Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:
“Şunu bilin ki hakîkatte dünya, geçici bir gölge ve kul ile Mevlâsı arasına giren bir perdedir. Kalbinde zerre miktârı dünya muhabbeti bulunan kişi, hakîkî kul sayılmaz. Dünyayı kabuğuyla ve özüyle birlikte (kalbinden) atmayan kişi makbûl değildir.”[1]
İnsan, içindeki hisleri herkesten gizleyebilir, fakat Allah Teâlâʼdan gizleyemez. Bütün duygularımız Cenâb-ı Hakkʼın mâlûmudur. Zira âyet-i kerîmelerde buyrulduğu üzere; Cenâb-ı Hak kişiyle kalbi arasına girer[2], insana şah damarından daha yakındır.[3]
DÜNYA SEVGİSİ
Kulun da Cenâb-ı Hakkʼa yakın olması ve Allah ile beraberliğin huzurunu tatması için, kalbinden gaflet perdelerini bertaraf etmesi îcâb eder. Bu perdelerin başında ise “dünya muhabbeti” gelir. Îman, ibadet, muâmelât ve ahlâkın kemâle ermesi için, bu süflî muhabbetin kalpten sökülüp atılması şarttır.
Fakat kalpten atılması gereken “dünya muhabbeti”nin mâhiyetini de doğru anlamak îcâb eder. Hazret-i Mevlânâder ki:
“Dünya, Allah’tan gâfil olmaktır. Yoksa para, kumaş, âile ve evlât sahibi olmak değildir. Seni oyalayıp Hak’tan gâfil kılan ne varsa, senin dünyan odur.”
Yani kulu Rabbinden gâfil bırakan ve Allah muhabbetinin önüne geçen bütün muhabbetler bu cümledendir. Buna göre müʼminin vazifesi; ilâhî imtihan vesîleleri olan mal-mülk, makam-mevkî, çoluk-çocuk vesâireyi terk etmek değildir. Bu fânî nîmetlerle imtihan olunurken, onlara hadd-i lâyığında değer vermektir. Bu şuur içinde Hakkʼa râm olabilen bir kalbe, hiçbir dünya nîmeti, gaflet perdesi çekemez. Şu hâdise, bu hakikatin ne güzel bir misâlidir:
EL KÂRDA GÖNÜL YÂR’DA
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde, nur yüzlü, genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle hiç durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşguliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:
“‒Yazık! Tam da en güzel şekilde ibadet edebileceği bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der.
Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin dâimâ Allah ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Yani âzâlar dünyevî meşgûliyette, fakat kalp, Rabbini zikreder hâlde, Rabbiyle beraber… Bu sefer:
“‒Mâşâallâh! El kârda, gönül Yâr’da!..” buyurarak genci takdîr eder.
HALVET DER ENCÜMEN NE DEMEKTİR?
Tasavvufta “halvet der encümen” diye tâbir edilen bu hâl; halk içinde Hak ile beraberliği, kalabalıklar arasında ve dünyevî meşgaleler esnâsında bile, kalbin Allâh ile olmasını ifâde eder. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâhʼı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı adamlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)
Yine Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında, Kâbe’nin örtüsüne sarılmış, içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:
“‒Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder. Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine gönlü mahzun olur.
HER ÂN CENÂB-I HAK İLE OLAN OSMANLI SULTÂNI
İnsanlık tarihi gözden geçirildiğinde, tarihin müsbet akışlarına hep büyük şahsiyetlerin yön verdiği görülür. Bu şahsiyetler; başta peygamberler, sonra o peygamberlerin yetiştirdiği büyük zâtlar, sonra da onların izinden giden Hak dostları, ilim ve irfan ehli âlimler, madde ve mânâ sultânı padişahlardır.
Bunlardan biri olan Yavuz Selim Han, îlâ-yı kelimetullah dâvâsı uğrunda büyük cenkler ve zaferlerle dolu bir ömrün son demlerini yaşarken, arkadaşı Hasan Can yanına girer. Hastalığının bir hayli ilerlediğini gören Hasan Can, hünkârın vefatının yakın olduğunu anlayıp büyük bir hüzünle:
“‒Pâdişâhım! Artık Allah Teâlâ ile beraber olma zamanınız geldi herhâlde.” der.
Yavuz Han, hayret içinde Hasanʼın yüzüne bakarak:
“‒Hasan, Hasan! Sen beni şimdiye kadar kiminle beraber zannediyordun?! Cenâb-ı Hakkʼa teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?! Sen bana bir Yâsîn oku…” der. Ve Yâsîn Sûresi okunurken azîz rûhunu Rabbine teslîm eder.
Madde ve mânâ sultanlığını şahsında mezceden o ulu hâkânın kalbi hep Cenâb-ı Hakʼla beraberdi… O geçilmez denilen Sina çöllerinde de beraberdi; muzaffer bir kumandan olarak Mısırʼa girerken de. Pâyitahta döndüğünde, yüksek bir îman firâseti sergileyip, fânîlerin alkışlarıyla gurura kapılmaktan ve Allah için yaptığı amelini zâyî etmekten titizlikle sakınırken, gönlü hep Allah ile beraberdi.
ÂHİRETTE SORULACAK TEK SORU!
Makbul bir kulluğun, hayatın her safhasında kalben Allah ile beraberliğe bağlı bulunduğunu, şu hâdise de ne güzel hulâsa etmektedir:
Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”
Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı. Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:
“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttunuz! Allah Teâlâ esas şunu soracak:
«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!»
Dipnotlar:  [1] Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 119, no: 15. [2] el-Enfâl, 24. [3] Kāf, 16.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2016 – Aralık, Sayı: 358, Sayfa: 032