28 Mart 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Allah’ın Sadık Kulu…

Hekimoğlu İsmail - Allah’ın Sadık Kulu…


Hekimoğlu İsmail

Allah’ın Sadık Kulu…


Mevsim kıştı... Kar, Müslümanların bahtına yağıyordu!

Ahir zaman fitnesinin kol gezdiği zamanda yirminci asır hastanesine bir baştabip geldi.

Teşhis, zaaf-ı iman idi. Gaye, Allah rızası; o, İslam’a hizmetle vazifeliydi…

Mahrumiyetlerin, musibetlerin içinde bütün kapılar yüzüne kapanırken, rahmet kapıları açılıyordu. Çünkü o, manevî dertlerin şifası için ayetin ve hadisin derman olduğunu bilmiş, “Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alil uzvun reçetesi; ittiba-ı Kur’ân’dır.” demişti.

Nasıl ki her hastaya bir reçete gerekse ve hasta bu reçete ile ilaçlarını alıp kullanırsa aynı şekilde yirminci asır hastanesindeki hastalar da bu reçetelerle İslam eczanesinden ilaçlarını alıp kullanmalıydılar.

İslami eğitim ve öğretimin müspet ilimlerden uzaklaşması Müslümanlar için felaket olmuştu. Said Nursi İslam kalesine çıkmış etrafa bakıyordu; düşman nereden taarruz ediyorsa o da oraya dikiliyordu. Mesela düşman maddeten kalkınmayı esas almıştı, o da buyurdu ki, “İslam’ın tealisi maddeten kalkınmaktır!” Camiyle okulu bütünleştirdi, tezgâhla seccadeyi bütünleştirdi, vahiyle aklı bütünleştirdi.

Bilgisayarları yapanları yaratan Allah, İslam’a hizmet için gönderdiği kullarına bazı üstün kabiliyetler de verir. İşte böyle insanlar Vehbî ilimleriyle yeryüzü hastanesine baştabip olarak çıkarlar, hastalığı teşhis ederler, eserlerini reçete gibi yazar, insanlığa tesir ederler; tahkiki iman gibi ulvi bir vazifeyi müceddid vasfıyla yerine getirirler.

Müceddid, yenileyici demektir. Müslümanlar İslamiyet’i anlamazsa, bozulursa onlara gerçek İslamiyet’i anlatmak üzere Allah, müceddidler gönderir. İslamiyet, deforme olmadığı için reforma ihtiyacı yoktur. Yani müceddid, dinde yenileme yapmaz, dinî anlayışı yeniler. Müslüman, yaşadığı asırda İslâmiyet’i nasıl anlamalı, nasıl yaşamalı, bunu anlatır.

Biz Risale-i Nurlarla karşılaşmasaydık, belki dalalet derelerinde ömrümüzü tüketirdik. Pek çok kimse inkârcı olurdu, inkârcılar da ıslah olmazdı. Çünkü bizi natürist esaslarıyla okuttular, yetiştirdiler. Kur’an-ı Kerim’lerin toplatılıp yakıldığı zamanlarda dinimiz de yanıyordu.

Çocuğun eline sıcak su dökülse, annesi onu kucaklayıp hastaneye koşar. İşte biz de o iman yangınını söndürmek için, Müslüman kalabilmek için koşmak zorundaydık. Risale-i Nur okuyup imanımızı kurtarmaya çalıştık; her ev bir medrese oldu, hapishaneler Medrese-i Yusufiye oldu; orada kardeşlerimiz mahkûmlara Allah’ı, Peygamber’i, ahireti anlattılar.

Bana göre Bediüzzaman’ın en büyük kerameti, o günkü şartlar içinde İslamiyet’i, sünneti yaşaması, eskimez yazıyla Hüsrev ağabeye Kur’an yazdırması, Tahir ağabeylere Risale-i Nur yazdırmasıydı. Bir şahsın böyle bir başarı elde etmesi, vazifeli olduğuna delildir; ikramın büyük oluşu hizmetinin ve vazifesinin kıymetindendir.

Bediüzzaman Hazretleri “Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır: Vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren, müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” buyurmuş, İttihad-ı İslam’ın en önemli şartının, müspet hareket olduğunu ifade etmiştir.

Hiçbir sıkıntı ebedi değildir. Hayat daima bir deveran içindedir.

Baki bir davanın fani insanların omzuna bina edilemeyeceğini söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bin ithamın bin ihanetin muhatabıyken “Bana bakmayın, eserlerime bakın, hayatıma bakın; buradan hareketle hadislere, Kur’an’a ulaşın. Siz de Müslüman’sınız, dininize sahip çıkın.” demiştir.

Reçetelerin hepsindeki ortak nokta, İslamiyet’i yaşamaktır. Bediüzzaman, hayatın hayatını bulmuş, yaşamış ve bizlere göstermiştir.

Sebepler âlemindeyiz; Allah, dinine hizmet edenleri göndermiş ve gönderecektir.
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder