerine şâhitlik edecektir. Onlar derilerine: «Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?» derler. Onlar da: «Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır, yine O’na döndürülüyorsunuz.» derler.” (Fussilet, 19-21. Bkz. en-Nûr, 24; Yâsîn, 65)
“İşte o gün yer, üstünde olan biten her şeyi anlatır. Çünkü Rabb’in ona bunları vahyeder.” (ez-Zilzâl, 4-5)
O gün bütün insanlar pişman olurlar. Müslüman olarak yaşayıp müslüman olarak ölen insanlar, niçin daha fazla sâlih ameller işlemediklerine üzülürler. Günahkâr ve îmansız olarak yaşayanlar da niçin îmân edip günahları terk etmediklerine üzülür ve şiddetli bir pişmanlık hissiyle kıvranırlar.[1] Cehennem’e düşenler dehşet verici bir feryâd ile şöyle ederler:
“–Yâ Rabbî, bizi bu azaptan kurtarıp dünyaya tekrar gönder de şimdiye kadar yaptığımız yanlış hareketlerimizi terk edip hep Sen’in istediğin sâlih amelleri işleyelim!”
Ancak Cenâb-ı Hak onlara şu cevabı verir:
“Biz size, düşünüp ibret alacak ve hakîkati görecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip îkâz etti. Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)
İşte bu zor günde insanın en büyük yardımcısı İslâm’dır. Yani Peygamber Efendimiz’in târif ettiği şekildeki îman ve amel-i sâlihlerdir. İmtihan dünyasının bittiği; insanların hesâba çekilmeye, mükâfât ve cezâ görmeye başladığı o zor günde İslâm, kendisine teslim olanları selâmete çıkaracaktır.
İNSANI KURTARACAK DİN
Yani dünya hayatında olduğu gibi ebedî hayatta da insanı selâmete erdirecek olan yegâne din, yine İslâm’dır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allah katında din İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 19)
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhirette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)
Bir gün yahudîler, Hazret-i Ömer’e:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Sizin Kitâb’ınızda okuduğunuz bir âyet-i kerîme var ki şâyet o âyet biz yahudîlere inmiş olsaydı o günü bayram îlân ederdik!” dediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Hangi âyet?” diye sordu.
“–«Bugün dîninizi kemâle erdirdim, size olan nîmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’dan râzı oldum.» (el-Mâide, 3) âyeti.” dediler.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- onlara şu cevabı verdi:
“–Biz o âyet-i kerîmenin Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indiği ânı ve mekânı biliyoruz. Âyet-i kerîme nâzil olduğunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Arafat’ta ayakta duruyordu; günlerden de cuma idi.” (Buhârî, Îmân, 33; Meğâzî, 77; Tefsîr, 5/2; Müslim, Tefsir, 3-5)
Müslümanlar için hem arefe hem de cuma günü bayramdır.
Bu âyet-i kerîmelere göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olarak gönderildiği günden itibâren Cenâb-ı Hakk’ın insanlardan kabûl ettiği yegâne din İslâm’dır. Ondan başka bir din ve inanç aslâ kabul edilmeyecektir. Zira önceki peygamberlerin devri bitmiş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in devri başlamıştır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu husûsu şöyle ifade buyurmuşlardır:
“Muhammed’in nefsini kudret eliyle tutan O Yüce Zât’a yemîn ederim ki, bu ümmetten her kim -yahudî olsun, hristiyan olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka Cehennem ehlinden olacaktır.” (Müslim, Îman, 240)
“Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben O’nun Resûlü’yüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allâh’a kavuşan kimse Cennet’e gidecektir.” (Müslim, Îman, 44)
KALPLER ANCAK ALLAH’I ANMAKLA HUZUR BULUR
İnsanın maddî yapısının yanında rûhî tarafı da vardır. Maalesef bugün insanların çoğu, sadece maddî ihtiyaçlarını temin için gayret sarf etmektedir. Hâlbuki insanın bedeni fânî, rûhu ise bâkîdir. İnsanlar, ebediyyen yaşayacak olan ruhlarının ihtiyaçlarını ihmal ettikleri zaman psikolojik bunalım ve buhranlara düşerler. İnsan rûhunu bu sıkıntılardan kurtarıp ebedî saâdete kavuşturacak bir tek yol vardır, o da İslâmî îtikad ve ibadetlere sarılmaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şunu iyi biliniz ki, kalpler ancak Allâh’ın zikriyle mutmain olur (huzur bulur).” (er-Ra‘d, 28)
Günümüzdeki hastalıkların ekseriyeti, rûhî bunalımlar ve streslerdir. Öyle ki bu rahatsızlıklar bedenî hastalıkları kat kat aşmış durumdadır. Hâlbuki Peygamber Efendimiz’in zamanına baktığımızda, rûhî hastalıklara yakalanan bir müslümana rastlanmaz. Çünkü onlar Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin rûhâniyet, aşk ve vecdi içinde yaşıyorlardı. Bu da onların ruhlarını ve mânevî âlemlerini tatmîn ediyordu. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i “şifâve rahmet” olarak inzâl buyurduğunu beyân etmektedir. (Bkz. el-İsrâ, 82)
Aynı şekilde Cenâb-ı Hak, “Rahmet-i İlâhiyye”sini de Kur’ân-ı Kerîm’e ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e tâbî olanlara lûtfedeceğini beyan buyurmaktadır:
“…Rahmetim her şeyi kuşatır. Onu takvâ sahiplerine, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım. Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Rasûl’e, o ümmî Peygamber’e ittibâ ederler. O Peygamber onlara mâruf ile emreder ve onları münkerden nehyeder, temiz hoş şeyleri kendileri için helâl, murdar şeyleri üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yüklerini ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirir atar. O’na îmân eden, O’na kuvvetle tâzîm eyleyen, O’na yardımcı olan ve O’nun nübüvvetiyle beraber indirilen nûru takip eyleyen kimseler, işte felâha erenler onlardır.” (el-A’râf, 156-157)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanlığa getirdiği ilâhî ahlâk ve O’nun zâhirî terbiyesi ile bâtınî tesiri öyle bir iksirdi ki, daha evvel yarı vahşî, çoğu insanlıktan habersiz Câhiliye toplumu, çok kısa bir sürede insanlık tarihinin hâlâ gıpta ettiği “sahâbe” hüviyetiyle, hayâl ötesi bir fazîletler medeniyeti meydana getirdi. Câhil ve cânî insanlar, kültürlü; vahşî kimseler, medenî; mücrim ve süflî karakterli kişiler, müttakî, yani Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan fevkalâde sâlih ve rikkat-i kalbiyye sahibi insanlar hâline geldiler.
Bir insan düşünün ki, kız çocuğunu annesinin yüreğinden binbir ıztırapla sökerek diri diri toprağa gömebilecek kadar kalbi taşlaşmış ve vahşî tabiatlı… Sahip olduğu köleyi, herhangi bir maddî eşyâ gibi basit bir mal olarak telâkkî edip ona insanlık dışı muâmeleleri revâ görebilecek kadar zâlim!..
İşte böylesine kaba ve câhil insanlar, İslâm’a girip hidâyet bulduktan sonra, ilimde, ahlâkta, edepte ve vicdanda derinleşerek insanlıkta bir fazîletler medeniyeti meydana getirdiler. Câhiliye devrindeyken insanlık ve medeniyet seviyesi bakımından dibe vurmuş olan bu insanlar, İslâm ahkâmıyla ve ahlâkıyla yaşamaya başlayınca, âdeta Everest Tepesi’nin zirvesi gibi yüksek bir seviyeye ulaştılar.
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in şifâ ve rahmetinden istifâde eden fert ve toplumlar, bu dünyada saâdete nâil oldukları gibi, ebedî saâdeti de elde edeceklerdir. Îman ve İslâm ile tanışmayan ruhlar ise, hem bu hayatta huzursuz olacak, hem de ölüm sonrasının acı ve ıztıraplarıyla karşılaşacaklardır.
Dipnot:
[1].      Tirmizî, Zühd, 59/2403.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları