9 Mayıs 2015 Cumartesi

Hekimoğlu İsmail - Lisan-ı hâl, lisan-ı kalden üstündür!

Hekimoğlu İsmail - Lisan-ı hâl, lisan-ı kalden üstündür!


Hekimoğlu İsmail
 
AİLE-SAĞLIK
 

Lisan-ı hâl, lisan-ı kalden üstündür!


Konuşmak, her insanda fıtridir; Allah insana dil vermiş, konuşmak için; kulak vermiş, dinlemek için; akıl vermiş, anlamak için. İşte bu organlar vazifesini yapmak zorundadır. Peki, nasıl yapacaklar?

Allah; kişinin özüyle sözünün, konuştuğuyla amelinin aykırı olmamasını emretmiştir. Çünkü hal ve hareketleriyle konuştuğunun dışında davranan bir şahsın insanları ikna edebilmesi de mümkün değildir. Zira su alan gemi başkasını kurtaramaz. Bunun için Müslüman’ın İslâm’a yapabileceği en büyük hizmet, onu önce kendi hayatına en güzel bir şekilde uygulamaktır. İmam Gazali, ilmi ile amel etmeyen âlimi, başkalarını giydirdiği halde kendisi çıplak olan terziye benzetmiştir; güzel yazmak, güzel konuşmak belagatin çeşidiyse de en tesirli belagat hal ile yapılandır.

Tarihteki misallerine baktığımızda Müslümanların, insanlar üzerinde etkili olmalarının ve müspet kanaat bırakabilmelerinin sebebi; İslamiyet’ten kaynaklanan güzel tavırları, güzel konuşmaları ve güzel ahlâkları olmuştur.

Hakikaten bu konuda en güzel örnek Peygamberimiz (sas)’dir. Çünkü O (sas), bir şeyi emrettiğinde bunu evvelâ kendisi yaşayarak örnek olmuş, sahabe de O’ndan gördüklerini hayatlarına uygulamıştı. Aynı şekilde bir nasihatte bulunmuşsa evvela kendisi o nasihatten hisse almış, herhangi bir şeyden nehyetmişse ondan önce kendisi uzaklaşmış, Allah’ın gazabını insanlara anlatırken en çok korkan ve Allah’ın rahmetiyle insanları ümitlendirirken de en çok ümitvar olan kendisi olmuştu. O’nun her hareketini Allah tanzim ediyordu çünkü.

Bunun içindir ki, “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız.” buyurmuş Bediüzzaman Hazretleri. O zaman Müslüman’ın yaşayışı da böyle olacak; sözünün tesir etmesi için, o sözden maddi ve manevi bir şey beklemeyecek, söylediğini evvela hayatına tatbik edecek; kendi sevabını değil, Allah’ın rızasını gaye edinecek. İşte, sır budur.

Minyeli Abdullah’ı yazarken hiçbir zaman “Bu kitap beğenilsin, çok satsın…” diye düşünmedim. Önemli nokta şudur; ben derdimi yazdım, maddi ve manevi hiçbir şey beklemedim. Yani o kitabı yaşamaya çalıştım, teferruat edebiyatın gereğidir.

Kalpten kalbe yol vardır. İnsanın, yaşamadığı şeyle başkalarına öğüt vermeye kalkışması yalan söylemek gibidir. Karşısındaki, “Bu yalan!” dediği an, o kitap, o konferans, o sohbet tesir etmez.

Tesir etmek, irşad etmek zaten Allah’a aittir; onun için sohbetlerimde insanları ikna etmeyi aklımdan geçirmem, sadece bildiğimi anlatırım. Bu sebepten konferanslara, söyleşilere giderken “Ya Rabbi, bu işten para almadım, ‘Aferin’ beklemiyorum, İslamiyet’i anlatmaya gidiyorum; beni mahcup etme, anlatabileyim; şöhret ve alkış istemiyorum, Müslümanlara zararım olmasın yeter.” diye dua ederim hep. Gittiğim yerlerde, yaşamadığım şeyleri anlatmaya kalkışsam anlatamayacağımı zannediyorum. Çünkü insan bildiğinin âlimi, bilmediğinin cahilidir.

“Lisan-ı hâl, lisan-ı kalden üstündür.” denilmiştir; inandığını fiilen yaşamak şüphesiz en tesirli tebliğdir. Bunun içindir ki, İslam’ın güzel ahlakına uygun yaşamak, ‘emr-i maruf ve nehy-i münker’ yapmanın en güzel halidir.

Bizim vazifemiz Allah’a itaat etmektir. Bu zamanın en büyük hastalığı iman zafiyeti olduğu için, en büyük hizmet de; imanı, farzları ve haramları öğrenmek, yaşamak ve öğretmektir. Çünkü ilim, amel ile birleşirse iki dünya saadetini netice verir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel söylemiştir:

Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil!  
 
 

 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder